12 Şubat 2020 Çarşamba

Johnny Got His Gun (1971)

Bu film aslında, biraz kuru kalmış beyinlere, hamasi söylemler aracılığıyla yaklaşıldığında, o güruhtan insanların buna nasıl kolayca kanıp, her türlü ayartılabildiğini gösteriyor. Tüm o zafer ve şan vadeden propagandanın içine enjekte edilerek topluma yutturulan coşkunun, arkasında yatan yegâne gerçeği mesela. Ki az şey değil. Üslubunu öylesine incelikle ayarlıyor ki; şüpheye yer bırakmayan bir beceriyle, sembolizmi bu savaş karşıtı biçemin içine zarafet ve kararlılıkla oturtabiliyor. Cesur bir film bana kalırsa.

Filmin yönetmeni Trumbo’nun önemli bir avantajı var. Onunla birlikte bu yapıma, Luis Bunuel de fikren omuz vermiş. Bunuel’in hayal gücünün, filmin etkisini katbekat arttırdığı bariz bir şekilde belli. Onun mahareti, kendi sahnelerini tasarımlarken sürrealist (gerçeküstü) imgeleri hikâyenin içine doğallıkla karıştırabilmesinde; bir öngörü veya ona göre ideal olan şey bu. Hiçbir mantıksal ya da estetik kaygısı olmayan bir akımın öncülerinden kendisi.
   
Filmin öyküsü, protest bir yaklaşımla tavrını net bir şekilde belli ediyor sana ve eğer seyretmeye karar verirsen sadece bir film seyredecek olmaktan daha fazlasına bulaşmış olduğunu bilesin. Savaş karşıtı ve çok sert bir militarizm eleştirisi çıkacak karşına. Aklın romantik ideallerle yoğrulmuşsa, bu filmi kaçınılmaz olarak, kafandaki o önyargının etkisinde kalarak, belki de yadsıyacaksın. Ya da tam tersi bir etkiyle bazı şeyleri sorgularken bulabilirsin kendini. Şimdiye dek hep doğruluğuna inandığın değerleri mesela.

Öyle bile olsan, daha ilk dakikadan itibaren kendini filmin başkarakteri Joe ile özdeşleştirmen sürpriz olmaz. Muhtemelen, onu fazlasıyla naif bulanlar tarafında değilsindir. Hiç sorun değil.

Joe, ülkesi adına kazanılması elzem olan bir savaşta –tüm duyurular böyle diyor çünkü- bir yurttaş olarak kendisine ihtiyaç duyulduğuna yönelik söylemleri ve bildirileri görmezlikten gelemiyor. Bunun açıklaması bir yandan kolay ama öte yandan hiç de öyle değil. Militer ideoloji, açlığının çok büyük bir kısmını, muhtaç olduğu genç ve vatansever bireylerin vicdanlarından, onların saf inançlarından beslenerek giderir. Yurtseverlik telkinleri o kadar yoğundur ki içinde bir mecburiyet duygusu hissetmediğin takdirde, bir anda vatan haini olarak yaftalanmış ve toplum dışına itilmeye çalışılan biri olarak bulabilirsin kendini. Diğer yandan, o yurdun yurttaşları içinde, dönem itibarıyla ülkesini yöneten iktidarı kendi bedeninin yasal sahibi olarak gören insanların olması da muhtemel bir gerçektir. Böyle düşünen insanlar da var elbette. Joe tam olarak öyle olmasa da savaş hakkında bildiği fazla bir şey olduğu söylenemez. Hayatında doğru giden, onu mutlu kılan şeylerden uzak. Kritik açmazların içinde ve bir kısmı hayati önemde. Ayrıca o kadar genç ki savaşın sadece kahramanlık payesi kazanılarak çıkılan bir oyun olmadığından bihaber.

Kendisine aşık olan kızın, savaşa gitmemesi yönündeki ısrarlı baskılarına rağmen kafasının dikine hareket edebiliyor mesela. Siyaseti yalanlarla parlatarak kullananların dolduruşuna gelen herkes gibi, Joe’da hiç çekinmeden asker üniformasını sırtına geçiriyor ve böylece hakkında fazla bir şey bilmediği bir savaşa kendini teslim etmiş oluyor.

Filmin buraya kadar olan kısmı bir nevi olacaklara ön hazırlık gibi.
   
Bu yarı cehaletle cephenin ön saflarına giden Joe, savaşı öylesine korkunç deneyimliyor ki; insanın düşmanımın başına vermesin dediği türden bir bahtsızlığın içinde buluyor kendini. Başkarakterine karşı bu kadar acımasız ve hatta mazoşist bir anlatımı tercih eden Trumbo, bu tercihiyle, Joe’yu söz dinlemez ve fevri davranışlarından ötürü, layığını buldu işte, dedirtecek bir cezalandırmaya tabi tutuyor sanki. Aslında asıl derdi, savaşın kendisi!

Küçük bir siperin içinde, çevresinde vızıldayıp uçuşan mermilerden ve patlayan bombalardan sakınmaya çalışan Joe’yu, büyük bir talihsizlik neticesinde tam yanı başına düşen bir top mermisi yakalıyor ve kelimenin tam anlamıyla onu buduyor. Bundan sonrasıysa sanki bir kâbus gibi. Genç yaşta kendisini bir yatağa mahkum olmuş halde, kolları ve bacakları korkunç bir şekilde parçalanmış olarak buluyor Joe. Her ameliyatta organlarından birini kesip atıyorlar. Gitgide iğdiş edilen bir bedenin içine, kör, sağır ve dilsiz bir halde ama berrak bir zihinle hapsoluyor. Çene kısmı tamamıyla parçalanıp koptuğu için, beslenmesi sadece damar yolu üzerinden karşılanmak zorunda kalınıyor. Konuşması söz konusu bile değil; kolu, bacağı kesilirken attığı çığlıkları kimse duymuyor.



Tüm vatanseverliğiyle kendisini emanet ettiği ordunun önde gelen subaylarıysa bambaşka bir sayfada; onun hiç acı hissetmediğini ve bitkisel bir yaşam sürdüğünü düşünüyorlar ve ilaç enjeksiyonuyla yaşamına son vermemelerinin tek sebebi: ileriki günlerde, benzer hadiseler olduğunda, onlara emsal olabilecek araştırmalar sayesinde öğrenilecek şeyler olması, yani bir nevi laboratuvar faresi statüsüne indirgenen bir yaşam.

Hayli korkunç bir tasvir. Film boyunca, Joe’nun bu bedenden çaresizce kurtulmaya çalışmasını izliyorsun ve bir bakıma senin de kafesin haline geliyor bu süreç. Sıkıntı değil. Onun derdinin yanında seninki ne ki?

Bu kasvetli kurtuluş öyküsünü, izleyeni sıkmadan ve merakı sürekli kılarak anlatabilmenin sadece karakterin düşlerinde gezinerek göstermek olduğunu düşünmüş Trumbo. Bu yöntem, aslında filmin öyküsüne işlerlik kazandırmış. Tüm duyularından yoksun kalmış bir askerin yaşadığı gerçeği ve onun bu gerçeği idrak etme aşamasında yaşadığı zorlukları ancak düşlerine kaçış yoluyla aşabileceği hatta derdine çare olacak bir aklın arayışına girme savı bence öyküye çok yakışmış. Luis Bunuel’in vizyonu da öyküyü tam bu noktada devralıyor ve huzurlu bir kaçış yeri olması beklenen o düş alanı, gitgide daha depresif bir sarmala dönüşüp, Joe’nun gerçeklikle olan bağını iyice zayıflatıyor.



Bu düşlerde babasıyla olan ilişkisi de çok değişken. Onlardan birinde, gezici bir panayır işletmecisi olarak oğlunu bir ucube gibi sergilemeye çalışırken görebiliyorsun; küçük atlı arabasının üzerinde, para karşılığında, onu görmeleri için insanları çağırıyor. Bir başkasında ise çok şefkatli ve koruyucu bir figür olarak çıkabiliyor karşısına.

Hatta Nasıralı İsa bile bu düşlerde sıkça karşısına çıkıyor Joe’nun. Onda aradığı şeyse ruhsal bir dinginlik falan değil; bir iletişim uzmanına danışır gibi içinde bulunduğu duruma bir çare üretmesini istiyor. İnsanlarla iletişim kurabilmenin yolunu arıyor çünkü. Onunla ilgilenen bir hemşireyle de nihayetinde başarıyor bunu. Gerçekten enteresan.

Sen şimdi; dur bakalım, ben bu filmi Metallica’nın o meşhur “One” şarkısının klibi olarak hatırlıyorum, diyebilirsin. Doğru söylüyorsun, o şarkı “Johnny Got His Gun” filminden etkilenilerek yazılmış çünkü.

Vaktini ayırıp izlersen kesinlikle pişman olmayacağın fakat seni mutlu bir sonla da buluşturmayacak bir film bu, bilesin.