20 Aralık 2018 Perşembe

The Man Who Wasn't There (2002)

Hani bir söz vardır; su akar yolunu bulur, derler. Biliyorsun değil mi? Ya biliyorsundur ya da bir yerde duymuş olman gerekir. Gerekmez tabi de, yani ihtimal dahilindedir demek istiyorum.

Her neyse, ne anlama gelir peki bu söz? Galiba, bir işin peşini hiçbir tecrübe ve birikim olmadan ısrarla takip etmek anlamına geldiği söylenebilir. Doğruluğu tartışılır tabi ama eğer bu mantık düzleminde kendini belli bir yere hiç konumlandırmadıysan eğer, aklına esip de, hadi şu buz pistine çıkıp ben de biraz kayayım diyebileceğin bir zemin değil bana kalırsa. Kaldı ki yaşamının her anını, sıradanlık kapsamında bir umursamazlık halinde geçiriyorsan, o atasözünün içerdiği anlamın sende ki mantık alanında ilerleyeceği bir yol zaten yoktur.

Yine de buna rağmen denemeye karar verdin! Tıpkı Ed Crane’i tutan kaşıntı benzeri bir karıncalanma senin ruhunu da yakaladı. Haydi, geçmiş olsun. Neden mi? E bilmiyorsun; bilemezsin çünkü bu mantığın yaşadığı muhite yabancısın ve sonuçta apışıp kalacaksın.

Niye yabancısın ve niye sonuç senin için muhtemel bir felaketin kapı zili melodisine eğrilecek biliyor musun? Bu biraz yapınla alakalı. Kafa yapından, yani meseleleri anlama ve umursama halleriyle ilgili olan, seni sen yapan karakter düzeneğini kastediyorum. Kendini daima meselelerin özünden uzakta ve sanki DIŞINDA hissediyorsun. Orada kalmayı seviyorsun.

Ed Crane’de o sevdanın sözde mensuplarından biri olarak, öylesine boktan bir çıkmazın içine paldır küldür yuvarlanıyor ki sorma gitsin.


Yazının girişini iyi veya kötü, kırıp dökmeden atlattım sayılır ama sana başka bir şey söyleyeyim. Benimle alakalı ama yazıya da hizmet eden küçük bir ayrıntı sadece. Ne zaman bir filmin başına geçip otursam şuna çok dikkat ederim. Eğer ki o film, tüm süresi boyunca başkarakterinin iç sesiyle beni muhatap ediyorsa, genellemeyeyim ama bilirim ki o karakterin film boyunca genel tavrı muhtemelen her şeyin olabildiğince dışında kalmak olacaktır. Ciddiyim. Buna belki bir öngörü de diyebilirsin veya hadi be, kendi kıçından bozma kıstasları güzelim filmlere ataşla tutturup konuyu olduğu gibi bozuma uğratıyorsun da diyebilirsin. Yapacak bir şey yok. Ben buyum işte.

Sözünü ettiğim tavrın, yani her şeyin dışında kalma tercihi üzerinden gidersek, e bunu başarabilen vardır veya bu konuda tüm isteğine rağmen sonsuz beceriksizlikte olanı da…

Öncelikle, her şeyin dışında kalmak nedir; benim bundan anladığım nedir -belki de anlayışım başlı başına anlamama engel oluşturan bir bariyerdir, olur mu olur bak, bunu da kabul ediyorum- sana bundan bahsedeyim.
    
Şimdi; nedir “dışındalık”?  Sakın şöyle anlama; hani içten pazarlıklı ve sinsi bir insanın şüpheci hallerine yatkınlık ya da gizli niyetleri olan ve –mış gibi davranmayı kendisine şiar edinmiş insan müsveddelerine benzer ve tabiî ki biraz burnu büyük kesimin bireyleri. Yok, aman diyeyim. Bu değil. Daha farklı bir şeyden bahsediyorum.

Nedir o?

İnsandan çok hayata karşı alınmış bir tavrın sakin ve ılımlı donukluğunu ve bunun ötesinde, coşkunun sadece ense tüylerinin kabarmasıyla yaşandığı (evet, böylesine gösterişsiz) ve bu halleri üzerinde taşıyan bireyden daha çok karşıdaki insanda uyandırdığı intiba yüzünden, su üstünde yüzen bir yağ tabakası yüzeyselliği çerçevesine indirgenerek anlaşılmaya çalışılan ve dahası bu anlayış üzerinden mantığa yerleştirilip kabulü onanan bir hali sana tarif etmeye uğraşıyor ya da evet, bunu yapmaya yelteniyorum. Sonuçta yapmaya çalıştığım şeylerin her ikisi de epey zahmetli işler (tabi ya, inanılmaz yorucu, kolumu kıpırdatmaya mecalim kalmadı) ama tarif ettiğim bu hali dikkatle incelersen eğer benim “dışındalıktan” anladığım şeyi de görmüş olacaksın.
    
Yaşamının her anında seçtiğin tercihler ne kadar önemli ve hayatîyse, “dışındalık” diye tanımladığım ruh hali için de aynı şey geçerlidir aslında. Çevrende olup biten tüm olayların ve doğal akışın dışında kalmayı seçmek bir tercihtir. Önemli midir? Aslında “dışındalık” o niteliğin de dışında kalmak anlamına gelir çünkü yaptığın şey öneminden ziyade basitçe her şeye karşı kendi tavrını yeğlemektir. Yani, “orada olmamayı” –tırnak içinde çünkü bedensellikten ziyade zihinsel soyutlanmadır anlatılmak istenen- seçmektir asıl olan.
 
Ve evet, sinemada bu hal genellikle ekrandaki adamın iç sesine atfen kondurulan, sanki bir başka benliğin asıl karakter üzerinden meşru kılınması şeklinde sunuluyor. Bana öyle geliyor. Sen hiç dikkat ettin mi bilmiyorum. Yine de genelleme yapmamakta fayda var.



Gelgelim Ed Crane'in bu "dışındalık halinin, tavrının ya da tercihin neresinde olduğu da biraz muamma! 

Ed, bir berber. Kaynının berber dükkânında ikinci koltuğun sorumlusu. Baş berberin yardımcısı yani. İşini lâyıkıyla yapan biri ve zamanının tüm saç modellerini neredeyse gözü kapalı kesip ortaya çıkaracak kadar maharetli de üstelik. Takdire şayan bir yanı daha var: konuşmayı pek sevmiyor. Bu bir sorun mu? Yo, neden olsun? Aksine, benim açımdan alkışlanacak bir tutum. Zaten kaynı tüm gün hiç susmadan konuşuyor ama Ed bunu da fazla önemsemiyor. Sadece saç kesmekle meşgul o.

Fakat çevresinde ne olup bittiğiyle fazla alakadar olmayan tiplerde olan şey gün geliyor Ed’i de yakalıyor. Ne ki bu? Elbette arayış. Mana arayışı. Kafasının içindeki düşüncelerle meşgul olan veya tek meşgalesi bu olan birinin, bir sabah aniden, sıkışmışlığın pençesine yakalandığını kabul eden bir memnuniyetsizlik haline uyanmasıyla başlayıp daha sonra da bu durumu değiştirecek seçenekleri bir an önce bulma telaşı içerisine girmek, bu ne olabilir; mesela, enine boyuna düşünüp taşınmadan, önüne düşen ilk ve sıradan bir planın parçası olabilmek adına, yoğun bir çaba içine girme aceleliği diye düşünebilirsin aslında.
  
“Orada Olmayan Adam” özelinde, tam da bu noktada konu biraz çetrefilleşiyor. Zaten Coen kardeşlerin ustalığı da burada gizli. Tüm bu anlamsızlığın içinde debelenen yalnızca kendisiymiş gibi, memnuniyetsiz bıkkınlığını giderecek bir arayışa, farklı bir şeylerin arayışına kendini adayarak, neticesinde birdenbire her şeyin değişeceğini zanneden birini yakaladıklarında, hayatın içindeki saçmalıkların içinde dolaştırıp, neredeyse bir kişinin üzerinden herkesin hayatının birtakım saçmalıklar silsilesiyle dolu olduğunu gösteriyorlar.

Ed Crane’de hayatını kendi rutini içinde sürdürürken, saç kesmenin anlamsızlığına takılıp, bir kısır döngünün kapanına yakalandığını hissetmeye başlıyor ve küçük bir gazete kupüründen esinlenerek, berberliği bırakırsa, sadece tek ortaklı başka bir iş kurabileceğini düşünmeye başlıyor ve bu düşüncesi bir bakıma, kendi hayatıyla beraber başkalarının hayatını da kökünden değiştirecek birtakım aksiliklerin önünü açmış oluyor. Mana, yavaş yavaş dibine doğru kaydığı bir bataklık gibi onu ve yakınındakileri yutuyor, yok ediyor.
         
“Dışındalık” haliyle çelişen bu arayışın kendi adına tamamıyla boka sarması bir yana, bir de üstüne karakterini biçimlendiren söz konusu tavrı sanki bir kartvizit gibi üstünden hiç eksik etmemesi, onu, adalet sistemi ve onun çarklarını döndüren memurlar nezdinde bir hayli tekinsiz ve tehlikeli bir tip modeline sokuyor.



Bu yüzden, görünümündeki “dışındalık” haline rağmen, bu hal ve tavra ters düşen tercihlerini de düşündüğümde, Ed’i deminden beri anlatmaya çalıştığım bu kavramın içine illâ sıkıştırmanın çok da doğru olacağını düşünmüyorum.

Filmin kendisinden ziyade kavramın doğasından bahsettiğimin farkındayım ama bir düşünsene, yani kavramdan bağımsız, ondan tümüyle ayırarak baktığında bu adama…

Geriye kalan kimdir?

Yani gerçekten, nedir bu adam?

Nasıl bir adamdır?
  
Belki inanmayacaksın bana ama mantıklı sorular bunlar zira filmin bir-iki yerinde bizzat kendisine de soruluyor bu soru:

“Sen ne tür bir adamsın böyle?”

Bu soruya onun da bir cevabı yok. Olmadığı için değil belki de kendisi de bilmediği için. Aslında jüri önündeki savunmasını bir tür kayıtsızlık manifestosu şeklinde sunabilecek kadar kendini tanıyan birisi o.

Ha, bu konuşma yakasını belâdan kurtarır mıydı?

(dudaklarımı birbirine yapıştırıp sonra da iki yana büzdüğümü varsayar mısın lütfen.)

21 Eylül 2018 Cuma

A Ghost Story (2017)


Diyelim ki; diyerek başlayayım…

Hâlbuki sadece benim tahayyülüm olacak bu. On beş kişi hep bir ağızdan ortak bir şey söyleyecek değiliz… değilim… saçma bir giriş kelimesi oldu. Beğenmedim. Düzelteyim.

Diyeyim ki;

Yanında durduğun kişi ansızın uzaktaki birini işaret ederek derki: Onun ruhu yaralı!

Bakarsın işaret ettiği insana… Bitkin, ağır adımlarla yürüyen, omuzları düşmüş, ellerini yanlarında mı tutsun cebine mi soksun kararsız ve aslında çok sıradan biri… Daha dikkatli incelediğinde bu kişi kederli de görünür sana, epeyce melânkolik ya da… Yılgınlığı ise ayrı muamma, hani neredeyse bedeninden dışarı taşan bir geleni kabullenme durgunluğu. Ve o beden aslında bir nevi kamuflâjı olmuştur; tesir alanı içerisinde, bir başkasının gözünden görülebilen ve bazen hissedilebilen, kendinden başkasını dışarı iten, hani o onarılamaz ve vuruntulu duygunun. Beden sadece deri ve kemikten ibaret bir elbisedir bu duygu için artık.

Ve elbiseye değil, ona bakmaya başlarsın. Görmek zorunda bırakır seni çünkü.
     
Sonra düşünürsün. Evet, o haklı. Bu duygu, öylesine kupkuru bir bedenden yayılıyor olamaz. İmkânsız bu. Yani bir baharatçı dükkânına girdiğinde üzerine yağan bir kokular bombardımanı olur ya, ha işte ona benzer bir şey bu. O kadar kesif bir berraklıkta ve karşında işte, daha ne söylemeliyim bilmiyorum.

Onaylamaktan başka bir şey gelmez elinden: Evet, onun ruhu yaralı.
   
Peki, şimdi de şunu bir düşün: bedeninden sıyrılmış bir ruhun ortalıkta dolaşıp durduğunu görüyorsun  –dur irkilme hemen-  doğal tepkimeler vücudunda derhâl kontrolü ele alıyor ve seni kontrolsüzlüğe doğru sürüklemeye başlıyor. Nedir bunlar? Hiç tartışmasız, korkudan her iki yoldan da altına kaçırıyor ve bilumum yerlerindeki her bir tüyün senden kaçmak istercesine dikilmesine engel olamıyorsun. Dişler istemsizce takırdıyor vesaire…

Tüm bu rutin aşamaları bir bir başarıyla yerine getirdikten sonra korkusuzca ve yalnızca onu gözlemlemeye başladığında, kafanın üzerinde bir ampul parlamaya başlıyor ve bu ampulün parlaklığı da giderek artıyor. Anî gelen böylesine bir ışıldamanın sebebi acaba: bu ruhun mevcudiyetinin içeriğindeki keder ve melânkoliyi, evvelden belki sadece hissedebilirken, şimdi gözünün önünde izleyebilmenin şaşkınlığıyla, ‘bu denli saf bir umutsuzluğu ve çaresizliği kendi şekliyle hiç görmemiştim ulan’ farkındalığından kaynaklı watt biriminin değeri yüzünden olabilir mi? 
  
Eğer öyleyse bu anlatmaya değer bir hikâye olur. Yahu kafanın üzerinde farazî bir ampulün yanıyor olmasını kastetmiyorum; tamam gerçi o da tuhaf bir öykünün konusu olabilir, ben diğer şeyden bahsediyorum. Ümidi kalmamış bir çaresizlikle, var olmayla olmama arasında kalan, hala hatıralarına ve sevgisine bağlı kalmaya meyilli bir varlığın öyküsüne atlamaya çalışıyorum. 
  
Daha birkaç ay önce, kendi ruhumla alâkalı olarak, (yakolabiterse’de) onu yarısı boşalmış bir dondurma kabına benzettiğim kısa denilebilecek bir yazı veya belki de bir beyanname yazmışken, içinde bir hayaletin dolaştığı hayli depresif bir filmin yorumuna bulaşmak ne büyük bir tesadüftür veya ne kadar saçma bir lâfazanlıktır değil mi? Yani bu bilgiyi sana belirtiyor olmak, diyorum. Allahtan alışıksın(dır) diye umuyorum; önceki yazılara aşinaysan hani…

“A Ghost Story” bir hayalet filmi evet ama yazan ve yöneten arkadaş da biraz insan beyninin algı bobinlerini hiç tereddüt duymadan, parmak uçlarıyla küçük küçük dürtüklemiş. Neden? E çünkü ekranda gördüğünde ne kadar uyduruk veya yadırgatıcı görünürse görünsün, ‘beyaz çarşafa bürünmüş hayalet’ görüntüsü herkes için kabul gören bir imgelemdir. Bu imgelemi zihinlerden çıkarıp son derece karanlık (yaklaşım bakımından) bir filmin ana imajı haline getirmekse başlı başına cesaret isteyen bir hamledir. Öyle.


Gerçi bu hamleyi geçerli sayılabilecek ya da inanılırlığı bir yere kadar kabul görülebilecek bir mantık üzerinden geçerli hale getiriyor Lowery. Bir paragraf yukarıda tanıştığın yani bu filmi yazıp ve yöneten imgelemci dostumuz oluyor kendisi. Ne yapıyor peki? Şöyle:

Seni alıp bir hastane morguna götürüyor ve sen içeriyi hemen bir kapı ağzından görüyorsun. Tanışalı henüz ilk çayının son yudumunu aldığın an kadar bir zaman geçmiş olan başkarakteri, sedyede boylu boyunca cansız yatarken görüyorsun. Üzeri beyaz bir çarşafla örtülmüş. Karısı başında ona bakıyor. Şaşkın ve biraz şokta haliyle. Kocasının yüzünü yine örtüyor ve çıkıp gidiyor oradan. Kimse fazla kalmak istemez.

Sonra uzun bir süre aynı açıdan içeriyi izliyorsun. Adamın cansız bedeni sedye ya da benzeri bir şeyin üzerinde duruyor. Bekliyorsun. Cansız beden. Üzeri çarşafla örtülmüş. Bakıyorsun. Ölmüş işte. Hala izliyorsun. E bu ne ya, derken – adam kafasını kaldırıyor. Sonra da doğrulup oturuyor. Bu sırada çarşaf üzerinden kayıp gitmiyor tersine kafasının hemen aşağısından kendiliğinden uzuyor. Anlatım bakımından gayet güzel verilmiş küçük bir ayrıntı. Yönetmen bu uzun plânla, adamın dirilmediğini, birdenbire kalkıp oturanın onun ruhu olduğunu anlamamızı istiyor. Beyaz çarşaf da güya onun son kıyafeti olmuş oluyor.

İyi de bundan sonra son ve tek kıyafeti olacak bu çarşafla karakterin duygu geçişlerini vermek nasıl mümkün olacak? Sorun olabilecek bu pürüzü de düşünmüş olmalı ki çarşafın yüz kısmına gözleri temsil eden iki küçük yırtık yerleştirmiş David Lowery. Bu sayede hayaletin duygusal geçişlerini, gözü simgeleyen o karanlık yırtıklar üzerinde değişen ifade farklılıkları sayesinde akılcı bir yolla vermeye çalışmış. Peki, olmuş mu? Bence gayet iyi olmuş.

Uzun plânlar filmin birkaç sahnesinde mevcut. Kocasının ani ölümünün şoku içerisindeki kadının, mutfak zeminine oturup getirilen koca tabak turtayı yemesi ve yönetmenin kesme yapmadan, kalça hizasına sabitlenmiş bir kamerayla, bu sahneyi olduğu gibi çekmesi filme ne gibi bir katkı sağlıyor tartışılır. Psikolojik dağılmanın eşiğinde olan birini resmetmektir belki niyeti; bu bilinmez ama sahne yaklaşık dört dakika civarı sürüyor. Filmin tarzına biraz yapıştırma kaçmış bir poltergeist (kendiliğinden hareket eden nesneler fenomeni) sahnesi de var.

Lowery’nin söylemek istediği çok fazla şey var. Filminde bunu hiç çekinmeden açık ediyor zaten. Çevre duyarlılığı bunlardan sadece biri. Bir parti sırasında mutfak masası çevresine toplanan gençlere uzun bir monologla konuşma yapan adam üzerinden de düşüncelerini paylaşmış. O da hayli etkileyici ve geveze bir sahne. Zamanı bir kavram olarak kötümser bir bakış açısıyla tanımlayıp, neredeyse kusursuz örnekler üzerinden harikulade bir üslupla anlatıyor bu adam ve filmin temelini oluşturan dayanağın ta kendisi aslında zaman.

Bedeninden ayrılan her ruh evine döner mantığından hareket ederek, sade bir anlatım tutturmaya çalışan “A Ghost Story” ilerleyen süresi boyunca seni hayaletin zaman algısına adapte etmeye başlıyor ve bunu da kısmen başarıyor. Onunla birlikte zamanda ve tarihte atlamalar yaşamaya hatta onunla hiç alâkası olmayan ama yaşanmış bazı olayların tanığı olmaya başlıyorsun. Bu sahnelerin dramatik yapısını, filmin tonunu biraz daha kara film düzeyine çeken müziklerinin de katkısıyla çok başarılı bir biçimde kurmayı başarıyor Lowery.

“A Ghost Story”nin müziğini yapan Daniel Hart, anlatılmak istenen şeyi anlamayı biraz daha kolaylaştıran, sağlam parçalar bestelemiş. Beni çok sarmayan bir iki tane pop parçası dışında film içinde ve harici olarak dinlemek büyük keyif. Özellikle “Thesaurus Tuus” kulaklıkla defalarca, defalarca, defalarca, defalarca ve defalarca…

Daha fazla ayrıntısına girip filmi senin için sürpriz olmaktan çıkarmak niyetinde değilim. O yüzden bu yazı bu kadar.
  
Ha son bir şey daha!

Kadın o evde artık yaşamak istemediğine karar verdikten sonra ayrılmadan önce ardında bıraktığı “şey” senin bir hayaletle empati kurabilmeni kolaylaştıran önemli bir detaya dönüşüyor ve hikayenin bağlandığı noktada içinde oluşan o his…