24 Aralık 2014 Çarşamba

A Scanner Darkly (2006)

“ ŞİMDİDEN YEDİ YIL SONRA ANAHEIM, CALIFORNIA ”
Nasıl yani… Bu ne biçim bir zaman algısı; hangi şimdi bu? Biraz sonra, yine mi şimdi olacak! Hangi anın şimdisinden başlayarak yedi yıl sonrasını tasavvur edeceğiz, diyorsun haliyle. Tamam, sakinleş ve…
Paniğe Kapılma! (Otostopçunun Galaksi Rehberi kitabının en önemli düsturu)
Diyeceğim şu ki, yapacak fazla bir şey yok. Muğlak bir zaman dilimini referans vererek perdesini açıyor “A Scanner Darkly” ve seni bilmediğin bir zamanın bilinci içerisinde tuhaf bir yolculuğa çıkarıyor.
Bu zaman boşluğu herhangi bir andan sonra gerçekleşmesi muhtemel, yakın geleceği öngören bir yarı-kehanet algısı oluşturuyor zihninde. Sadece bu kadar mı? Tabi ki değil, olması mümkün değil; K. Dick hiçbir metninde az ile yetinen bir yazar olmadı. Birçok uyarlamasına zaten aşinasındır değil mi? Tabi kim değil ki; hele bir de bilimkurgu edebiyatının tutkulu bir takipçisiysen, bu babanın kitaplarını hatmetmiş ve sana sorduğum bu soru karşısında direk gardını alıp: “yahu kalk git buradan, sorduğun soruya bak!” gibi gereksiz bir ukala tavır içine muhtemelen girmişsindir. Anlarım, hiç kaçırmam…
Pekâlâ, diyelim ki bu soru senden şüphe duyuyormuşum gibi bir intiba bırakıyor üzerinde ama bir düşün bakalım; evet böyle bir soru sordum, ama niye sordum…
–tanıdık geliyor mu, Şener Şen’in İlyas Salman’a “Banker Bilo, 1980” filminde paçasını kurtarmak amacıyla onlarca kez sorduğu merak uyandıran, o müthiş felsefi soru- tabii ki benim kefeni yırtmak gibi bir derdim yok. Tek derdim romanla film arasındaki bağlantıyı kurabilmek, yemin ederim. Çay?
Boş ver bayat zaten; gel benimle…
Şüphe! Nedir şüphe, çoğunlukla tetiği çeken parmağın kendisi değil midir? (yemin ederim film-noir repliği gibi oldu) Metnin kendisi de zaten bu ikircikli duygudan beslenmiyor mu? Dolayısıyla sinema uyarlamasının yapım aşamasında romanı (maalesef okumadım; aha yakaladım işte, gözlerini devirdin tahammülsüz pozlarında!) insanın içini kemiren şüphenin, eninde sonunda paranoyanın huzursuz kucağına çöreklendiği eleştirel bir distopya şeklinde senaryoya dönüştürmek bence çok isabetli bir tercih.
Yazarının başlıca endişesini yakalamış ve asıl noktayı ıskalamamış Richard Linklater. Zaten K. Dick’in esaslı bir takipçisi olduğu yine kendisinin çektiği 2001 yapımı “Waking Life”da, tilt makinesinin önünde zaman öldürürken bir yandan da yazardan alıntılar yapan bir adamı canlandırdığı sahnesinden çok belli. Ne filmdir ama o da; insanın dimağını çok yoran, mantığın tülbentten damıtılmış halini gördüğün, algının sorgulandığı bir manifestodur. Seyrettiğinde hortumla bir araçtan benzin çekmek gibi, beyninin midendeki suyu somurduğu hissiyatı veren korkunç bir bulantı bırakır ardında. Henüz bilinen bir reçetesi yoktur. ‘Tekeri Patlak Karavan’ın duvarında rastlarsın yakında.
Philip K. Dick tarafından 1975-77 yılları arasında yazılan “A Scanner Darkly” romanını sinemaya uyarlarken yönetmen Richard Linklater, “Waking Life” da kullandığı yöntemin aynısını uygulamış. Kabaca bir özetle, gerçeği animasyona dönüştürme tekniği şeklinde açıklayabileceğim bu usulü yönetmen bir bakıma kendi imzası haline getirmiş durumda. Bu zorlu animasyon tekniği yüzünden filmin çekim sürecinden sonraki yapım aşaması bir yılı aşkın bir sürede tamamlanabilmiş. Büyük sabır!


Çok güçlü bir uyuşturucu olan (D Maddesini) ekmek-su gibi tüketen küçük bir keş grubunun içine sızan devlet ajanı Bob Arctor’un (Keanu Reeves), beyinde kalıcı hasar ve etkili sanrılara yol açan bu maddeyi, görev icabı en az onlar kadar yoğun bir biçimde kullanması ve onun üzerindeki etkileri merkezinde gelişen öykü sanki bir hırsız-polis filmi dinamiğinde gelişen paranoyak bir distopya. Biliyorum, biliyorum; daha önce de yazmıştım…
Hem eleştirel hem de paranoyak bir distopya! Tamam mı? Sabrımı zorlama…
Arctor’un evinde yaşayan ikiyüzlü ve güvenilmez karakterli Barris (Robert Downey Jr.) ile saf ve iyi niyetli ama analitik bir zekâya sahip olduğunu zaman zaman belli eden Luckman (Woody Harrelson) her türlü uyuşturucuyu ve D. Maddesini periyodik olarak kullanan iki kafadar.
Diğerleri Arctor’un kız arkadaşı ve tabi ki madde bağımlısı Donna (Winona Ryder) ile en tutarsız ve şizofrenik karakteriyle, D. Maddesi kullanımı tavan yapmış Freck (Rory Cochrane), Arctor’un soruşturmasının hedefi konumundalar.
Bu aşamada küçük bir ayrıntıdan bahsetmem gerekiyor. Philip K. Dick’in hayat görüşü ile filmdeki karakterler arasındaki bağlantı veya eşdeğerlilik oldukça açık.
Kaotik bir yaşam düzeni ile hayatını noktalamış olan yazarın, uyuşturucu madde bağımlılığı ve ruhsal yapısındaki şizofrenik eğilimleri, yaşadığı dönemin önemli bir zaman dilimini kapsıyor. Yazar ölümünden beş yıl önce 1977 yılında “A Scanner Darkly” romanı için yapılan röportajında, (filmin DVD sürümünde, özel seçenekler kısmında röportajı altyazılı olarak seyretmek mümkün) Amerikan gizli servisleri olan CIA ve FBI’ın hakkında oluşturdukları dosyaları bizzat gördüğünü söylüyor. Evinden bazı belgelerin de çalındığını ve sorumlusunun kim olduğunu da hiçbir zaman bulamadığını ekliyor.
CIA ve FBI… İnsan bir tanesinin bile veri tabanına düşse korkudan etekleri tutuşur. İkisinin birden peşine düştüğünü ve seni takibe aldıklarını bir düşünsene! Kapını bir sabah “Siyah Giyen Adamlar” fenomenine uyan iki kişiye açtığını farz et ya da pencereden her baktığında karşı kaldırıma park edilmiş duran aynı siyah minibüsü gördüğünü…
K. Dick’in paranoya ve şizofreniye yatkın karakterini paravan olarak kullanarak bazı gerçekleri bu sayede örtbas etmiş olabilirler. Her şey beklenir bunlardan! Kennedy suikastı, UFO örtbası…
Bir buçuk ay önce eve fiber-internet bağlattım –dinle bak, önemli- ve eve gelen teknikerlerden biri, kabloyu içeriye arka taraftaki yangın merdiveni çıkışından getireceklerini söyledi. Fakat yangın merdivenine açılan kapının üzerinde bir asma kilit vardı ve anahtarı da yoktu. Kapının kilidinin kırılması gerektiğini söylediler ve öyle de yaptılar. Fevkalade güzel, peki ama bir yandan düşünüyorum da; artık o kapıda bir kilit yok. Tabi ya şimdi anlıyorum, bir oyun bu! Ya tüm amaç zaten başından beri bu ise, o kapının asla kilitli kalmaması gerektiğini düşünmüşlerse!
Yüce Manitu aşkına! Benden istedikleri ne olabilir ki; eşsiz güzellikteki Pink Floyd arşivim dışında neyim var benim…
Kolumu alnıma götürüyorum ve perde iniyor! Alkışladığını duyar gibiyim, teşekkür ederim.
Yalnız gerçekten artık bir kilit yok o kapıda, fiber-internet geldi – asma kilit gitti. Hakikat bu. O kapıdan artık dünyanın tüm gizli servis örgütleri rahatça girebilir ve belki de aralarında ilk kimin gireceği üzerine bir anlaşmazlık yaşanırsa, bu rekabet iklimi devletlerarasında bir krize ve borsada küresel ekonominin çöküşüne kadar uzayıp giden kitlesel bir histeri nöbetine yol açabilir. Açlık ve kıtlık yaşanmaya başlar. Ardından bildiğimiz medeniyetin çöküşü ve belki de uzaylı bir ırkın bu durumdan faydalanarak dünyayı işgali! Heyhat…
Şu yazı bitsin de, en iyisi ben gidip yeni bir asma kilit alayım şu yangın merdiveni kapısına. Herkesin iyiliği için.
Philip K. Dick’i bariz ama biraz abartı sosuyla çeşnilendirilmiş (sos ile çeşnilendirme tabiri aklıma hemen “Hannibal” ı getirdi; anlaşılan paranoyadan psikopatlığın doğasına kolaylıkla geçiş yapabiliyorum) bir karakterle temsil eden -bence tabi- Freck çok ilginç ve izlemesi keyifli bir kişilik. Örneğin, tencerede ne olduğu belirsiz bir şeyi kaynatırken aniden intihar etmeye karar verebiliyor. Radyoda dinlediği bir ses (K. Dick’in kendi orijinal sesi olabilir) onu bu konuda cesaretlendiriyor ve nasılsa yaşadığı çevrede intiharın çok önemsiz bir ayrıntı olarak kabul edildiğini ve asıl önemli olanın ardında bırakacağı şeyler olduğu konusunda ona telkinde bulunabiliyor.

Elbette Freck o grubun içinde kendisini D Maddesine bütünüyle teslim eden yegâne kişi. Okulun bahçesinde çeşmenin önünde su içme sırasını beklerken gördüğün, musluğu bütünüyle ağzına alıp suyu hiç dışarı taşırmayan o tuhaf çocuklara benziyor. Demek istediğim, kullandığı yoğun uyuşturucunun etkisiyle hareket ettiği açık. Şizofreni ile kuşatılmış bilincinin dışa vuran mikrofonik sesini dinliyor.
Kafasında duyduğu radyodaki ses onun intiharını bir tür edebi okuma gibi betimlerken, bir yandan da bu anlatıyla Freck’i neyi nasıl yapacağı konusunda yönlendiriyor.
Masaya oturup intihar mektubunu yazıyor ama içeriği iptal edilen kredi kartı protestosu üzerine, bağımlı doğasından beklenildiği üzere hap içerek ölmeyi planlıyor ama son anda o hapları ucuz bir şarapla değil de 2001 “Azalea Springs Merlot” şarabıyla yutmak istediği kararına varıyor ve kalkıp bir de şarabı almak üzere yolculuk yapıyor. Yatağına kütüphanesinden seçtiği favori kitabını (Ayn Rand-Fountainhead) göğsüne koyarak uzandığında, hiç üşenmeden gidip aldığı kaliteli şarabın eskortluğunda yuttuğu hapların etkisini göstermesini bekliyor ve maalesef ölmenin hizasından bile geçemiyor.
Çünkü bünyesi her türlü hap ve uyuşturucu maddesine karşı bağışıklık kazanmış olan Freck, onlarla ancak ölüm temalı bir tribe girebiliyor. Haline acıyıp üzülsen mi yoksa zavallılığı ile dalga geçip gülsen mi; karar vermek zor. Asıl trajikomik olan şey, ölmeyi beklerken bile karşısına öncelikle ruhani dünyanın bürokratik engellerinin çıkıyor olması. Yatağının hemen ayakucunda elinde döndürülerek açılan oklavalı parşömenle (ne biçim tarif ettim, gözünde canlandı mı?) ortaya çıkan, kafasında onlarca gözün fır döndüğü takım elbiseli şık bir tip, Freck’e öncelikle kendisine günahlarının okunacağını söylüyor ve bu okumanın sonsuza kadar süreceğini, hiç bitmeyeceğini de belirtiyor.
Haklı da çıkıyor. Aradan bin yıl geçtiğinde henüz altıncı sınıfa ulaşmış ve mastürbasyonu keşfettiği yıla ancak varmış oluyorlar.

14 Aralık 2014 Pazar

44 Inch Chest (2009)

Yazarken genellikle beğendiğim sahneler hakkında kalem oynatmadan önce, oradaki karakter veya karakterler üzerinde biraz empati kurmaya çalışırım. Daha sonra arkadan ne geliyor bir bakar ve işte bildiğin üzere…
Başlayayım öyleyse…
Adam işinden evine döner; aklında karısı ile yiyeceği akşam yemeğinden başka fazla bir şey yoktur. Belki birkaç şey hakkında sıradan konuşmalar olacağını öngörerek (görülmesi planlanan filmler veya üç-beş politik lakırdı, dışarıda sürekli havlayan köpeğin ne gibi bir derdi olduğu üzerine gereksiz kafa yormalar ya da çocukların geleceği üzerine, dışarıda havlayan köpek üzerine yapılan zihin jimnastiğinden bir tutam daha kapsamlı bir zihin jimnastiği vb.) kendini buna hazırlamıştır.
Mutfağa girdiğinde, yemekte ne var diye sorar ve aslında bilmese de olur. Çünkü zaten ne olsa yiyecektir. İşinden evine dönen ailenin reisine, kadın tarafından hazırlanmış bir tür ödüldür o yemek ve buna riyakârlık gösterilmez. Sadece bir kurgudur yaptığı, kendisi için inşa ettiği dünyanın içinde ufak bir rol. Evli bir adamdır.
Karısının gözlerinin içine bakmaya çalışır ve gülümsüyordur bir yandan da çünkü müşfik kocadır ya; o da rolünün bir parçasıdır. Fakat kadının gözlerini bir türlü yakalayamaz; içine baktığı o gözler bakışlarını sürekli sol tarafa doğru kaçırıyordur. Çıkış yolu arayan, kapana kısılmış bir leopar gibi. Biraz sonra sırtını döner adama ve ocağın üstünde dumanı tüten lanet olası bir yemek de yoktur. İnşa ettiği tüm dünya, kafasına bir moloz yığını olarak göçmek üzeredir.
Pekâlâ…
Filmde hiç böyle olmuyor! Hayır, demek istediğim olaylar benim tasavvurumdan biraz daha farklı gelişiyor. Ha yalnız, kadının o anda sırtını döndüğü spesifik bir gerçek. O oluyor. Ben sadece empati kurabilme adına mevzunun çevresinde dikkatlice turluyorum ve bu esnada gözlerine bazı ipucu kırıntıları serpiştiriyorum. Kendini aldatılmış mı hissettin yoksa. Bir yerlere varmak üzereyiz öyleyse!
Ne klişe cümleler…
2009 yılı yapımı “44 Inch Chest” başkarakteri Colin’i (Ray Winston) böylesi dramatik ve acımasız bir aldatma olayının merkezine yerleştirip, sana şiddetli bir hesaplaşma öyküsünü vadeden bir yapım. Evli olmayan biri için empatinin pek de mümkün görünmediği bir durum ya haydi neyse, denedim en azından!
Elbette filmin fazlası ile erkek bakış açısı ile anlatıldığı bir gerçek ve yazının başındaki tasavvurum da sanki bu bakış açısını bir miktar destekler nitelikte oldu. Yahu hakikaten öyle oldu galiba, ulan kendi ayağına kurşun sıkmak buna denir işte. Neyse, aslında bana göre her iki taraf da ihanet mağduru olabilir; ne demek bana göre, tabii ki öyle olur. Aradaki fark ise büyük olasılıkla, kadının hesaplaşma için daha karmaşık ve kurnaz bir yol izleyeceğidir; direk saç-baş yolan, işi agresifliğe dökmüş kadınları ayrı tutuyorum haliyle. Benim düşüncem bu.
Nihayetinde “44 Inch Chest” karısına neredeyse tapan bir adamın ihanete uğraması üzerine tasarlanmış bir film ve seyrederken kendini cinsiyetler arası bir sidik yarışı turnuvasında hissetme gereği de yok; gerçi benim kuruntum bu, kimsenin böyle hissedip de fermuarını yavaşça aşağı indirecek bir motivasyona gireceğini sanmıyorum. Belki ben böyle hissettiğim için kendi nesnelliğimi senin üzerinden sorguluyorum. Fermuarıma hiç dokunmadım bile yanlış anlama, o sadece aklıma gelen bir teşbihin görsel materyali idi. Takılma ona…
Neden bu filmde fermuar aşağı indirilsin canım, porno mu bu!
Hepsi senin suçun! Öyle tabi…
Unut gitsin, bak ne diyeceğim; filmin yönetmeni Malcolm Venville çok fazla dış mekân kullanmadan senaryoyu başarılı bir şekilde kotarmasını bilmiş… Yaa!
(Gül biraz…)

Filmin büyük çoğunluğu kapalı bir mekânda geçiyor ve bu tercih filme tiyatrovari bir atmosfer kazandırırken, bir yandan da oyunculuğu ön plana çıkartan muhteşem diyaloglar seyrediyorsun. Tabii usta oyunculardan kurulu kadrosu yönetmenin elini güçlendiriyor. Özellikle “Old Man Peanut” rolünde usta aktör John Hurt’ü seyretmek büyük keyif…
Filmin kuru bir aile trajedisi dramı anlatmak ve o türün klişelerinin izinden gitmek gibi bir derdi yok. Sana Colin’in bu ihaneti (ihaneti diyorum çünkü o öyle düşünüyor, karısını çok seven bir adam var karşında; aralarındaki ilişkinin yürümediğini kabul etmiyor ya da bunun sebebinin karısının hiç çaba göstermemesine yoruyor; objektifliğimi sorgulayıp durma…) kendi vicdanında sindirme ve bu şoku nasıl atlatacağı üzerine odaklı bir hikâye anlatıyor. Colin’in mantığı ile öfkesi arasındaki ikilemden türeyen çatışmayı izlemek ilgi çekici. Yer yer kendisiyle halusinatif bir didişmenin içine de giriyor.
Tabii yaşanan şey bir namus meselesi ve “mahalleden” eski dostların da haliyle kirlenmiş bir namusu eskisinden daha beyaz yapana kadar çitilemek üzere Colin’in tarafına dâhil olması kaçınılmaz; öyle olunca aldatan kadın Liz (Joanne Whalley) ve aşığı (Melvil Poupaud) tarafından ödenecek bedel son derece hoşgörüsüz bir sonuca doğru evriliyor.
Zaten çok da fazla bir emek sarf etmeden, Colin’in dünyasını başına yıkan aşk çocuğunu buluyor ve kafasına geçirilmiş bir çöp poşetiyle, bir lağım sıçanı gibi aciz bir halde onun karşısına oturtuyorlar. Gördüğün sahne karşısında, bu çaresiz ahmağın bir kaçamak yüzünden damarlarında dolaşan deli kanın belki de son kez kasık dolaylarına doğru akmış olacağı kanısı zihninde oluşmaya başlıyor.
Ağır oldu bu be, ben de mi Colin’in tarafındayım yoksa. İyi tamam, objektifliğimi sorgula…
Aşağılayıcı bir üslupla kana üşüşen köpekbalıkları gibi sandalyeye oturttukları aşk çocuğunun yamacında dönüp dururken, öylesine şeffaf bir sorgulamadan geçiriyorlar ki –sorgulama da denmez aslında, her soru veya tahmine kendileri cevap veriyor- yüzün kızaracaksa hiç seyretme!
Antik bir geleneğin iffetli şövalyeleri gibi davranan bu babalar: eşcinsel Meredith (Ian McShane), annesi ile oturan Archie (Tom Wilkinson), Liz’e erotik bir hayranlık duyan Mal (Stephen Dillane) ve en sert tepkiyi koyan, merhametsiz ve sanki gizli homoseksüel Peanut (John Hurt), engizisyon mahkemesi acımasızlığında bir öfkeyle saldırıyorlar. Gecenin kör vaktinde mühim ve kendi mantıklarına göre gerekli bir infazı gerçekleştirmek için toplanmış bu beş adamın (Meredith’in ortama karşı mesafeli ve soğuk tavrı ilginç) tüm çabası sanki Colin’i meselenin hassas yapısına karşı bir tür leke sökücü deterjan rolüne hazırlamak. Onlar yalnızca kan istiyorlar. Bu leke yalnızca kanla ovarsan çıkar diyorlar.
Ben demiyorum, onlar diyor.
Bak yine…


4 Aralık 2014 Perşembe

Allegro Non Troppo (1977)

İlk kez seyredildiği anda değeri tam anlaşılamayan ve önemsiz bulunan filmler vardır. Bunlardan bazıları, ancak yıllar sonra hak ettiği değeri kazanan ve kendiliğinden kült-film seviyesine yükselen yapımlardır. 1976 yapımı “Allegro Non Troppo” en azından benim düşünceme göre bu tanıma fazlasıyla uyar.
Amacı klasik müzik ile animasyonu koordineli bir düzen ve görsellikte seyircisine sunmak olan film aslında kendisi ile de bu amaç yüzünden dalgasını geçiyor. Walt Disney yapımlarıyla arasındaki fark da, bu mizahi yaklaşımla beraber hemen kendisini belli ediyor zaten.
İtalyan bir film yapımcısı, Walt Disney filmlerinin görsel ve işitsel şatafatını kıskanır ve hevesle böyle bir film yapmaya soyunursa ne olur? Üstelik imkânsızlıklar elini kolunu bağlıyorsa! Çare: zindanda çürüyen bir çizeri filmin animatörü olarak işe alıp, orkestrayı da yaşlı çingene kadınlardan oluşturursan işin yarısını halletmiş olursun. Animasyonlar dışında filmde işlenen ana mevzu bu.
Hani neredeyse Mel Brooks’un absürt komedi tarzına yakın bir üslup!
“Allegro Non Troppo” gözlerinin önüne Disney filmleri gibi steril bir dünya inşa etmiyor; her animasyonun alt metni sosyolojik ve kültürel taşlamalarla bezenmiş ve sadece komediden değil dramdan da beslenen bir görsellik dokusu oluşturulmuş. Bu yüzden herhalde filmin adının Türkçe karşılığı “Neşeli ama çok fazla değil” anlamına geliyor.
Kariyerinin neredeyse tümünü animasyon filmleri ile şekillendiren (çoğunluğu kısa filmler) yönetmen Bruno Mozzetto’nun aynı zamanda senaryosunu da, biri başrol oyuncusu olan Maurizio Nichetti (Animatör rolünde izliyorsun) ve bir illüstrasyon ve animasyon sanatçısı olan Guido Manuli ile beraber yazdığı “Allegro Non Troppo” yu mutlaka izlemeli ve bu sıra dışı film hakkında, kendi beğeni ölçütlerine göre bir fikir oluşturmalısın.
Kendi adıma bu filmle oldukça erken yaşta tanıştığımı söyleyebilirim; ilk kez yıllar önce TRT’nin 2. Kanalında ve oldukça geç denebilecek bir saatte yayınlandığında görmüştüm.
Filmdeki altı animasyonun da hepsi birbirinden güzel ve değerli ama hem Ravel’in “Bolero”sunu çok sevdiğim için hem de yıllar önce ilk seyrettiğimde, filmin bütününden ziyade bu bölüme hayran kalmamdan (sonra bu kanı değişti tabi) ötürü, yazımın içeriğini de filmin bu müthiş sekansına kaydırdım.
Yıllar geçtikçe belleğimde “Bolero” ile filmin bu animasyon bölümünü özdeşleştirmiş ve ikisini ayrı düşünemez olmuştum. Hatta Mersin Senfoni Orkestrasının “Bolero” performansını canlı olarak izlediğimde dahi, her an sahnenin önünden bir dinozor korteji geçecekmiş hissine kapılacak kadar bu animasyonu benimsemiştim. Belki orkestranın şefi Spielberg olsaydı bu mümkün olabilirdi. Elbette orkestra ile birlikte bir faciayı da yönetmiş olurdu.
Bu arada Mersin Tiyatro Bale Binası çok büyük bir bina değildir. Yanlış anlaşılmasın. Gerçi hiçbir tiyatro salonu bir dinozor kortejinin yürüyüş yapabileceği genişlikte olamaz; konuyu dağıtmış bulunmaktayım, biliyorum.
Toparlamak için filme dönmeli.
Bu kısa animasyon bölümüyle birlikte bir yaradılış efsanesine şahit olurken, Ravel’in “Bolero” sunun o bilindik üflemeli ve vurmalı çalgıların yavaşça artan temposu ile birlikte heyecanın ikiye katlanıyor.


Bir uzay mekiğinden fırlatılan kola şişesinin içinde kalan az miktardaki meşrubatın, biyolojik bir değişime uğradıktan sonra canlı bir varlığa dönüşmesi ve bu varlığın şişenin içinden çıkıp gezegendeki maceralı yolculuğu esnasında giderek evrimleşerek çoğalması ve sonunda tüm kötülük kaidelerinin yine insan suretinde gerçekleşiyor olması, hem çok zekice hem de son derece gerçekçi bir eleştiri!
Birbiri ardına devrilen çağlar gözünün önünde aktıkça, çevrede olup biten her şey gözüne tanıdık gelmeye başlıyor.
Bu sekansı sana daha fazla yorumlayarak sürprizini bozmak istemiyorum. Çünkü filmin bütünlüğü kısa animasyonların birbiri ile olan bağlantısından oluşuyor. Zindandan çıkarıp getirdikleri genç çizerin, yaşlı çingene kadınların çaldığı senfoni başyapıtlarına karşı hissettiği duygular, o parçaya ait animasyonun da bir bakıma konusunu oluşturuyor.
Sanırım “Bolero”nun coşkusundan sen de şüphe duymuyorsundur.
Ravel bile bu dinozorların peşinden yürürdü!


Boléro by dinplink