30 Aralık 2015 Çarşamba

Wristcutters: A Love Story (2006)

Birisine bir gün her şey yeterli gelir ve artık bittiğini anladığı an, tüm âleme (eğer serde narsistlik de varsa, yazılı olarak) ilân eder:
“Tüm hayal kırıklıklarımı tıkıştırdım bohçama ve öteki dünyanın otoyolunda otostop çekmeye çıktım!”
Teşbih gayet anlaşılır ve açıktır ki, mantık düzleminde konumlanmış tüm kanaatler zelzeleye uğramış ve hepsi yerleşik ve oturmuş kalıbından sökülmüş ya da yerinden oynamıştır. Böylece hayata karşı verilen bu nefsi müdafaa kapışmasında, kayışı kopartan bu zavallı insan evlâdının, usulen haklılık gerekçesi tam ve yerinde bulunmuş ve öte dünyaya iltica girişimi muhtemelen kabul görmüştür.
Resmi yazı paragrafı gibi oldu biraz. Mührü vur! İmzayı yapıştır! Bürokratik teamüllere uygun. Ne! Yoksa sen, orada olmadığını mı düşünüyordun. Bürokratik bokun püsürün demek istiyorum. En süründüreninden hem de, neyse konu bu değil…
“Wristcutters: A Love Story” neşesinin içinde tuhaf ve soluk renkli bir ıstırabı, az buçuk çekinerek, önüne iteleyen bir film. Ne güzel. Kaşıkla gitsin.
Sana, aşk acısının en makbulünü tarif etmeye kalkışıyor ama hiç öyle didaktik mesajlar vermeye kalkışmadan, sıradan ve olağan hallerle yapıyor bunu. E sen de bir kıyaslama yapacak tecrübeye sahipsin elbette. Bu tarif oldukça anlaşılır. Aşkından bu dünyada ağlıyorsun, kederinden boşalan salya sümüğü öteki dünyada siliyorsun. Muhteşem. Yanlış anlama, ağlak bir Türk filmi melodramı benzeri bir şey değil bu, hatta filmde ağlayan biri bile yok. Öyle değil. Yani yarım kalmış meselelerin peşini asla bırakmama inadını anlatmaya çalışıyorum, esprili bir dille, belki de yapmasam daha iyi anlatabileceğim. Aman kime ne!
Sanıyorum senin de kabul edeceğin gibi, öte dünyaya gidiş biletini kendi iradenle kesmenin sebepleri değişkendir ve haklıydı-haksızdı konusunu didiklemek sıkıcı ve manasızdır hatta tartışmak bile çoğu zaman anlamsız ve saçmadır. Çünkü gitme sebebini yalnızca giden bilir. Elbette bundan farklı düşünüyor olabilirsin. Orasına ben karışmam…
Aşk çoğunlukla baskın bir sebeptir. Değil mi? Bana katıldığını düşünüyorum.
“Wristcutters: A Love Story”in hiç sıkmayan ve eğlenceli bir karamsarlığın hemen kendini ele verdiği hikâyesinde, çok geçmeden fark edeceğin en büyük ayrıntı belki de: tüm âşıkların başının üzerinde bir hale gibi taşıdığı o uğursuz gözü karalık ile birlikte, hiperaktif kimyanın zihni çırpmaya başladığı dakikalarda, kontrolün yitirilmeye başlandığı andan itibaren aslında kontrolün hala kendinde olduğu algısına yelken geren o yanıltıcı ruh halidir. Aşk şüphesiz, insanda bir tür donanımsal arızaya yol açan fakat her halükarda, kaçınılmaz olarak, ona sahip olunması arzusunun baskın çıktığı bir illüzyondur. Sonucunda muhtemel ‘zincirleme kaza’ benzeri felâketleri tetiklese de…


Zia (Patrick Fugit) ismindeki genç adam da bu arzuya kendisini kaptırıp, akıntının içinde kaybolup giden ahaliden. Terk edilme acısını bastırabilmenin en iyi çaresinin bileklerini doğramadan geçtiğini düşünerek banyosunu kan deryasına çeviriyor. Elbette sadece kendini öldürenlerin gittiği tuhaf bir dünyaya gözlerini açacağını bilmeden yapıyor bunu; sıkıcı ve rutin işlerin hala devam ettiği, hatta yaşamak (!) için bir işe ihtiyaç duyacağın türden bir ara dünya burası!
Aklıma hemen, böyle bir hikâye Tim Burton’un elinde neye dönüşürdü acaba, sorusu geliyor. Kumlardan yılan benzeri tuhaf yaratıklar mı çıkardı yoksa şekli ve tabiatı insana benzemeyen eciş bücüş varlıklar mı doldururdu ekranı? Başka bir dünyayı betimlerken seni o dünyaya yabancılaştıracak tüm elementleri bir bir sıralar ve büyük oranda da bu yabancılaşma üzerinden hikâyeyi yürütürdü gibime geliyor. Goran Dukic’in neyse ki böyle bir derdi yok. Herkesin, ölümünden kendisinin sorumlu olduğu bu ara dünyayı sadece daha renksiz ve silik bir gri tonda göstermeyi tercih ediyor.
Zia kendisinden birkaç ay sonra, bileklerini doğrama sebebi olan sevgilisi Desiree’nin (Leslie Bibb) de kendi canına kıydığını, alışveriş için gittiği markette kafasını boylu boyunca ikiye ayırmış bir başka ahbabından öğrendiğinde, pişmanlığını bir kenara koyup tüm benliği ile sevdiği bu kadını aramaya girişiyor. Kendisi burada ise, onunda bu dünyada bir yerde olması gerekiyor çünkü.
İşte sana aşkın, kan vücuttaki dolaşımını yapmadığında bile etkili hararetini koruduğunu gösteren önemli bir ayrıntı; bu meret her türlü durumda zihni kontrolüne alabiliyor. Ölüysen bile…
Bu noktadan sonra ise, arayıp da bulamayacağın (kolaylıkla bulamayacağın) tarzda bir tür yol filmi seyretmeye başlıyorsun ve evet, çok da eğleniyorsun. Zia, çılgın bir amatör Rus Rock grubunun solisti olan Eugune ve onun kendisi kadar tuhaf arabası ile Desiree’ye yeniden kavuşmak amacıyla yollara düşüyor. Bu arada Eugune demişken, bu adamı kim yazdıysa eline sağlık demek gerekiyor. Oynayanı da muhteşem olunca, ortaya hayli orijinal bir karakter çıkmış. Ona hayat veren aktör Shea Whigham’ı “Boardwalk Empire” dizisine aşina isen, Eli Thompson rolüyle belki hatırlarsın.


Yol hikâyelerinin değişmeyen en önemli (çoğunlukla) unsuru arabalardır; öyküye karakterden fazlasını katarlar. Senin de bildiğin gibi, uzun yola çıkacağın arabanın dikkatli seçilmesi gerekir. Dikkat etmen gereken bir sürü detay vardır. Meselâ, freni tutuyor mu? Aklına gelsin! Ha! Farlar sağlam mı? Ne bileyim işte, yağı suyu tamam mı? Sağ ön koltuk altında bir kara delik mevcut mu? Tabi. Bu da önemli. Elinde ne tutuyorsan sıkı tut, kayıp koltuğun altına giderse haydi geçmiş olsun. Kara delik tarafından yutuldu bile. Zia’nın bu anlamda güneş gözlüklerinin seri katili olduğu söylenebilir. Hemen hemen hiçbir şey elinde sağlam kalmadan başka bir boyuta sürüklenip gidiyor.
E söylüyorum sana, burası enteresan bir dünya!
Bir başka güzellik de yoldan aldıkları Mikal. Kendine has çocuksu bir güzelliğe sahip bir kadın Mikal ama aynı zamanda baş kaldıran bir yapısı da var. Kendisinin bu dünyaya yanlışlıkla getirildiğine inanıyor ve bu yüzden yetkililerle görüşmek için yollara düştüğünde ise Zia ve Eugune ile karşılaşıyor. İkisi ve içinde her şeyi yutmaya eğilimli bir kara delik barındıran arabaları ile birlikte yollara düşmek onun için hiç sıkıntı değil. Gidilecek yönü bile biliyor aslında. Mikal’e can veren Shannyn Sossamon’u izlediğinde, benim gibi ona hayran olacağına (tamam, çoğunlukla güzelliğine; niye ki oyunculuğu da gayet iyi, e o zaman güzelliğini ne sıkıştırıyorum araya, e güzel kadın çünkü, tamam kapatıyorum parantezi) eminim.


Tom Waits!
Bu kadar tuhaflığın arasında onu da görmek hoşuna gider mi? Zaten kambersiz düğün olmaz deyişine yakışan bir öngörüyle her tuhaflığın içine kendisini atmasını bilen bir üstat. Onu seyretmek apayrı bir zevk. Çünkü komik bir adam ama bu özelliğini, kendisini saçma bir mizahın mizanseni haline getirmeden becerebilen ve oyunculuğu da gayet iyi kotarabilen bir zırdeli. Haydi, onu da yazdık kadroya.
Başka ne söylenebilir ki…
Bilemiyorum, belki de sen karalarsın bir şeyler… Senden de okumuş oluruz onları.
Sadece küçük bir son söz;
Bu film, bohçanda ne kadar çok hayal kırıklığı varsa gideceğin yerde benzer dolulukta bohçalara sahip insanların arasına karışacaksın, diye fısıldıyor kulağına. Öncesinde biraz cesaretli olmak gerekiyor belki ve…
Unutulmaması gereken önemli bir ayrıntı! Bir anlamda, gidiş biletinin kırmızı mürekkepli yarı silik damgası…
Bileklerini aralayacağın dikine yırtıklar…
Hani tren rayları nizamında, bir yolculuğu anımsatan.