13 Şubat 2015 Cuma

Adaptation. (2002)

Charlie Kaufman’ı bilir misin?
Nasıl bilirsin? 
“Ne hakla bilirsin!”demek istemedim; yanlış anladın; yanlış anlamış olabilir misin? Yargılarını yönlendirmek istemem. Yanılıyor olabilir miyim? Yani anlayışın konusunda…
Boş ver… Demek istediğim, Kaufman’ı tanır mısın? Bir tanısan… Tanışıyor olman mümkün, belki de değil; hani şu tuhaf senaryoların müsebbibi: vesile anlamında, sorumlu olan diyeyim. İlkinde deseydim… (ikilemlerini belli etme)
Her neyse, “Lütfen bu bahsi unutalım”… Komik ha! Değil. Peki. Hımm. Başarısız bir şakanın temelinde yapılandırılmış… Ne, ha yok sana değil; kendime anlatıyordum.
Öyleyse… 
I-ıhmm-m… Birazdan senin için şunu yazacağım. O adam:     
“Bugün hayatımın geri kalanının ilk günü.” 
… gibi bir cümleyi tuşlarını tedirgin bir özgüvenle örselediği daktilosunun aracılığıyla yazdığında, benzer bir ruh hali içinde kıvranan, kendisine güvensiz ve sıkılgan başkarakterinin ağzına yerleştirebilen bir adam. Yazdığı bu adam öyle bir karakter ki, kendisiyle sürekli didişen ve ayrıca dış görünüşünden iğrenecek kadar memnuniyetsiz ve bu paragrafın hemen tepesinde bir hüyela gibi çöreklenmiş o klostrofobik cümleyi, kendisine telkin edebilecek kadar çaresiz ve anlamsızca ortamda bulunan biri ve işte o ‘biri’ Kaufman. 
Tanıdığın olasılığını bir an için düşündüğüm Charlie Kaufman’dan bahsetmiyorum, boş sayfalara perçinlediği cümlelerin içerisinde beden verdiği Kaufman sözünü ettiğim. Kaufman’ın tarif ettiği Kaufman.
Bu arada, neden “tanıma olasılığını düşündüğüm…” diye yazdım; acaba seni küçümsüyor muyum? Oh kusura bakma; kendime sorduğum bir soru bu, sana değil…
Peki, neden yazıma sanki Kaufman’ın üslubunu kullanıyormuş gibi başladım. Hımm. Bunu fark ettin mi? Nedenin değil, onun üslubunu kullandığımın farkına vardın mı? Tuhaf olan ne biliyor musun? Bir yazının içinde bu kadar çok soru cümlesi olursa, bu yazıyı kim ve niye okusun ki? Sana değil, yine kendime so… Ama cevabı biliyorsan, lütfen çekinme ve bana bildir! Bir yolunu bulursun. Aslında bildiğinden eminim. İkisini de. Cevabı ve iletişim yöntemini. 
Her neyse, mevzu sen ve ben değiliz, hiç olmadı…


Adaptation (Tersyüz):
“Orkideler hakkında ne yazılabilir? Daha önce hiç yazılmadı. Bir senaryo oluşturulabilir mi? Bir filmin ana teması çiçekler olabilir mi?”
Kaufman tam da böyle bir senaryoyu kaleme alsın diye yapımcılar tarafından seçildiğinde, önlerinde çok iyi olduğunu düşündükleri bir örnek “Being John Malkovich, 1999” tüm görkemi ile duruyor. Bu filmin başarısından çok etkilenmiş bir yapımcı olan Valerie Thomas (Tilda Swinton), çok satan bir romanın sinema uyarlaması için Kaufman’dan bir uyarlama senaryo yazmayı düşünmesini ve bu kitabın yazılacak senaryosu hakkında ne gibi fikirlerinin olduğunu öğrenmek istiyor. Kaufman’ın fikirlerini önemsiyor. İlgili ve istekli görünüyor. Ne hikmetse Kaufman da o kısa görüşmede oldukça tutkulu ve heyecanlı hissediyor. Ne de olsa gel-gitleri bol olan ve bunları sıkıntılı seviyelerde yaşayan bir adam o; haliyle davranışlarındaki tutarsızlıklar epey fazla.
Valerie’nin Kaufman’dan senaryoya dönüştürmesini istediği kitap, Susan Orlean’ın çok dokunaklı bir öykü olarak lanse edilen “The Orchid Thief” isimli çoksatan romanı ve dediğim gibi, Kaufman başlangıçta çok tutkulu görünse de, sonuçta o gel-gitleri olan birisi ve bu manada güvenilirliği biraz tartışılır. Kendimi tekrar etmiş gibi hissediyorum, yardım et bana. Aslında bir yazar okuyucusuna bu kadar sıkça sırnaşmamalı; inandığım bir şey bu fakat hey…
“The Orchid Thief” kitabına bir senaryo yazılması fikri ne kadar parlak bir fikir olsa da, işi Charlie Kaufman’ın ellerine emanet etmek de bir o kadar riskli ve çetrefilli olayların fitilinin ateşlenmesi anlamına geliyor. Bu klişe onun kendi kafasında inandığı gerçekliğin tezahürü ve benliğini ne kadar önemsiz hissederse işin merkezine bir o kadar fazla çekildiğini düşünüyor. Güvensizliği arttıkça romanın anlatım dili ve teması içinde giderek bunalmaya başlıyor. Kitapta dolaylı anlatımlarla geçiştirildiğini düşündüğü bölümleri, senaryo diline hangi yöntemle uyarlayacağını bir türlü çözemediği gibi sayfaya ilk kelimeyi bile tuşlamaktan kendini aciz hissediyor. Bu özgüven erozyonu, eline tutuşturulan romanın yazarı Orlean’ı ve yazdığı kitabı bir takıntı haline getirmesine yol açacak kadar derinleşiyor.
Son bir soru. Kesin olmasın ama son olmasını umut ediyorum. (düpedüz yalan söylüyorum)
Yalnızlığın yaratıcılığı tetiklediği fikrine katılıyor musun? Evet, sordum bile. Göreceli olarak mı dedin? Pekâlâ. Sıkıcı ve politik. Yalnızlık sadece kimsesizlikten türeyen bir anlam taşımaz, herkesin içinde de yalnız ve hatta aidiyet duygusundan yoksun hissedebilirsin. Hayatın anlamı yatmıyor bu tarifte, basit ve çok da bilindik. Herkes aşağı yukarı bilir ve yalnızca bir kısmı gerçekten böyle hisseder.  
Bulunduğu hiçbir yerde kendini oraya ait hissetmeyen birisini daktilonun başına oturttuğun anda ister istemez en iyi tanıdığı kişiyi yani kendisini yazmaya başlayacaktır. Çok karışık bir durum olmasa gerek, ama bunu yapan kişiye göre değişir bu değil mi? Demek istediğim böylesine sıkıntılı bir psikolojiden muzdarip Kaufman’ın Kaufman’ı yazması yapmak isteyeceği en son şeyse bile, bunu gerçekleştirmesi halinde varacağı nokta bir o kadar merak uyandıran bir şey. Kendisi için bile.
Kaufman’ın kendi ruhsal iç çekişmesinden türeyen bu istemsiz durum gerçekleşmeye başladığında, asıl sorunun gecikmeye başlayan senaryo teslim tarihi değil de, asıl olarak sipariş edilen uyarlama senaryonun içine başkarakter diye kendisini koymasını yapımcılara nasıl anlatacağı problemi canını sıkmaya başlıyor. Üstelik başlarda, yazmaya uğraştığı senaryonun içinde olduğunun farkında bile değil. Dehşetle farkına vardığında ise, şok geçiren bir adamın histerik feveranı ile yalnızca kendisini her fırsatta aşağılayıp tiksinen mantığının benliğine gönderdiği yazılı bir itirafname gibi, kâğıt tomarlarının masasının üzerinde yükseldiğini görüp, ikiz kardeşine kendisini narsist biri olarak tanımlıyor.


Aslında kendine acıma duygusunun bastırıldığı gösterişçi bir narsistik refleksle işini yapmaya çalıştığı gerçeğini kavraması Kaufman’ı yazacağı senaryodan iyice koparacağı yerde, hikâyeye iyice bağlanmasına ve kitaptaki öyküyü kendi bağlamında yeniden kurgulaması fikrine yol açıyor. Artık yazacağı senaryo yalnızca orkidelerle alakalı olmayıp, Charlie Kaufman’ın orkidelerle alakalı bir senaryo yazma meselesini nereye vardıracağı sorunsalına dayandıran bir senaryoya dönüşüyor.     
Filmde böyle oluyor da peki gerçekte ne ve nasıl oluyor? Gerçekte, Charlie Kaufman 2002 yapımı “Adaptation” filmine Susan Orlean’ın “The Orchid Thief” isimli daha çok röportaj içerikli kitabından uyarladığı senaryonun içine kendisini bir karakter olarak sokup, başrolünü de yine kendisine veriyor. Yani “Adaptation” da geçen hikâyenin kendisi aslında yaşanmış gerçeğin mi kendisi? Hayır. Evet, ama kısmen. 
Lütfen bana sövmeyelim. Ben günün belli saatlerinde bana sövüyorum zaten. Şöyle çekilir misin biraz?    
Charlie Kaufman kendisini alegorik bir çarpıtma ile filmin içerisinde kullanmakla kalmıyor, kitapta işlenen hikâyeyi de yine kendisi üzerinden aynı çarpık karmaşanın etkisine maruz bırakıyor. Bu şu demek: eldeki yazını kurgulama aşamasında daha fazla gerçekliğe ve gerçeğin tersyüz edilmiş kurgusuna imkân tanıyan, tıpkı iç içe geçebilen matruşka biblolar gibi çok katmanlı ve fazlası ile nevrotik bir üslupla anlatılmış hikâyeler ortaya çıkarmak.  
Belki de bu üslubu dengeleme amacı ile filmin öyküsünün içine kendisinin bir ikizini koyarak, aslında olmak istediği Kaufman’ı göstermek istemiş olabilir. Donald Kaufman Charlie’nin aksine son derece girişken ve yapacağı şeyler konusunda hesaplı veya programlı birisi değil. Ben de senaryo yazabilirim, neden olmasın gazıyla kendisini yüreklendirerek Charlie’yi bir hayli şaşırtıyor. Aslında Charlie içten içe ona gıpta ediyor. 
Al sana gerçeğin tersyüz edilmiş hali; aklın karışmasın, dikkatli oku: gerçek hayatta Donald diye bir ikiz kardeşi yok Kaufman’ın, filmin çekilme aşamasını anlattığı gerçekle boğuşturduğu hikâyenin içinde yaratıyor onu. Öte yandan, filmin senaristleri arasında Donald’ın ismi Charlie ile beraber yazıyor. Aslında böylesine psikozlu benliğe sahip bir Charlie Kaufman da yok bana kalırsa; belki de var, neden olmasın ki, yani…
Tınnn…
Tamam, aklıselim olmak gerekiyor…  
Nicolas Cage her iki Kaufman’ı da canlandırırken hayli başarılı. Zaman zaman sakinliğini ve filmin içinde yer alan çift karakterinden ötürü kontrolünü kaybettiği anlar olmuş ve paniklemiş. Böyle anlarda yönetmenden kendisini uyarmasını, çünkü Kaufman’lar arasında gidip gelirken, hangi sahnede kimin olması gerektiği gibi ayrıntıların içinde kaybolduğunu söylüyor.  
Spike Jonze ise “Being John Malkowich” den sonra ikinci kez Charlie Kaufman’la ortaklık kuruyor ve sanki birlikte bir döngüyü tamamlamaya çalışıyorlar çünkü “Adaptation” kısmen o filmle de bağlantılı. Merly Streep ve Chris Cooper filmde hiç ön plana çıkmadan, sade oyunculukları ile ikisi de öykünün birer elementi olmayı başarıyor. 
Aklıma takılan son bir şey daha var, yazıyı bitirmeden önce bunu da söylemeliyim sana…
Yahu, bir insan kendisini ne tür bir izolasyona tabi tutup da başkalarından sıdkını sıyırır ve bu melankolik yapı sonucu ikiz kardeşine soğukkanlılıkla:
“ Sen ve ben aynı DNA’yı paylaşıyoruz; bundan daha büyük yalnızlık var mı? ” diye sorabilir.
Seni bilemem de benim kanım dondu.