27 Kasım 2014 Perşembe

The Crossing Guard (1995)

İnsanoğlu, kaybettiklerinin acısını kendi vicdanı ve mantığında telafi edebilme becerisine sahip midir? Ölümün yaşayanların üzerindeki yıkıcı etkisidir sorduğum ve bu etki kesindir. Sevdiğin birisinin ölümü gerçekleştiğinde, senin için kusursuz metaneti ve o kaderci ön kabulü oluşturabilmek çoğunlukla, hastalığı sebebiyle yaşam konforundan uzaklaşan ve ölümü artık onun için bir kurtuluş seçeneği olarak düşünmeye başladığın birisi için mümkündür.
Bu seçenek sebebini bulamadığın bir ölüm için geçerli değildir. Sorgulamaya başladığın bir ölümde aklını ve belleğini kurcalayan, seni yiyip bitiren tek düşünce, olası geleceğin hunharca ziyana uğraması gerçeğidir. Neler konuşulabilirdi, daha neler yapılabilirdi, yaşasaydı kimlerle tanışırdı, nereye giderdi…
Bilinmezliğin yarattığı koskoca bir boşluk açılır içinde ve bu boşluğu doldurma kabiliyetin ve doldururken tercih ettiğin yöntemdir artık seni tanımlayan.
Peki, boşluğu ne ile telafi edersin:
Belki öfke ile harmanlanmış her şeyi; hüzün… Biraz nefret… Özlem elbette… Uzaklaşmak…
“Freddy Gale” in içinden kopan parçanın ardında bıraktığı derin boşluğu doldurabilecek tek bir his var içinde; elinde kalan tek şey, hıncı…
1995 yapımı “The Crossing Guard” Sean Penn’in ikinci yönetmenlik denemesi ve içerisinde çok usta bir aktör olan Jack Nicholson’ı barındırması ile önemli ve seyretmeye değer bir film olduğunu daha filmin başında sana hissettiriyor.
Filmin ulaşmaya çalıştığı ana fikir hakkında sana bir ipucu vermeyeceğim; kendin bulacaksın onu elbette. Şöyle demek doğru olur: bir zamanlar evli olan iki insanın yaşadıkları korkunç trajedi yüzünden, baş etmeye çalıştıkları acıyı kendi başlarına ve bildikleri şekilde aşma uğraşıları ve bu iki insanın ikilemlerindeki tezatları gösteriyor film sana.
Penn filmine bu tezatları çok dengeli ve aşırıya kaçmayan bir anlatım tutturarak yaymasını bilmiş; filminin daha açılış sekansında, insanların içini boşaltan herhangi bir trajedide yaptıkları seçimlerin farklılığı ve telafi yolunda uyguladıkları yöntemi sorgulatıyor. Değişik karakterler görüyorsun. Her birisinin acı veren deneyimleri ve çözümünü bulamadıkları sorunları var. Bunların arasında en farklısı ise kısa rollerin büyük oyuncusu John Savage’ın canlandırdığı “Bobby”. Farklı olmasının sebebi, diğerlerinin aksine kendini arıyor olması. Terapi esnasında aniden araya girerek samimiyetle kendinden yakınmasını diğerleri şaşırarak dinliyor ve biraz da aslında kendilerine itiraf edemedikleri gerçeği kolaylıkla söylüyor olmasından etkileniyorlar.

John Savage’ı 1978 yapımı “The Deer Hunter” filminden mutlaka hatırlayacaksın. Ayrıca muhteşem “Carnivale” dizisinde ki “Henry Scudder” rolüyle hatırlarsın.
“ Kendimi özledim.” diyor Bobby.
Ardından bir kez daha üstüne vurgu yaparak aynı yakınmayı tekrarlıyor, bu içten ve kendini işaret ederek yaptığı tekrarlama terapi odasında kendisine kulak kesilen kalabalık üzerinde sanki sessiz bir bomba etkisi yapıyor.
O odanın içinde kendi trajedilerini paylaşan insanlar bir bakıma gizli bir mutabakatın tarafları gibiler; acı deneyimlerinin arkasına ya da ötesine ittikleri duyguları ve kişiliklerini yok saymayı adeta aksini düşünmenin bile abesle iştigal olarak karşılandığı bir töre gibi kabullenmişler. Bobby gibi, silinmemiş ve hala varlığının kırıntıları kalmış benlikler tereddütlü bir şaşkınlıkla karşılanıyor. Çünkü paylaştıkları yükün acı veren ağırlığı kendi kişiliklerini önemsizleştirmiş ve silmiş.
Bobby’nin cesareti terk ettiği benliğine duyduğu özlemde yatıyor ve ailesini de bunun sorumlusu olarak görüyor. Sean Penn sana Bobby’nin orada hangi sebeple bulunduğunu açıklamıyor. Fakat içe dönük ve bunalımın kıyısında bir adam olduğunu o iç burkan yakınması sırasında anlıyorsun.
Anjelica Houston’un oynadığı “Mary” bu seans sırasında karşımıza çıkıyor ve Penn onu (Mother) etiketi ile sana tanıtıyor. Marry kendi çizdiği yolda, içindeki kordan ateşi söndürmek amacıyla orada ve onun derdiyle yüzleşme yöntemi bu.
Jack Nicholson’un vücut kazandırdığı Freddy Gale ise “uzaklaşmış” bir adam. Kendisi ile alakalı olan hiçbir şey kalmamış içinde ve zaten barınmasına izin vermemiş ve yok etmiş. Benliğini kemiren acısıyla beraber silinip gitmek yerine, hıncı ile ufalma yoluna gitmiş.
Uyandığı anda gözünü takvimde işaretlediği tarihe açan bir adam haline gelmiş. Sabırla beklediği o tarih, hesap soracağı adamın hapisten çıkacağı yani nihayet kendi adına intikamını alıp iç huzuru bulacağı -nı umduğu- bir anlamda ruhunun huzura ereceği gün.
Freddy’nin hınç beslediği John Booth rolünde David Morse (The Green Mile,1999 – Contact,1997 vb.) sakin, ölçülü bir oyunla kariyerinin en iyi rollerinden birini kesiyor. Oynadığı karakterin ismi, düzenlediği suikastle 16. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Abraham Lincoln’ü öldüren John Wilkes Booth ile benzer olması da bir başka ilginç yan…
Sean Penn’in “John Booth” karakterini işleyiş tarzı, gerçekten seni ters köşeye yatırabilir.
Bobby’nin damardan giren yakınmasını izlediğin o terapi sahnesinden sonra, Freddy Gale’in yavaşlatılmış bir çekim eşliğinde, kalabalık bir caddede insanlardan kopuk, acele bir ivedilik ve tahammülsüz bir gerginlikle elinde sigarasıyla yürürken ki görüntüsü sanki, bu adamın içinde fokurdayan meseleyi közlemek yerine onu daha da harlandıracak bir ruh halinde olduğu izlenimi veriyor. İçinden kopup giden ve orada oluşan boşluğu, Bobby ve diğerleri gibi sorgulamadığı gibi tam aksine, boşluğun kapanmasını engelleyen ve elleriyle eşeleyip orayı daha da büyüten bir isyan devinimi fışkırıyor bedeninden.
O yürürken arka fonda çalarken duyduğun Bruce Springsteen tarafından yazılan ve olağanüstü bir yorumla söylenen “Missing” isimli parça oldukça dokunaklı, sözleri ve vokali ile sana, Freddy Gale’in ruh halini çok iyi yansıtıyor.
Sean Penn’in filmini Charles Bukowski’ye adadığını da küçük bir not olarak düşeyim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder