20 Kasım 2014 Perşembe

Die Wand (2012)

Avusturyalı yazar Marlen Haushofer’in 1963 yılında yazdığı “Die Wand” (Duvar) bir sinema uyarlaması olarak kariyerini daha çok televizyon filmleri çekerek sürdüren ve kendisi de bir Avusturyalı olan Julian Pölsler tarafından ancak 2012’de yapılabilmiş.
“Die Wand” ayrıca yönetmenin beyazperdedeki ilk filmi olma özelliğini de taşımakta.
Romanı okumuş olanlar (kendi adıma okumadığımı itiraf edeyim) yönetmenin senaryoyu kaleme alırken kitaba aşırı bir bağlılık gösterdiğini, hani neredeyse Haushofer’in cümlelerini birebir alıntıladığı yorumunda bulunmuşlar.
Filmini doğanın olağanüstü görselliği ile süsleyen Julian Pölsler, bu ıssız görselliği deyim yerindeyse filmin yardımcı oyuncusu niyetine kullanıp, hikâyeyi daha etkili kılıyor.
Hikâyenin altyapısı da zaten birçok defa karşına çıkmış, çok özgün olmayan bir yapıda ama sana o klişe üzerinden alt metni iyi okuman ve aslında tamamıyla oraya odaklanman istenmiş.
Söylemek istediğim, film boyunca adını hiç öğrenemeyeceğimiz bir kadının yaşlı bir çiftle beraber geldiği ormanın göbeğine inşa edilmiş bir dağ evindeki yalnızlık öyküsü anlatılmaya çalışılan fakat o yalnızlık nesnel manada boğucu bir kasvetle cisimleşmiş, tekinsiz bir varlık misali birden karşısına çıkıyor ve yalnızlığından katılaşan bu irade, kadını çepeçevre kucaklayan doğanın içine görünmez, pürüzsüz bir duvar örüyor ve onu misafiri olduğu dağ evine hapsediyor.
Kendisi ve sonraları beraberlikleri çok yakın bir dostluğa dönüşecek olan köpeği Luchs için, artık ilerleyebilecekleri mesafe sınırlı ve görünmez bir barikatla çevrili, ilerlemek istediklerinde bariz bir kesinlikte bu duvara tosluyor ve ileriyi gördükleri halde köpek ve kadın sınırın ötesine adımlayamıyor!
Seyredenin damağında oldukça sembolik bir anlatım ve fantezi tadı yüksek bir fikir gibi algı oluştursa da, kendini epey ciddiye alan bir film “Die Wand”…
Üzerinde düşünmeni beklediği soru acaba:
“Yalnızlığı hangi düzlemde içselleştirebiliriz; bu kadın tam da herkesin yaşamak isteyebileceği bir ortama, doğanın kucağında, şehir tantanasından uzak ve dingin bir sürece adım atıyor. Uzaklaşmak ve kendi iç dünyana çekilmek pek çok kez tercih edebileceğin bir ütopyaysa eğer, pekâlâ da bu ütopyanın ansızın kendi cehennemine de dönüşebileceğini hesaba katmak zorunda mı hissetmeliyiz.”
Ürküten bir öngörü gibi ya da değil.
Nereden ve neden oraya geldiği belirsiz olan söz konusu kadın, birlikte olduğu yaşlı çifti aramaya çıktığında, bu şeffaf duvardan cisimleşen barikatı biraz da tesadüf eseri ilk kez keşfetmesi ve olup biteni anlamaya çalışması üzerine filmde ilginç bir sekans var. Bu sahnede tuhaf olan, kadının ruhsal ve zihinsel bakımdan izleyici nezdinde sorgulanması ihtimalinin ortadan kasten kaldırılıyor olması.

Çünkü Julien Pölsler, görülemeyen o barikatı kadın oyuncusuna keşfettirmeden önce onun önünden hızlıca koşturan köpeğin önüne çıkarıyor. O yolu sık kullandığı anlaşılan Luchs’un kendinden emin koşturması, duvara sert bir şekilde çarpmasıyla onun adına kötü bir tecrübeye dönüşüyor.
Burada artık kadının şahsında, içselleştirilmiş psikolojik bir sarsıntıyı betimleyen ironi sızdırılmış anlatımın ötesinde daha gerçek ve can yakan bir engel söz konusu; Luchs bu engele toslayınca canı yanıyor ve bir daha da yanına bile yaklaşmıyor zaten. Öyleyse, bu kafa karıştıran ayrıntı sana verilmişken filmi nasıl okuman gerekir.
Haushofer sanki merkezinde bireyin olduğu bir hayatı düşlemiş ve kaleme almış ve Pölsler bu statik hülyayı görsele dökecek imajlar yaratarak en etkili ve anlaşılır şekilde seyircisine göstermek istemiş. Bu manada, köpek Luchs’un kadının yanındaki varlığı izleyeni rahatlatan bir unsur olarak planlanmışken yine Luchs’un algıları ön plana çıkarılarak izleyiciye bu sefer de tedirgin edici bir klostrofobinin gerçekten var olduğunun ipuçlarını veriyor.
Pölsler’in gerilim kurmacasındaki yorumu takdire şayan…
Duvar başka bir manada, kadını engelleyen ve hapseden bir barikattan ziyade, onu dışarıdan koruyan bir kucak misali de okunabilir zira kendisinin de gördüğü kadarı ile dışarıda bir yaşamın sürdüğü veya zamanın ilerlemesi diye bir şey yok!
Zaten birçoğumuz bazen ya da sıklıkla böyle düşünmüyor muyuz?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder