30 Aralık 2015 Çarşamba

Wristcutters: A Love Story (2006)

Birisine bir gün her şey yeterli gelir ve artık bittiğini anladığı an, tüm âleme (eğer serde narsistlik de varsa, yazılı olarak) ilân eder:
“Tüm hayal kırıklıklarımı tıkıştırdım bohçama ve öteki dünyanın otoyolunda otostop çekmeye çıktım!”
Teşbih gayet anlaşılır ve açıktır ki, mantık düzleminde konumlanmış tüm kanaatler zelzeleye uğramış ve hepsi yerleşik ve oturmuş kalıbından sökülmüş ya da yerinden oynamıştır. Böylece hayata karşı verilen bu nefsi müdafaa kapışmasında, kayışı kopartan bu zavallı insan evlâdının, usulen haklılık gerekçesi tam ve yerinde bulunmuş ve öte dünyaya iltica girişimi muhtemelen kabul görmüştür.
Resmi yazı paragrafı gibi oldu biraz. Mührü vur! İmzayı yapıştır! Bürokratik teamüllere uygun. Ne! Yoksa sen, orada olmadığını mı düşünüyordun. Bürokratik bokun püsürün demek istiyorum. En süründüreninden hem de, neyse konu bu değil…
“Wristcutters: A Love Story” neşesinin içinde tuhaf ve soluk renkli bir ıstırabı, az buçuk çekinerek, önüne iteleyen bir film. Ne güzel. Kaşıkla gitsin.
Sana, aşk acısının en makbulünü tarif etmeye kalkışıyor ama hiç öyle didaktik mesajlar vermeye kalkışmadan, sıradan ve olağan hallerle yapıyor bunu. E sen de bir kıyaslama yapacak tecrübeye sahipsin elbette. Bu tarif oldukça anlaşılır. Aşkından bu dünyada ağlıyorsun, kederinden boşalan salya sümüğü öteki dünyada siliyorsun. Muhteşem. Yanlış anlama, ağlak bir Türk filmi melodramı benzeri bir şey değil bu, hatta filmde ağlayan biri bile yok. Öyle değil. Yani yarım kalmış meselelerin peşini asla bırakmama inadını anlatmaya çalışıyorum, esprili bir dille, belki de yapmasam daha iyi anlatabileceğim. Aman kime ne!
Sanıyorum senin de kabul edeceğin gibi, öte dünyaya gidiş biletini kendi iradenle kesmenin sebepleri değişkendir ve haklıydı-haksızdı konusunu didiklemek sıkıcı ve manasızdır hatta tartışmak bile çoğu zaman anlamsız ve saçmadır. Çünkü gitme sebebini yalnızca giden bilir. Elbette bundan farklı düşünüyor olabilirsin. Orasına ben karışmam…
Aşk çoğunlukla baskın bir sebeptir. Değil mi? Bana katıldığını düşünüyorum.
“Wristcutters: A Love Story”in hiç sıkmayan ve eğlenceli bir karamsarlığın hemen kendini ele verdiği hikâyesinde, çok geçmeden fark edeceğin en büyük ayrıntı belki de: tüm âşıkların başının üzerinde bir hale gibi taşıdığı o uğursuz gözü karalık ile birlikte, hiperaktif kimyanın zihni çırpmaya başladığı dakikalarda, kontrolün yitirilmeye başlandığı andan itibaren aslında kontrolün hala kendinde olduğu algısına yelken geren o yanıltıcı ruh halidir. Aşk şüphesiz, insanda bir tür donanımsal arızaya yol açan fakat her halükarda, kaçınılmaz olarak, ona sahip olunması arzusunun baskın çıktığı bir illüzyondur. Sonucunda muhtemel ‘zincirleme kaza’ benzeri felâketleri tetiklese de…


Zia (Patrick Fugit) ismindeki genç adam da bu arzuya kendisini kaptırıp, akıntının içinde kaybolup giden ahaliden. Terk edilme acısını bastırabilmenin en iyi çaresinin bileklerini doğramadan geçtiğini düşünerek banyosunu kan deryasına çeviriyor. Elbette sadece kendini öldürenlerin gittiği tuhaf bir dünyaya gözlerini açacağını bilmeden yapıyor bunu; sıkıcı ve rutin işlerin hala devam ettiği, hatta yaşamak (!) için bir işe ihtiyaç duyacağın türden bir ara dünya burası!
Aklıma hemen, böyle bir hikâye Tim Burton’un elinde neye dönüşürdü acaba, sorusu geliyor. Kumlardan yılan benzeri tuhaf yaratıklar mı çıkardı yoksa şekli ve tabiatı insana benzemeyen eciş bücüş varlıklar mı doldururdu ekranı? Başka bir dünyayı betimlerken seni o dünyaya yabancılaştıracak tüm elementleri bir bir sıralar ve büyük oranda da bu yabancılaşma üzerinden hikâyeyi yürütürdü gibime geliyor. Goran Dukic’in neyse ki böyle bir derdi yok. Herkesin, ölümünden kendisinin sorumlu olduğu bu ara dünyayı sadece daha renksiz ve silik bir gri tonda göstermeyi tercih ediyor.
Zia kendisinden birkaç ay sonra, bileklerini doğrama sebebi olan sevgilisi Desiree’nin (Leslie Bibb) de kendi canına kıydığını, alışveriş için gittiği markette kafasını boylu boyunca ikiye ayırmış bir başka ahbabından öğrendiğinde, pişmanlığını bir kenara koyup tüm benliği ile sevdiği bu kadını aramaya girişiyor. Kendisi burada ise, onunda bu dünyada bir yerde olması gerekiyor çünkü.
İşte sana aşkın, kan vücuttaki dolaşımını yapmadığında bile etkili hararetini koruduğunu gösteren önemli bir ayrıntı; bu meret her türlü durumda zihni kontrolüne alabiliyor. Ölüysen bile…
Bu noktadan sonra ise, arayıp da bulamayacağın (kolaylıkla bulamayacağın) tarzda bir tür yol filmi seyretmeye başlıyorsun ve evet, çok da eğleniyorsun. Zia, çılgın bir amatör Rus Rock grubunun solisti olan Eugune ve onun kendisi kadar tuhaf arabası ile Desiree’ye yeniden kavuşmak amacıyla yollara düşüyor. Bu arada Eugune demişken, bu adamı kim yazdıysa eline sağlık demek gerekiyor. Oynayanı da muhteşem olunca, ortaya hayli orijinal bir karakter çıkmış. Ona hayat veren aktör Shea Whigham’ı “Boardwalk Empire” dizisine aşina isen, Eli Thompson rolüyle belki hatırlarsın.


Yol hikâyelerinin değişmeyen en önemli (çoğunlukla) unsuru arabalardır; öyküye karakterden fazlasını katarlar. Senin de bildiğin gibi, uzun yola çıkacağın arabanın dikkatli seçilmesi gerekir. Dikkat etmen gereken bir sürü detay vardır. Meselâ, freni tutuyor mu? Aklına gelsin! Ha! Farlar sağlam mı? Ne bileyim işte, yağı suyu tamam mı? Sağ ön koltuk altında bir kara delik mevcut mu? Tabi. Bu da önemli. Elinde ne tutuyorsan sıkı tut, kayıp koltuğun altına giderse haydi geçmiş olsun. Kara delik tarafından yutuldu bile. Zia’nın bu anlamda güneş gözlüklerinin seri katili olduğu söylenebilir. Hemen hemen hiçbir şey elinde sağlam kalmadan başka bir boyuta sürüklenip gidiyor.
E söylüyorum sana, burası enteresan bir dünya!
Bir başka güzellik de yoldan aldıkları Mikal. Kendine has çocuksu bir güzelliğe sahip bir kadın Mikal ama aynı zamanda baş kaldıran bir yapısı da var. Kendisinin bu dünyaya yanlışlıkla getirildiğine inanıyor ve bu yüzden yetkililerle görüşmek için yollara düştüğünde ise Zia ve Eugune ile karşılaşıyor. İkisi ve içinde her şeyi yutmaya eğilimli bir kara delik barındıran arabaları ile birlikte yollara düşmek onun için hiç sıkıntı değil. Gidilecek yönü bile biliyor aslında. Mikal’e can veren Shannyn Sossamon’u izlediğinde, benim gibi ona hayran olacağına (tamam, çoğunlukla güzelliğine; niye ki oyunculuğu da gayet iyi, e o zaman güzelliğini ne sıkıştırıyorum araya, e güzel kadın çünkü, tamam kapatıyorum parantezi) eminim.


Tom Waits!
Bu kadar tuhaflığın arasında onu da görmek hoşuna gider mi? Zaten kambersiz düğün olmaz deyişine yakışan bir öngörüyle her tuhaflığın içine kendisini atmasını bilen bir üstat. Onu seyretmek apayrı bir zevk. Çünkü komik bir adam ama bu özelliğini, kendisini saçma bir mizahın mizanseni haline getirmeden becerebilen ve oyunculuğu da gayet iyi kotarabilen bir zırdeli. Haydi, onu da yazdık kadroya.
Başka ne söylenebilir ki…
Bilemiyorum, belki de sen karalarsın bir şeyler… Senden de okumuş oluruz onları.
Sadece küçük bir son söz;
Bu film, bohçanda ne kadar çok hayal kırıklığı varsa gideceğin yerde benzer dolulukta bohçalara sahip insanların arasına karışacaksın, diye fısıldıyor kulağına. Öncesinde biraz cesaretli olmak gerekiyor belki ve…
Unutulmaması gereken önemli bir ayrıntı! Bir anlamda, gidiş biletinin kırmızı mürekkepli yarı silik damgası…
Bileklerini aralayacağın dikine yırtıklar…
Hani tren rayları nizamında, bir yolculuğu anımsatan.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Ink (2009)

Sokak kaldırımlarında satılan o ucuz CD’leri hatırlar mısın? Gösterime yeni çıkan veya çıkmasına daha birkaç ay olan filmler, önce o kaldırımlardaki tezgâhların malı olurdu.
Bazen aralarında, hiçbir yerde rastlayamayacağın, tuhaf filmler de olurdu ve eğer şanslı isen o filmleri yakalayabilirdin.
Bağımsız ve düşük bütçeli filmlere karşı olan tutkum, yıllar öncesinde (yanılmıyorsam 2000’lerin başıydı) başlamış ve sanki kan içmeye çıkmış bir vampir açlığında ya da burnu kilometreler ötesinden leşin kokusunu alan bir çakal duyarlılığında, o sokak senin bu kaldırım benim, bıkmadan arayışlarını sürdüren bir amatör sinefil yaratığına dönüşmüştüm.
Sokak kaldırımlarına serilen tezgâhların üzerinde, küçük poşetlerinin içinde rengârenk görülen ve ufak film afişleriyle albenisi yükseltilen bu CD’ler, bir pazarlama sömürüsüydü belki ama benim için açlığımı giderecek üstelik de alternatifsiz (cepte beş kuruş yoktu) bir açık servis menüsü gibiydiler. Çoğu zaman, aralarında ileride kült statüsüne erişebilecek potansiyeli olan filmleri keşfetmeye çalışırdım. Bir kısmını arşive kaldırır ve CD çantama özenle yerleştirirdim; kafama estiği zaman çıkarır ve keyifle izlerdim.
Tutkunu olduğum birçok yönetmenle bu sayede tanıştım. Entelektüel manada demek istiyorum yani, yoksa kimse ile el sıkışıp öpüşmedik tabi! Ayrıca sevmem el sıkmayı. Öpüşmekten de kaçınırım. Demek istediğim… Ne açıklattırıyorsun ki, anladın sen!
Her neyse…
Büyük yapım şirketlerinin pek yüz vermediği bu yapımlar ile yüksek bütçeli filmlerin arasındaki fark günümüzde görsel ve işitsel teknolojinin de devreye sokulmasıyla daha da açıldı. Sen de farkına varmışsındır gerçi; artık bir öyküyü sinemaya aktarmak, yönetmenin ve senaristin piyasaya meydan okuma cesaretine veya büyük şirketlerin yapımlarına sıçrama yapabilmek adına göstereceği maharete bağlanmış durumda. Bu mahareti seçkin kılan filmlerse çoğunlukla, bir post-apokaliptik bilim kurgu (kıyamet sonrası kurgusu) öyküsüne sahip senaryoları çok kısıtlı bir bütçeyle ve yıldız olmayan, tanınmamış oyuncularla çekilen bir yapımda, kararlılık ve azimle, tatmin edici sonuçlar alma becerisinde kendini gösteriyor ya da yapımcı firmalar tarafından yönetmenin potansiyeli böyle bir yapımla ölçülüyor da denilebilir. 
Ne kadar iddialı lâflar ediyorum değil mi? Farkındayım. Dur bakalım, hayırdır…
Ama haksız da sayılmam. Hemen bir örnek: Güney Afrika’da geçen bir bilim kurgu hikâyesi olan “District 9”u yazan ve yöneten Neil Blomkamp, daha sonra büyük bütçeli bir yapım olan “Elysium” u çekti; şu anda ise üzerinde uğraştığı proje, herkesin bildiği bir klâsik olan “Alien” serisinin beşinci filmi üzerine ve Sigourney Weaver’ı bile tekrar “Ellen Ripley” karakterine döndürmeyi başarmış görünüyor. Gerçi Ridley Scott projeyi biraz daha ertelemesini rica etmiş keza kendisi “Prometheus (2012)” un devamı niteliğinde olacak olan “Alien: Paradise Lost” filminin hazırlıkları içinde fakat kulağıma şimdi fısıldanan bir bilgiye göre de (tabi yersen) Scott yeni projenin ismini bir kez daha güncellemiş ve bu defa adını “Alien: Covenant” şeklinde açıklamış. Teşekkür ediyorum gaipten gelen fısıltıya ve yazıma kaldığım yerden devam ediyorum efendim. Efendim? Ha, yine bir ses sanki mırıl mırıl… geçelim!
Ne diyordum? Kariyer şeceresini, tırnağı ile kazıyarak oluşturmak bu olsa gerek. İster saygı duy ister duyma. Henüz işin başında olanlar da var. Yaa…  
Yakın sayılabilecek tarihli (2009) bir yapım olan “Ink” işte bu tarife yakışır özellikte bir yapım. Dediğim gibi, büyük bütçeli filmlere ve yapımcı firmaların yönetmen listesine bir sıçrama formülü olarak kullanılan, artık klişeleşmiş bir kıyamet sonrası öyküsünü anlatmıyor sana ama 2008 yapımı bir bilim kurgu fantezisi olan “Franklyn”e benzer, yani nedir o, başka bir gerçeklik üzerinden hikâyeyi geliştirerek, yarı düşsel bir bilim kurgu öyküsü vaat ediyor izleyicisine. Bir baba-kız ilişkisi üzerinden ilerleyerek, az buçuk melodram sosu da eklemiş yazan ve yöneten Jamin Winans.
Winans’ın henüz büyük bütçeli bir yapım için seçildiğini söylemek mümkün değil. En son çektiği 2014 tarihli “The Frame” de yine kendisinin yazıp yönettiği ve bilim kurgu öğeleri taşıyan bağımsız bir sinema örneği ve bu filmin de hayli enteresan bir hikâyesinin olduğunu bilmeni isterim okur. Olur ya, karşına çıkarsa geri çevirme diye...


“Ink”e gelince, o içinde bulunduğu düşsel gerçeklik dünyasında, kendisine saygı duyulmasını sağlayabileceği bir statünün peşinde koşan ve bu yüzden küçük bir kızın ruhunu çalmaktan çekinmeyen, küçük histeri nöbetleri geçiren, enteresan bir varlık. Yırtık-pırtık paçavralardan gelişigüzel dikilmiş siyah kıyafeti ve yüzünü büyük oranda saklayan başlığı ile Ink, korkutucu görünümünün ardında kendine has bir merhamet duygusunu da taşıyor denilebilir. Ne yaptığını ve neden yaptığını bilen fakat bu yüzden vicdanî muhasebesini bir türlü içine oturtamayan bir umacı o; maalesef kâbusların efendileri olarak bilinen, “Incubi” adındaki varlıkların arasına katılmak ve onlardan birisi olma arzusu genellikle ağır basıyor. 
Ink ekranda sanki fazlası ile sinema dünyasının çeşitli karakterlerinden esinlenilmiş biri gibi dursa da, aslında bu durum pek rahatsızlık yaratmıyor. Belki de bende öyle bir etkisi olmadı, bilemiyorum. Rahatlıkla söyleyebilirim ki Ink, tanıdık yapısı yüzünden ağızda nostaljik tatlar bırakan bir karakter ama sadece o kadar. Kesinlikle çalıntı veya şu filmdeki bu karakterin ters-yüz edilmiş hali değil. Örnek vermek gerekirse, özellikle kıyafet tarzı Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin Nazgül Efendilerini andıran bir görüntüde; belki de aynı terzinin müdavimleridirler! (resmen yazı can çekişiyor…)  
Tabi bir de filmin görsel efektlerindeki teknik detaylar konusu var. Seni tatmin eder mi, orasını bilemem… Bence o detaya takılmadan seyretmek en iyisi olacaktır. Çünkü film sanki bir ev kamerası eşliğinde çekilmiş intibası uyandırıyor ama Winans kamera arkasında oldukça becerikli işler yaparak bir anlamda filmini kurtarıyor.


Ink’in küçük kızı odasından kaçırma sekansı da bunlardan biri. Kızı korumaya ve onun elinden kurtarmaya çalışan “İyilik Melekleri” ile Ink’in arasında yaşanan kavga, seyredilmesi bir hayli zevkli ve sanki “Matrix” üçlemesinden kopup gelen bir dövüş koreografisi sekansı ansızın yakalayıveriyor seni. Gerçi her nedense, hepsi birer Ninja ustalığında dövüşüyorlar ama dediğim gibi, bazı ayrıntılara takılmamak en iyisi Doc!
Marty McFly üslûbu ve tonlaması ile sana “Doc” diye seslendim az önce, duydun mu?
Ya evet…
………….?
Niye yaptım acaba?   
       

   

6 Kasım 2015 Cuma

Kafka (1991)

Kendine has bir mizaçtan türeyen seçkin benzersizliğini -sık geçirdiğini düşündüğüm- depresyon buhranlarından süzdürmüş bir dehanın, kabiliyet panayırındaki o TEKİNSİZ YARATICILIĞINI beslediği öz kaynak, sadece öz güven yoksunluğu olabilir mi? Ne dersin okur?
Adamına göre değişir, biliyorum. Biraz daha açayım.
Diyelim ki:
Franz Kafka yazıp çizdiklerini değersizleştiren bir son planlaması yaptığında bile, aslında bu edimin onları nadide ve ilginç eserler mertebesine taşıyacağının gayet farkında olarak, kasıtlı bir bilinçle mi böyle bir fikri aklında kurguladı dersin?  Ya onun kendisine olan güvensizliği (özel hayatından ziyade bir yazar olarak) bir şaşırtmaca ya da hedef saptırmadan ibaretse. Söylemek istediğim, korunmaya gereksinim duyduğu şeye karşı bir tür kamuflaj oluşturmak ve bu kamuflaj ile geçmişinden birini ya da aksine tamamen kendisini korumaya yönelik, ne bileyim, belki bir tür psikolojik güvenlik barikatı olarak kullanmayı seçmiş olamaz mı? 
Korumaya çalıştığı kişi geçmişinden biriyse eğer, o kişi kimdi? Bilmiyorum, sen söyle. Belki de hiçbir zaman anlaşamadığı babasıydı…  
Boş sayfanın önüne geçip neden komplo teorileri oluşturmaya başladım, bilemiyorum. Üstelik Kafka hakkında! Öyle sinsi planların peşinde koşacak biri gibi durmasa da, ne bileyim işte, düşünmeden edemiyorum. Neyim var benim…
Belki de sadece korkunç güvensizliğinin mantığına daha ağır bastığı bir ana yenik düşmüştü. Ya da varoluşunu bencilce kuşatan karanlık bir lanet olduğunu ve asla bununla baş edemeyeceğini düşünüyordu. Bu hezeyanlı paranoyayı kafasında iyice harlandırdıktan sonra ise, tüm yazdıklarını işaret edip “yakın ulan hepsini” demiş olabilir. 
Adama karşı bir garezim falan yok. Yeminle yok! Belki kızgınım sadece…
O da niye? Uzun hikâye ama (gerçi biliyorsun) kısaca söyleyeyim, 1991 yapımı “KAFKA” filmi için yazdığım KOSKOCA yazı, habersiz, destursuz çekti gitti! Silindi, müdür! E peki neredeyse 90 yıl önce göçmüş birinin bunda ne suçu, günahı var, diyebilirsin. Haklısın, yok. 
Kuruntumun sebebi, hani Kafka’nın -teorik olarak- üzerine yapışmış o kasvetli bahtsızlık, insanın içini tüketen teslimiyetçi kadercilik, ne bileyim, sen seç birini, işte tüm bu devasa lanet hortlayıp gelip benim yazıma musallat olmuş gibi hissediyorum ve bu duygu içimi kemiriyor; gücenmiş uzak akraba gibi bir köşede somurtarak oturup bir terslik çıkarmanın fırsatını kolluyorum sanki. 
Ya da çok daha kötü bir psikolojik afet; beyaz bir tişört ve beyaz bir pantolon giydirip beni sokağa, insan güruhunun içine bırakmışlar da, kendimi bu facia usulsüzlükten kurtarma yolunu bir türlü bulamıyormuşum gibi hissediyorum. Bakma öyle; kasığında fecaat bir basınç ile işeyecek kubur aradığın o koşturmacılı, telâşlı kâbusları hatırla! Aynı şey!
Yazı da iyiydi ha! (yazıyı okumadığın için havasını basacağım ya mutlaka) 
Bursa’nın siyah üzümü gibi tatlı bir mizahı vardı. Soğuk, soğuk böyle… Gülme iması güden yapmacık parantezlerden hoşlanmadığım için kusura bakma.  
Hafızamı biraz zorlayayım, nasıldı, neler karalamıştım?  
Sanırım önce filmin yönetmeni Soderbergh’i, çok fazla ayrıntıya girmeden hatırlatmış ve birkaç satır sonra da bu filmde yıllardır beni etkisine almış ve hala da almayı sürdüren sahneye geçiş yapmıştım. Hey gidi günler! Zaten Soderbergh’i paragraflar açarak yazmaya çok da lüzum olduğunu düşünmüyorum. Adamın filmografisini, aşağı yukarı bildiğini düşünüyorum. Bilmiyorsan senin ayıbın.
Soderbergh filmi kafasında çekmeye başladığında belli ki onu, bir Kafka biyografisinden çok farklı bir uzama yerleştirmeyi planlamış ve bu plan doğrultusunda, ellili yılların Film Noir (Kara Film) türünde bir bilimkurgu olan, 1998 yapımı “Dark City” nin de senaryosunu yazan Lem Dobbs’ın kapısını çalmış ya da yapımcı firmaya kapısına gitmeleri yolunda baskı yapmış; tam tersi de olabilir, yapımcı firma Soderbergh’e Dobbs ile çalışması için telkinde bulunmuş da olabilir. Her iki olasılıkta gösteriyor ki, bu konuda hiçbir fikrim yok. Bu konudaki bilgisizliğimin çok da bir önemi yok, önemli olan, “Kafka” yarı otobiyografik kesitlerden oluşan ama bir yandan yazarın önemli kitaplarından bazılarını belirsizce alıntılayıp, distopik bir dedektiflik hikâyesi türüne dönüştüren enteresan bir film olması.


Zaten daha filmin başında, çok garip bir cinayete şahit olduğunda, “ne oluyor, bu da ne?” diye telâşlı bir meraka hemen kapılıveriyorsun. 
Bu faili meçhul cinayeti üstünkörü soruştururken kendini bir anda çok büyük bir olay örgüsünde, hasıraltı edilen detaylı bir kumpasın kilit adamı durumuna sokuyor. Motivasyon kaynağı ise, sabah uyandığında kendini dev bir böcek olarak bulan bir adamın hikâyesini yazan birine göre oldukça insancıl…
Kafka’yı canlandıran Jeremy Irons’ın gergin yüzüne tuval oluşturan solgun cildi, çoğunlukla siyah-beyaz çekilmiş filmin tedirgin edici, donuk ve tehditkâr atmosferine birebir uyuyor. Seyreden kişiyi mesafeli bir yaklaşıma sokan bu duyguyu, Soderbergh’in bilerek filmin genel atmosferine oturttuğunu düşünüyorum. Prag’ın, Gotik ve Barok mimarisi ile çevrelenmiş sokaklarında, esrarengiz bir cinayet, bürokrasinin temellerine kadar inen bir kumpas hikâyesi seyrederken, şehir sana olası şüphelilerden birisi gibi görünmeyi başarıyor. İşte bu Soderbergh’in yeteneği!
Kültürel ve tarihi bağlamda köklü bir şehir olan Prag’ı, bir dedektif maharetinde oradan oraya koşturduğu Kafka ile beraber hikâyesinin temeline oturtabilecek kadar zeki bir adam Soderbegh. Burada bahsettiğim söz konusu zekâ: Kafka’nın kişiliğinden kaynaklı o esrarengiz huzursuzluğu körükleyen, kaygılı bir mesafeyle daima ayrıksı duran ve bu tesiri çevresine hissettiren kişilik yapısını, onun doğup büyüdüğü şehrin atmosferine tabiri caizse aşılamasında ve bir anlamda Prag’ın, Kafka’yı sanki bir aile şefkati ile sarmalayan, kuşkulu ama görkemli bir yandaşa çevirmesinde yatıyor. 
Öyle ki, sanki şehir onun üzerini bir Elf pelerini intizamında örtüyor ve kaynağı belirsiz tehditlerden, gerçi Şato gayet de kesin bir tehdit, şöyle düzelteyim öyleyse, kaynağından çok nerede ve ne zaman geleceği kestirilemeyen tehditlerden (ha! şimdi oldu), sembolik manada Kafka’yı himayesine almış da sanki onu sakınıyormuş gibi koskoca Prag!
Sembolik manadan kastım, görüntü yönetmeninin filme olan dokunuşunun konuya olağanüstü bir nitelik kazandırması ve bu sayede mekânın, filmin aktörlerinden birine dönüşüyor olması malum; anladın değil mi? 


Peki, soruşturmasının sonucunda Kafka mecburen Şato’nun içine girdiğinde ne oluyor dersin? Prag ile Kafka arasındaki benzer duygusal örtüşme varlığını sürdürebiliyor mu? Kesinlikle hayır! Yönetmen o andan itibaren, başlangıçtan itibaren gözünün içine serptiği gri kurumu temizleyiveriyor ve Kafka’yı izole edilmiş dünyasından çıkarıp daha yalıtkan ve tehlikenin artık elle tutulabilir olduğu bir dünyaya sokuyor. Şatonun içi, dışarının güvenli izolasyonunun sağladığı renksizliğin aksine, daha sıcak bir tehdidin kıyısında hissettiren, yüzleşmenin ve gerçekliğin canlı rengârenkliğinde ve burada Kafka kendisini bir anda o kadar yabancı, o kadar tehlikeye açık hissediyor ki, bir süre için orada olma amacını bile unutuyor.
Soderbergh’in öyküye kattığı bu sembolizm bence filmin değerini yükselten ve onu kült seviyesine yaklaştıran bir unsur. Siyah-beyaz & renkli ayrımını bu denli güçlü anlamlar ve imalar katarak kullanan bir başka film hatırlamıyorum; en azından benim seyrettiklerim arasında böylesine belirgin bir vurguyla işlenmiş olanı yoktu. 
Tabi filmin müzikleri de bahsettiğim vurguyu yaratmakta oldukça etkili oluyor. Emin olmamakla beraber, filmin kaotik yapısını sağlamasında yardımcı olan o telli çalgı sanıyorum ki bir harp ve farklı bir roman müziği arka fonda akıp gidiyor. Öyle dansöz oynatan tarz değil anlayacağın. Merak ediyorsan sorumlusu Cliff Martinez adlı bir Amerikalı ve çalıştığı yönetmenler arasında Nicolas Winding Refn’de bulunuyor. 
“Kafka”yı seyredersen eğer senin üzerinde de aynı etkiyi bırakır mı bilemiyorum. Belki de sen, bambaşka bir yönüyle, daha farklı bir sekansıyla filmi beğenirsin. Benzer etkiyi yapmasından daha tercih edilebilir bir durum olur elbette. 
Öyleyse…
Ne?
Ha! İlk yazıdan daha mı iyi oldu bu yazı diye düşünüyorsan; hiç lâfı dolandırmadan, hemen sana ne düşündüğümü söyleyeyim:
Tabii ki hayır. 

6 Temmuz 2015 Pazartesi

The Machinist (2004)

Endişeni anlıyorum aslında…
Çok değil ama az da olsa anlıyorum. Evet. Yani…
Dürüst konuşmam gerekirse ki böyle bir mecburiyet anlaşması yaptığımızı hatırlamıyorum; yine de iyi pekâlâ, öyle konuşmam gerekirse:
Endişen sadece seni bağlar… Üzgünüm ama endişe duyman umurumda değil. Ayrıca umursanmayan şeyler insanı üzmez. Öyleyse neden öyle yazdım ki? Demek ki ‘umursamadığım bir endişe vakası yüzünden ‘üzgün olduğum’ ibaresi de çok doğru değil. Benim hatam. 
… 
Bir dakika dur! Etrafında kafamı kıracak bir şeyler aramadan önce sana anlatmaya çalıştığım şeyi bitirmeme izin ver. Yazıya bir giriş hazırlamaya çalışıyorum burada.     
Blogu en başında kafamda tasarlamaya başlarken, aklımda hiç de bir tür “Kırık Filmler Panayırı” olacak iddiasını güden sinsi, gizli bir ajandam olmadı. Ne bileyim, bu amaçla basılmış rengârenk afişlerin sokakları veya caddeleri süsleyen şatafatlı görüntüsünü, beynimin kıvrımlarına bumbar doldurur gibi tıkıştıran bir takım yalancı hayaller ya da idealler aracılığıyla motive olduktan sonra ‘haydi bakalım’ edasıyla kıçımı boş sayfanın karşısına kuracak embesil niyetleri asla beslemedim. Emin ol ki, seçimlerim kokuşmuş niyetlerden muaftır. 
Naif bir öneri: Hepsinin bu blogda bir araya toplanmasına sadece “tesadüf” diyemez miyiz? İçtenlikle söylüyorum. Gidelim ve ıssız bir kumsalın ıslak kumları üzerinde durup, denize doğru haykıralım beraberce. Böylece koskoca bir problem gözümüzün önünde, burnumuza efil efil sızan klorun şifalı kokusu ile beraber dalgaların içine yatırılmış ve aklanmış ve paklanmış… 
Ya da? (sağ göz kapağım neden aylardır seğiriyor?)  
Belki de bu “tesadüf” konusunda endişeli olduğun fikrine kendime yönelttiğim çapraz bir telkinin neticesinde ulaşmışımdır. Bu telkin yüzünden, “tesadüf” hususunda bir tür yanlış algı ve düşünce sapması sebebiyle kendi bilinçaltımdan kaynaklanan ve beni kendime ait “o” endişeden uzaklaştıran, dolayısıyla sana karşı kullandığım bir tür savunma mekanizması yoluyla işlerlik kazanan, bilemiyorum belki de, psikolojik bir yansıtma durumudur. Yani endişeli olan sen değil de gerçekte benimdir. Bu daha da kötü! Biraz önce ‘endişeli olman umurumda değil’ diye caka yaparken demek ki kendi endişemin beni hiç ırgalamadığını bana söylüyormuşum anlamı çıkar bundan ve dahası…
Korkmaya başladım…
Ne bu; bir yandan “endişenden bana ne, haydi yol al!” anlamında bilmişlik tasla sonra da gidip farkına varmadan, körü körüne tosladığın (sadece çarpmanın gümbürtüsüyle irkildiğim) kütük kendi kafatasının halis öz materyali olsun. Ha! Kendimin benimle yaptığı iç çatışmadan bihaber olmam da cabası! Böyle mi gerçekten? 
Burnuma bir komplo, BİR KUMPAS kokusu geliyor; kaçtı gitti güzelim klorun burnuma esen şifalı rayihası! Kalır mı? 
Bazen kendimi eski bir amortisörün içindeki basınçlı yağ kadar sıkıştırılmış hissediyorum. Darbeleri absorbe etmekte yetersiz, likit özelliğini yitirmiş ve kararmış. Tehditkâr bir cenderenin vakumuna kapılmış gibi çevresinde dönüp duruyorum saat yönünde… 
Bütün bu yazdıklarıma, sadece paranoya da diyebilirsin. Bir paranoyaksın ve endişelerini kendi kafandan kurguluyorsun, diyebilir ve beni çözdüğünü düşünebilirsin. Yapma, peşin fikirli olma!
Sen PARANOYAK görmemişsin…
Tanıştırayım; Trevor-okur, okur-Trevor… 


Artık tanıştığınıza göre (belki de çoktandır tanıyorsundur; boş ver, anlamı yok) artık onu sana biraz daha anlatabilirim. Az önce hiç görmediğini iddia ettiğim insan türünün, yani hasbelkader ‘Trevor Reznik’ bir paranoyağın öz cümle tarifi gibi. Bu adam, kendisi için tasarlanmış incelikli bir komplonun mağduru olduğuna kendisini her geçen gün biraz daha inandırırken, öte yandan takip ettiği ipuçları kendi bilinçaltında, neon lambalarla ışıklandırılmış “Çok Gizli-Girilemez!” ikazlarıyla donatılmış dehlizlere kapattığı hatıralara çanak tutuyor. E kendi bilincini bu hatıralara istem dışı ölçülerde kapatıp, bedenini zamanla yürüyen bir iskelete dönüştürmüşken, üstelik bir de tedirgin bir ruh halinde içinde ısıttığı şüphenin çok fazla kaynayıp tencerenin kenarlarından taşmasıyla birlikte çevresine zarar veren bir tür paranoyak evreye sıçrıyor.
Evinden işine-işinden evine formülünde süregelen hayatı bir noktada sağlam bir kırılmayla çökünce, o basit hayat birdenbire anlam veremediği bir komplonun veya o türden bir oyunun şüphesine doğru sürüklenmeye başladığında Reznik, telaşla bir bulmacanın parçalarını birleştirmeye çalışan beceriksiz ve kontrolsüz bir dedektif misali ortada dolaşmaya başlıyor. Buzdolabı kapağına yapıştırılmış, bilmece şeklinde küçük ipucu notlarını anlamlandırmaya çalışıyor. 
Filmi henüz seyretmediysen (ne kadar ayıp) kalkıp da buradan sana okkalı bir spoiler (ipucu yahu) verip de iki sene önce Gezi’de gönderildiği muhatabı (her şeyi en iyi bilen adam!) vesilesiyle rekor kıran o lanetli beddualardan birini almak istemiyorum; telaşlanma ve yapacak başka bir işin yoksa yazıyı okumaya devam et. 
Tarif etmek gerekirse; oturup seyrettiğin anda farkına varacaksın ki “Kendini İyi Hisset” filmlerinden birisi değil karşındaki, hatta kolaylıkla “Kasvetin Dibine Vur” tarzındaki bir çekişmede inandığın diğer filmler arasından rahatlıkla kopup gidebilir. Seyircisini her an tetikte tutması bakımından da türdeşi filmler arasında başa güreşir. Yalan yok; iyi yönetilmiş ve muhteşem oynanmış bir seyirlik.
Trevor Reznik’i canlandırmak bir aktörün oyunculuğunu sınaması bakımından önemli bir meydan okuma sayılabileceği gibi, fiziksel görünüşü yüzünden facia bir zayıflığın yürüyen kanıtı olan Reznik’i, ancak senaryoya inanmış ve biraz da her rolüne obsesiflik derecesinde gerçeklik katma dürtüsünde olan bir oyuncunun başarabileceği bir şey gibi görünmesi aşılması gereken önemli bir sıkıntı gibi dururken, Christian Bale senaryodan çok etkilendiğini söyleyip role balıklama atlamış. 
Tamam, buraya kadar her şey kitabına uygun denilebilir; teamüller çerçevesinde karşılıklı anlaşmalar ve fikir alış-verişleri yapılıp ‘o zaman haydi derhal çekime başlayalım’ şeklinde bir süreç takip edilmiştir kanımca. Fakat sevgili okur, bu Bale role kendini o kadar kaptırmış ki, beden ağırlığını seksen iki kilodan dört ayda elli dört kiloya kadar düşürüp sete mezarından yeni dirilmiş, ölü mahmurluğu hala üzerinde olan bir zombi gibi ayak basmış. Yaa, benden duymuş olma-buradan okumuş ol, diye yazdım bunu. Bu bilgiyle artık ne yaparsan yap, senin sorumluluğunda!



Kuyruğuna bir not iliştireyim hemen, öyle al git; aslında Reznik’in senaryo kantarında çeken ağırlığı kırk beş kilo civarında süzülürken, doktorların ciddi uyarısı ile Bale hedeflediği o kiloya inmekten vazgeçmiş. Neredeyse kaybolmaya ramak kalmış, rolü için alması gereken fedakârlığı sence de biraz abartmamış mı?
Fakat inan ki onu öyle görünce, insan aynada kendisine baktığı anda gördüğü surete şükredip, derin bir ‘oh’ çekiyor. 
Trevor’un küçük yapışkanlı not kâğıtlarıyla başı dertte. Gözlerini buzdolabına ne zaman kaydırsa üzerinde “adam asmaca” olarak da bilinen o psikopat oyunun süregelen bir parçası karşısına çıkıyor. Trevor’un yüzünde beliren o ahmaklaşmış ve pelteye dönüşmeye az kalmış beyninden fışkıran şaşkın ifade yüzünden, filmin seyredeni de “ne ki bu lan şimdi” sorusuna meyleden bir şüphenin sırtını “dur bakalım ya, haydi hayırlısı” kapsamında ovalamaya başlıyor. Onun yerine harfleri sen koymaya ve bulmacayı (ne işe yarayacağını bilmeden) çözmeye çalışıyorsun. Sanki filmin sonu çubuk adamın gırtlağından sallanmasına bağlıymış gibi tersinden bir mantık sana daha yatkın geliyor. Unutma, karşımızda paranoyanın yüksek zirvelerinde halatsız tırmanış yapan bir adam var ve karşısına selamsız-sabahsız çıkan gizemleri çözmesinde yardımda bulunman bir anlamda onun şüphelerini makul hatta olumlu bulduğun anlamına gelebilir. 
Bir şey demeye çalışmıyorum. Paranoyak reaksiyonlara lüzum yok. Yemin ederim sırıtmıyorum!
Sanırım Reznik benzeri bir insan tüm şüphelerini kafasına bobin sarar gibi dolamaya başladığında, çevresinde olup biten tüm yan etkenler o kişiye sanki odak noktasından uzaklaşan, anlamı olmayan soyut ayrıntılar gibi görünmeye başlıyor. Aklının tüm dikkati kendi kurduğun çarkın dişlilerine yapışıp kaldığı için çevrende kıyamet kopsa başını çevirip bakacak nezaketi bile göstermiyorsun. Şahsını işaret etmiyorum yanlış anlama; ikinci tekil şahıs üzerinden örneklendirme peşindeyim sadece…



Trevor yapışkanlı not kâğıdına o kadar sarmış ki, çıkardığım sahneyi seyrettiğinde daha net fark edeceksin, gözünün önünde daha acil ve bariz dikkat çeken bir durumu neredeyse yok sayıyor. Çok ama çok az bir ilgili bakış ve sonra hayatının içine giderek daha ayrıntılı olarak inşa ettiği paranoyasının odağına çekiliyor. Doğru tanım bu olsa gerek. Kendi istemi dışında oraya doğru yönlendiriliyormuş gibi ama tam manası ile öyle de değil.
Sanki…
Telefon? 
Bu saatte kim arar beni?
Alo? 



11 Mayıs 2015 Pazartesi

Pink Floyd The Wall (1982)

İçimde tuhaf bir kıpırtı seziyorum; dimağım gıdıklanıyor, sanırım bu yazıda “Tekeri Patlak Karavan” rutininin biraz dışında, aklıma kazınmış bir sahneyi didik didik etmekten ziyade konuyla bağlantılı her şeyden biraz yığmak istiyorum önüne. Telaşa gerek yok; senin için bir tankerin içinden pipetle su içmek kadar kolay olacak.
Tüm mevzu istisnasız geçmişle bağlantılıdır ve elbette her şey başlangıçta bir toz ve gaz bulutuydu…
İrkildin mi? Evet, ben de; dimağım işte bu denli gıdıklanıyor dostum ama meraklanma, klişeleşmiş teorik esprileri bir sıçrama tahtası olarak kullanırım ben ve çok uzak olmayan bir geçmişe doğru inişe geçeceğiz… Şimdi!
Pink Floyd 1968 yılında Syd Barrett’ı, bilindiği kadarıyla mecburiyetten -spekülasyona açık olan ortak kanıya göre, meşhur olma heveslerinin ağır basmasından dolayı- yalnız ve delirmiş olarak bir kenara bıraktığında, bu kararı almalarından sonraki ağır sorumluluğun ceremesini üzerlerinde yıllarca taşıyacakları bir yük olarak kalacağını büyük olasılıkla hesap etmemişlerdi ki ileriki yıllarda, bu yükün ağırlığını en çok hisseden kişi grubun bas gitaristi ve Syd gittikten sonra söz yazarlığını da üstüne alan Roger Waters olmuştur.
Syd grubun isim babası, lideri, söz yazarı ve yaratıcı gücüydü. Sahnedeki imajı ve grubu seyretmeye gelenlerin başlıca ilgi odağıydı. Dolayısıyla böyle bir adamı gruptan çıkarma fikri takdir edersin ki, şimdilerde sanıldığı gibi asla kolaylıkla alınan bir karar olmamıştır. Fakat grubun ismi büyüdükçe Barrett’ın akıl sağlığı bozuluyor, büyük turneler ilgisini çekmiyordu. Diğer grup elemanlarının aksine şöhret kesinlikle hedeflediği bir amaç değildi. LSD ve diğer uyuşturucu madde kullanımı Syd’i motive edebilen tek itici güçtü ama bu bağımlılık aklını yitirmesine yol açıyordu. Pink Floyd yoluna devam edecekse bu Syd olmadan yapılmak zorundaydı ve öyle de oldu.


Grubun klavyecisi Rick Wright o yıllarda konserlere gitmek üzere birlikte kaldıkları evden ayrılırken, Syd’e çeşitli bahaneler uydurmak zorunda kaldığı için pişmanlık duyar. Bir akşam sigara almaya çıkıyordur, bir başka akşam ise yalnızca dolaşıp biraz hava almaya…
Nick Mason’ın Syd’in sahnede yaptığı tuhaflıklara tahammülü kalmamıştır. Onun acid kullanımından uçmuş hali seyirciye çekici gelse de sahnedeki etkisiz durağanlığı, grubun diğer üyelerini oldukça zor durumda bırakmakta ve çoğu konserin bitiminde diğer grup elemanları sinir bozukluğunun tetiklediği öfke patlamaları yaşamaktadır. Mason, Roger Waters’ın konser sonralarında birkaç defa duvarları yumrukladığına şahit olmuştur.
Nihayetinde Psychedelic (Saykodelik) bir fenomen olan Barrett çılgınlığı ile baş başa bırakılsa bile, çok geçmeden Pink Floyd’un kendisi Psychedelic bir fenomene dönüşmekte gecikmedi. Birçok eleştirmen onları, bu dünyaya ait olmayan bir müziğin icraatçıları diye tanımlıyordu; bu tanımlama 1973 Mart’ının başında çıkardıkları, nitelikli sözleri ve müziğiyle bir çeşit kıyamet etkisi yaratan “The Dark Side Of The Moon” albümüne kadar devam etti. O albüm her şeyi değiştirdi.
Takvim yılı 1975’i bulduğunda, Floyd artık küresel bir şöhretin sahibiydi ve milyonlarca kişinin hayranlığını kazanmış bir gruba çoktan evrilmişti bile. İki yıl önce çıkardıkları konsept albüm “The Dark Side Of The Moon” grubun her bir elemanını paraya ve üne kavuşturmuş, dahası grubun ismini on binlerce kişinin seyrettiği ve büyük görsel imajların sergilendiği sıra dışı konserler verebilen dev bir markaya dönüşmesini sağlamıştı.
Gruba ismini veren adam ise artık sadece bir efsaneydi. Tımarhanede olduğu söylentileri çıkmıştı.
Pink Floyd 1975 yılının kış aylarını çoğunlukla stüdyoda yeni çıkacak albümün kayıtlarıyla uğraşarak geçirdikten sonra, Nisan ve Haziran aylarında Amerikan eyaletlerini kapsayan bir turne için kayıtları yarıda bırakmış ve ancak Temmuz ayının ortalarına doğru tekrar stüdyoya kapanabilmişti. Albümün ana fikri David Gilmour’un fazlası ile hüzünlü gitar solosundan hareketle geliştirilmiş ve o solo yüzünden, Waters’ın Barrett özlemi sanki yeniden depreşmişçesine, şarkıların sözlerini de aynı hüzün dolu yakınmalar ve müzik piyasasının ticari anlayışındaki çarpıklıkları işaret eden çeşitli metaforlarla bezemişti.
Temmuz ayı boyunca albümün son rötuşları yapılırken, tuhaf bir rastlantıyla stüdyo içerisinde psikotik bozukluğu olan yabancı bir adamın dolaştığı görülmeye başlandı. Grubu merak eden ziyaretçiler o yıllarda stüdyoya kadar gelirlerdi ama bu adamda farklı ve tanıdık bir şeyler vardı. Waters ortalıkta dolanan bu adamın Syd olduğunu çok geçmeden anladı ve gözyaşlarına hakim olamadı. Aşırı şişmanlamış ve kelleşmişti. Kaşları yoktu. Büyük ihtimalle onları jiletle kazımıştı. Ortalıkta dolanırken bir anda durduğu yerde zıplamaya başlıyor ve ardından dişlerini fırçalamak için lavaboya gidiyordu.


Roger miksaj masasında çalışırken yanına gelen Rick Wright’a ortalıkta dolanan adamın Syd olduğunu söylediğinde, altı yıldır hiç görmediği Barrett’ın geçirdiği değişim karşısında Rick şok olmuştu. Nick Mason ise Syd’in tüm fiziksel değişimine rağmen gözlerindeki o delici bakışın hala yerinde durduğunu fark etmiştir.
O gün nihayet yanlarına gelip, “pekâlâ, gitarı ne zaman çalacağım.” diye sorduğunda grup üyeleri Barrett’a “Çok üzgünüz ama gitarların işi bitti Syd” diyeceklerdir. Barret’ın da yakından arkadaşı olan David Gilmour, o gittiğinden beri artık Floyd’un gitar sound’unu incelikle dokuyan ve vokallerin çoğunu üzerine alan kişi olmuştur.
Son derece mekanik, yorucu ve sıkıntı dolu bir kayıt sürecinin sonunda “Wish You Were Here” 12 Eylül 1975 tarihinde piyasaya sürüldü. Syd o günden sonra asla eski grup arkadaşlarının yanında görülmedi.
Yetmişli yılların ikinci yarısında Pink Floyd “Psychedelic Müzik Grubu” olma özelliğinden uzaklaşmış, müziğinde ve şarkı sözlerinde Waters’ın da etkisiyle anarşist ve daha protest bir söyleme kavuşmuştu. İnsan psikolojisindeki dengesizlikler ve sosyal hayatın gel-gitleri aynı söylem içerisine yedirilen başlıca diğer unsurlardı. Politik görüş olarak Sosyalizmin ilkelerini benimseyen Roger Waters artık yazdığı şarkılarda, sistemi ve devletin ikiyüzlü, çıkarcı ve faşizan politikalarını eleştiren simgesel anlatımlar ve görsel çağrışımlar üzerine kafa yoruyordu. Diğer grup elemanları da ilkesel olarak Sol görüşü benimsediklerini açıklamışlardı ama hiçbiri Waters kadar ateşli bir Komünist değildi.
Floyd’un geçirdiği dönüşümün karşısında müzik endüstrisinde ve bu dev endüstrinin takipçilerinde de radikal bir değişiklik kaçınılmazdı. Karşılarında altmışlı yılların seviyeli ve entelektüel müzik seyircisini bulmak artık mümkün değildi. Gittikleri çoğu şehirde (Fransızları belki ayrı tutmak gerekir) karşılarında müziği çok da dinlemeyen, simgesel anlamlarla bezenmiş protest şarkı sözlerini anlamakta yetersiz ve ilgisiz, gürültücü, kavgacı bir kitle onları bekliyordu. Bu durum Roger Waters’ı çok etkin ve kendini belli eden bir şekilde zihinsel manada tükenmişliğe ve pesimistliğe iterken, ayrıca tiksinti duyduğu bu güruha karşı, kendisiyle ve onlar arasındaki empati duygusunun neredeyse sıfırlandığı bir yabancılaşma konumuna ve konserlerine gelen bu kitleden bir şekilde soyutlanma arzusunu tetikleyen depresif bir ruh haline doğru sürükledi.
Ne o sıkıldın mı? Film niye başlamadı daha, sabırsızlığı mı o gözünün pınarında biriken sıkıntılı ıslaklık? İyi de sevgili okuyucu (yoksa ‘Sayın’ dememi mi isterdin, o da çok resmi olurdu; aslında tüm nitelendirmelerden uzak dursak daha iyi olacak) arsız bir kıpırtıdan muzdarip olduğumu yazının en başında belirtmiştim ve sen bu ön kabul ile birlikte okuyorsun yazıyı değil mi? Öyleyse, biraz daha sabret üstat (nitelendirme yapmayalım diyorum ama kendime dinletemiyorum) hem bunların üstünden bir kez daha geçmeden “The Wall” konseptini ve elbette Alan Parker’ın filmini hakkını vererek irdelemek mümkün değil.
Eğer Pink Floyd’un iflah olmaz ve arşivci bir hayranı isen, onların geçmişi de zaten ezberinde ise bana kızabilir ve “Yahu sen filmden bahset; bana hali hazırda bildiğim şeyleri üfürme!” diyebilirsin elbette. Pekâlâ, yalnız şunu söylememe izin ver. Birçok kez hatırlatılan ‘Pink Floyd’u anlamak’ denilen söylence, bu adamların geçmişleriyle ile bağlantılı ve kültür birikimleri ile harmanlanan, arkalarında bıraktıkları anıların silik ama hafızaya yer etmiş etkilerin izlerini takip ederek ortaya çıkarılmış albümler olduğu gerçeğini kabul edersek, bu yönden belki biraz da ahkâm kesilerek ulaşılmaya çalışılan fikrin ana temelidir.
“The Wall” gibi içeriğinde, sosyolojik ve politik duruşuyla soyut benzeşimlerle yüklü ve bireysel yüzleşme beyanları ile dolu bir albümü tanımlayabilmek, ancak bunu oluşturan zekânın geçmişinde ve kültür birikiminde yatıyorsa eğer, sen de takdir edersin ki önce grubun geçmişine doğru uzanmayı ve oralardan ipuçları çıkarmayı düşünmek çok da yanlış bir hareket olmaz. Çünkü Pink Floyd kadar değerli ve birçok açıdan aslında gizemli bir ikonun hak ettiği önemi ancak bu şekilde verebilirim ki kabul ediyorum, evet biraz da Floyd konusunda takıntılıyım.
Aslına bakacak olursan, tüm yazdıklarım da konunun özetinden ibaret. Biraz sabırlı ol, neredeyse geldik Alan Parker’ın muhteşem şaheserine…
Waters’ı karamsarlığa ve artık sahneye çıkma isteğini köreltecek kadar bıkkınlığa iten yetmişli yılların son demleri aynı zamanda, yaratıcılığının zirvesi sayılabilecek konseptin yani “The Wall”un ana fikrinin temellerinin atıldığı bir milat olarak da hatırlanır. Söz konusu olayı mutlaka biliyorsundur. Fakat yine de anlatacağım. Bugün kaçışın yok.
Kanada’nın Montreal şehrinde, 1977 Temmuz ayında “In The Flesh” tur kapsamında verdikleri konserde Waters, seyircinin saygısızca ve alakasız bir saldırganlık içinde fazlası ile hiperaktif davranışlarına çok sert tepki koyar. “Animals” albümünden dingin bir Amerikan Country Müziği havasındaki melodinin üzerine sistem karşıtı oldukça ironik sözler döşenmiş kısa süreli “Pigs On The Wing Part II” parçasını çalarken, hemen şarkının başlarında arka taraflardan gürültüyle patlatılan bir fişek Waters’ı tam anlamıyla çıldırtır. Küfreder ve o fişeği patlatanları stadyumdan kovar.
Hemen arkasından “Pigs (Three Different Ones)” şarkısının son anlarına doğru, az önce kovduğu seyircinin arkasından seslenir. Bunu yaparken aynı anda seyircinin üzerinde havada salınıp duran Uçan Domuz’u da karakterize edip kullanarak “Hey, geri dönün; hepiniz affedildiniz!” der ama son derece alaycı bir üslupta onları aşağılamaktan da geri kalmaz. Sanki bir ev köpeğine seslenir gibi onları geri çağırır. Aslında konseri terk ediyor olmaları umurunda değildir.
Yine bu konserde vuku bulmuş olması muhtemel bir olayda, Waters’ın aklına seyirci ile grubun arasına kurabileceği fiziki bir soyutlanma bariyeri fikrini getiren o meşhur tükürme anının yaşanmış olmasıdır ki, sonraları kendisi bile bundan dolayı utanç ve pişmanlık duymuştur. Bu nahoş olay, grup sahnede çalarken ön sıralarda bulunan bir adamın sürekli bağırması, eski şarkıları istemesi ve herkesin dikkatini dağıtması üzerine Roger Waters’ın adamı sahnenin hemen altına çağırdıktan sonra eğilerek yüzüne okkalı bir tükürüğü salmasından ibarettir. Waters zihnen bitap ve yılgınlıkla doludur ama kültürel yozlaşmaya tepkisi -yakışıksız da olsa- muazzamdır.
(Bu yazıyı bloga eklememin üzerinden yaklaşık olarak yedi yıl geçmişken, kalkıp bir-iki satır daha eklemenin gerekli olduğunu düşünmeye başlamamın üzerinden de bir hayli zaman geçti işin doğrusu. Çünkü sonraki yıllarda hem 1977 yılındaki Montreal konserini seyretmiş kişilerin hem de Waters'ın bazı açıklamalarından, tükürme olayının nasıl gerçekleştiği ile ilgili ayrıntılar daha net ortaya çıktı. Bunu yazıya mutlaka eklemem gerekiyordu. 
Her iki tarafından da anlatısından, “Pigs (Three Different Ones)” parçasının ortalarına doğru Waters'ın, sahneden teatral bir aşağılama tonuyla seslenerek yaptığı çağırının asıl muhatabının, maytap patlatan güruh değil tam tersine kopardığı yaygara yüzünden konsantrasyonunu dağıtan o meşhur dangalak izleyici olduğu anlaşılıyor. Yaptığı çağırıyla adamı sahnenin önüne kadar getiriyor ve eğilip tam suratının ortasına yapıştırıyor balgamı.)
Tükürme hadisesi gerçekten çirkin ve nefret doludur ama Rock Tarihinde “The Wall” konseptinin oluşmasına katkıda bulunmuş ikonik bir andır.
Büyük olasılıkla yüzüne o tükürüğü yemiş olan maktul de, kendisinin tetiklediği bir olayın sonucunda gelişen fikir üzerine yaratılmış bu albümü büyük bir heyecan ve koşturmayla gidip almış olması muhtemeldir. İlk alanlardan birisidir belki ve hatta albüm kendisine grup elemanlarının imzasıyla gönderilmiş de olabilir. Yok öyle bir şey yahu abartıyorum sadece.
Sonuçta ortaya çıkan ürün bir başyapıttır. Politik söylemi bakımından, çoğu şarkısı birçok ülkede Devrimcilerin ve eylemcilerin sloganlarında yerini almıştır. “Another Brick In The Wall Part II” Güney Afrika’da siyahîlerin yaşadığı bölgelerde direniş hareketinin bir parçasıdır. Bu parçanın birçok ülkede radyoda çalınması yasaklanmış veya engellenmiştir.
George Bush’un suratına ayakkabısını fırlatan Iraklı gazeteci El Seyih’in 42 numaralı o ayakkabısı nasıl bir ikona dönüştüyse, ona o ayakkabıyı fırlatma cesaretini veren isyankâr direnişçi fikrin kökünde bir yerdedir “The Wall”ın anarşist söylemi. Emperyalist sistemin doyumsuz sömürüsüne ve faşizmin despot anlayışına karşı hatta insanın ince bir buz üstünde raks ettiği delilikle olan yakın temasına da dokunan protest bir manifestodur aslında “The Wall” albümü. Politik duruşun ötesinde albüm ve sonrasında filmin hikâyesi çoğunlukla Waters’ın biyografisidir fakat yadsınılamaz bir gerçeklikte Barrett’ın özgeçmişi ile de alakalıdır.
Roger Waters “The Wall” konseptinin bütününü düşünürken, daha en başında onu sahnede bir Rock Opera koreografisinin dizaynı ile ve bir sinema filmi şeklinde de tasarlamıştı. Waters’ın “The Wall” konserlerinde planladığı sahne tasarımı, grubun sahne üzerinde çalmaya devam ederken aynı anda devasa bir duvarın tuğla tuğla örülerek izleyici ile aralarına görsel bir barikat çekilmesi fikrini kapsıyordu. Waters insanlar arasındaki iletişimin ne kadar hassas ve ince bir dengede olduğunu, sahnede bir çeşit yabancılaşma metaforu üzerinden anlatmak istiyordu. Duvar bu yüzden çok önemliydi.
Aynı zamanda gruba politik karikatürist Gerald Scarfe’ın çizimleri temel alınarak hazırlanan dev kuklalar eşlik edecek ve konser için özel olarak tasarlanan animasyon görüntüleri yavaş yavaş yükselen duvarın üzerine projeksiyonla yansıtılacaktı. Pink Floyd konserin ikinci bölümünün çoğunluğunda artık tamamlanmış olan duvarın arkasında çalacak ve seyirci içsel soyutlanma hissini görsel manada birebir deneyimleyecekti. Rock gösterilerinin görsel temaşa bakımından tavan yaptığı yetmişli yıllar için bile, seyircisine benzersiz ve radikal kararda bir sahne dizaynı vaat ediyordu.


Konserler çok başarılı oldu ve ardında yıllar boyunca hafızalara yer edecek efsanevi görsel materyaller bıraktı. Yapım zorluğu ve yüksek maliyet yüzünden çok fazla gösteri yapılamadı. Albüm ve konserlerin başarısı sayesinde en başında planlandığı gibi filmin de yapılması kararlaştırıldı ve proje Alan Parker’a emanet edildi.
Roger Waters filmde bu konserlerden alınan görüntülerin de kullanılmasını düşünüyor ve bu yönde ısrar ediyordu ancak yönetmen Alan Parker’ın başka fikirleri vardı. Parker albümde anlatılan hikayeyi kendi bildiği yöntemle filme çekmenin daha doğru olacağı kanısındaydı. O doğru ise filmin dramatik bir yapı çerçevesinde gelişip sonlanacak bir müzikal olması fikriydi ki Waters’a göre böyle olmaması gerekiyordu. Alan Parker filmde Gerald Scarfe’ın animasyonlarını hikayeyle örtüşen bir yapıyla kullanmak istedi ve sanırım Waters’la anlaştığı tek husus bu oldu. Scarfe’ın kendine özgü çizgileriyle ortaya çıkardığı animasyonlar filmin sanatsal değerini oldukça yukarı çekmesine yardımcı oldu ve filmi anında kült seviyesine sıçrattı.


Waters’ın yazdığı hikayenin merkezindeki şöhretle baş edemeyen Rock Yıldızı “Pink” karakterini dönemin Punk şarkıcısı Bob Geldof canlandırdı. Geldof’un keskin İrlanda aksanı seçmelerde biraz düşündürdüyse de Alan Parker ondan vazgeçmedi. Filmin birkaç sahnesinde şarkıları onun söylemesini istiyordu ve Parker’ın istediği şekilde Geldof filmde “In The Flesh”i söyledi ve “Stop” isimli kısa şarkıyı da mırıldandı.
Alan Parker filmin odak noktasını büyük ölçüde, bir Rock Yıldızı olan Pink’in mental çöküşü üzerine kurmuştu. Bu çöküş neticesinde akli dengesini kaybeden Pink, bir Rock şarkıcısı olmayı aşıp kendi anlayışı çerçevesinde tehlikeli bir faşist lidere evrilir. Bu evrilme üzerinden film, etkili ve görsel manada zarif bir anlatım tutturarak sistem eleştirisini de yapar aslında; bu eleştirilerin en belirgin noktası, okullardaki eğitim koşullarının sistematik bir ketumlukta, tekdüze ve baskıcı öğretim yöntemleriyle çocuklara veriliyor olmasını sert bir karşı çıkışla işaret etmesinde yatar. Eğitim sistemini tukaka etme fikri bana öyle geliyor ki, daha çok Scarfe ve Waters’ın vizyonundan çıkmış gibi duran epey sert bir anarşist söylemdir.
Okuldaki çocukların, iktidar sahiplerince kendilerine bağımlı ve düşünme kabiliyeti zayıf tek tip insan modeli yaratma güdüsüyle oluşturulan düzenin simgesel bir objesi olarak yorumlanabilecek dev bir kıyma makinesine doğru giden platform üzerinde sıraya sokulmaları ve yüzlerinde birbirinden ayırt edilemeyen çirkin bir kurtçuk maskesi ile (Waters’a göre çürümüş sistemde toplumdaki biat etme zorunluluğunun bir metaforuydu kurtçuklar) askeri düzende uygun adım yürüyerek tek tek o makinenin içine düştükten sonra diğer taraftan kalın sosisler halinde kıyılarak çıkması, aslında eğitim sisteminin amacının sadece akılcı düşünceden ve özgürlük içgüdüsünden bireyi koparmak ve bu programa sadık yozlaşmış sistemin sürdürebilirliğinden emin olma adına her türlü baskıyı meşru kılma mantığına işaret eden önemli ve eleştirel bir saptamaydı.


Filmde kullanılan Scarfe’ın animasyonları fazlası ile soyut bir anlatımı tercih etmesine rağmen, Britanya’nın yüzyıllara dayanan sömürü ve yayılmacı heveslere bağlı kalarak emperyalist sistemin liderliğini asla elden bırakmamasını açıkça lanetleyen ve aşağılayan sertlikteki üslubu, ancak anlamak isteyenin görebileceği sahnelerdi. Faşizmin yerleştiği her toprağa beraberinde acı, korku ve ölüm getirdiğini tüm gerçekliği ile anlatan o sert bölüm Floyd’un “Goodbye Blue Sky” şarkısının üzerine işlendi. Britanya bayrağı, üzerinden kan sızdıran mezar taşlarına dönüştü. Savaşlarda hayatları ziyan edilerek toprağa karışan fakat politikacıların dilinde kutsiyete yükseltilen askerlerin mezar taşlarından kanalizasyon mazgallarının içine doğru akıyordu o kanlar!
Waters İngiliz aristokrasisinin soğuk ve sınıf ayrımcılığını var eden snob yapısını “Ayın Karanlık Yüzü” ne yerleştirirken, altı yıl sonra sıra savaş karşıtı söyleme ve kapitalist sistemin dayattığı faşizan yapının gerçekliklerini işaret etmeye geldiğinde bunu özgürlükleri yok eden anlayışın sembolik bir imajı olarak düşündüğü “Duvar” ı oluşturan tuğlaların arkasından yapmayı seçti. O duvar aynı zamanda gittikçe içine kapanan bir insanın kendini dış dünyadan soyutlarken, iç dünyasında yine kendisiyle hesaplaşma ve karar aşamasına kadar götüren zihinsel bir çöküşün de içsel barınağını temsil ediyordu. Ayrıntılı ve zekice. Tam da Pink Floyd’a yakışır şekilde.


Alan Parker, Roger Waters’ın yazdığı senaryoya dayanarak çektiği filmi, adım adım deliliğe sürüklenen bir kişinin akli dengesini yitirmesi üzerinden anlatırken bir nevi Syd’in trajedisini de ekrana taşımış oldu. Hatta doğrudan Syd’le bağlantılı olan sahneler vardı. Filmin hemen başında görülen, kendini içtiği belli, külü uzamış sigarayı tutan el sekansı aslında Barrett’ın akıl sağlığını kaybettiği yıllarda Waters’ın şahit olduğu gerçek bir andır. Keza doktor müdahalesi ile apar topar konsere götürülen Pink bölümü de aslında benzer bir durumdan alıntı yapılarak oluşturulmuş etkileyici bir sahnedir.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Anzio Cephesinde babasını kaybeden Waters’ın da filmin başkarakteri Pink’le kaderi örtüşür. Bir Alman bombardıman uçağı olan Stuka’nın, İngiliz siperlerine yağdırdığı bomba ile birlikte Pink’in babasının ölümüne şahitlik ederken aslında Roger Waters’ın babası Eric Fletcher Waters’ın 1944 de İtalyan Cephesindeki ölümüne gönderme yapılır. Eric Fletcher aslında savaş karşıtı bir vicdani retçidir fakat savaş esnasında ambulans şoförlüğü yaparken şahit olduğu yıkım onu Nazi’lerle savaşmaya iter.
Albüme ve tüm konsepte aşina olanlar, gelinen son noktada öykünün kahramanı Pink’in içsel bir hesaplaşma ve tüm hayatını sorgulama yoluna giderek elinde kalan gerçeklerle yüzleşmeye çalışırken, kendi izolasyonu için inşa ettiği duvarı büyük bir acı hissederek (filmde Waters’ın attığı muhteşem bir çığlık patlamaya eşlik eder) yerle bir ettiğini de zaten bilirler. Yaşam bir kısırdöngüdür. Başkasının yıktığı bariyer, tuğlası tuğlasına toplanarak bir başkasının inşa edeceği Duvar için hazır hale getirilmelidir.
Tabi ki doğrudan bir mesaj yoktur. Pink Floyd’un asla bu tür kaygıları olmadı. Mesele bireylerin kendi bakış açıları ve umutları üzerinden vardıkları sonuca göre bir değerlendirmede bulunmalarıdır.


Bu türden incelemeler, gerçeklikle arasındaki paralelliği araştıran tespitler ya da yorumlar saymakla bitmez. Sayfalar dolar ve yazı uzar gider. Mevzu derin ve oldukça detaylı. Bunca yıldır anladığım ve gruba bağlılığım sayesinde öğrendiğim bir şey varsa o da, Pink Floyd elemanlarının asla her şeyi bütünüyle paylaşan yapıda insanlar olmadıkları ve bu yüzden grubun etrafındaki gizemin yıllar boyunca artarak devam ettiği gerçeğidir. Buna büyük saygı duyuyor ve bu anlayışı haklı buluyorum. O yüzden, daha yazılabilecek çok şey olmasına rağmen, yazıyı sündürüp uzatmanın Pink Floyd’un başında dolaşan bu gizemli haleye yaraşan bir davranış olmayacağını düşünüyorum, ey okur!
Pekâlâ, sanırım bu kadar yeterli; kendimi bu noktada frenlemem gerekiyor. Yavaş ve sakince, kontrol bende, istersem yapabilirim. Nefes al, nefes ver…
İstersen sana Pink Floyd’a obsesiflik derecesindeki takıntılığım yüzünden geçmişte neler yaptığım veya nasıl davrandığım hakkında bir şeyler karalayabilirim. İyi olmaz mı?
Görelim…
Doksanlı yılların başında böyle bir oto-kontrole sahip olmadığım için Mersin’in çok da büyük olmayan çarşısında gezinirken, albümün büyük bir bölümünü bağıra çağıra söyler ve kimseyi umursamazdım. Sözleri hafızama kazımış ve olur da unutursam diye de not defterime tüm şarkı sözlerini yazmıştım. O not defteri de daima yanımdaydı ve ben Mersin ahalisine “The Wall” konseri vermeye her an hazır ve nazır şekilde sokaklarda sürtüyordum. Mersin halkının dinlemek için sabahı zor ettiğini sanmıyorum tabi ki. Yalnız da değildim. Her zaman birlikte dolaştığım adamlara da artık gına gelmişti; ben başladığımda zaten birkaç adım önümden yürümeye başlarlardı.
Filmden de çok etkilenmiştim. En azından bir sahneyi kendim canlandırmak için fırsat kollardım ve onu da yaptım. Filmin ortalarına doğru “One Of My Turns” şarkısına eşlik eden sahne, Pink’in bir fahişe ile birlikte kendi otel odasına kapandığı sekanstır. Pink’in aniden saldırganlaştığı öyle bir an vardır ki, otel odasının altını üstüne getirir ve odaya getirdiği kızın üstüne eline ne geçerse fırlatır. Şampanya şişesi kızın kafasının hemen üzerinden uçarak duvarda patlar. Pencerelerin üzerindeki jalûzileri parçalar hatta televizyonu kaldırdığı gibi oda penceresinin camını paramparça ederek fırlatıp aşağıya atar. Son derece korkutucu ve şiddet içeren bir kriz anıdır.
Ben de bu sahneyi aklıma yazmış ve bir gün aynen canlandıracağıma dair karar almıştım. O gün geldi. Kaseti şarkının başladığı ana kadar ileri sardım ve başlattım. Bir yandan da söylüyor ve Waters’ın sesine eşlik ediyordum. Odada kardeşimde vardı ve bana “Hayır” der gibi bir bakış attığını gördüm. Pink’in çıldırdığı o patlama anı geldiğinde aynı coşkulu öfkeyle, sağımda solumda ne varsa (çoğunlukla yastık ve minder) kardeşimin üzerine fırlatmış ve odayı da darmadağın etmiştim. Evin salonunun camını indirecek cesareti toplayamamıştım maalesef fakat inanılmaz bir hazdı benim için; tabi ki şarkı bitince saklandığı yerden çıkıp bu sefer o benim üstüme saldırmıştı.
Bu takıntı askerde de peşimi bırakmadı. Son aylarımda artık dayanılmaz bir sıkıntı içindeydim. Asayiş Jandarma Karakolundaydım ve görevler yüzünden yay gibi gerilmiştim. Bu ruh halinin üstüne yeni gelen rütbeli askerlerin mantıksız ve çocukça kaprisleri beni tüketmişti. Yeni subaylardan biri askeri her akşamüstü ilçenin içinde yedi kilometre kadar koşturarak kendince bir tatmin olma yöntemi bulmuştu. Tüm bölük sıraya girer ve Jandarma eşofmanlarımız üzerimizde ilçenin içine doğru uygun adım koşmaya başlardık. O gün bu yeni ve görev aşkıyla yanan heyecanlı subay en öne beni almış ve kendisi de hemen biraz ötemde koşturup askere emir yağdırıyordu. Gözleri kısa aralıklarla pencerelere çıkan genç kızların üzerine kayıyor ve bu durum onu daha fazla kamçılıyordu. Biraz koşup tempoyu yakaladıktan sonra “Karşıki Dağlar” marşını askere söyletmem için emir verdi.
Siz söyleyin; benden daha iyi söylersiniz zaten komutanım, dedim. Yapmak istemiyordum.
Saçmalama da söylet hadi, dedi.
Emredersin komutanım, dedim.
Arkamda otuza yakın asker koşuyordu. Bu fırsatı kaçıramazdım. En fazla kendime bir ceza nöbeti yazdırırdı; nöbet ve görevleri yazmak benim sorumluluğumdaydı. Tüm gücümle bağırmam gerekiyordu ve öyle de yaptım.
“WE DON’T NEED NO EDUCATION!”
Tekrar etmeleri için bekledim. Hemen arkamda koşanlar ritüele bağlı kalmanın getirdiği refleksle dediklerimi tekrar etmeye çalıştı.
“Vİİ DOO Nİİ EEDD!!”
Daha arkadakiler hiçbir şey anlamadığı için önlerinde koşanların dediğini tekrar etmek durumunda kalmışlardı.
“DUU Nİİİ…EEEKYUUU!”
“Ne yapıyorsun oğlum! Lan ne zaman gidiyorsan biran önce git de kurtulalım senden… Askeeer, dikkat… Kaarşıkii Daağlaarr!”
Ceza nöbeti yazdırmadı ama bir daha hiçbir koşuda bana marş okutturmadı. Koşudan sonra karakola döndüğümüzde askerlerden birkaçı yanıma gelip onlara ne söylettirdiğimi merak edip sordular.
Eğitime ihtiyacımız olmadığını bağırdık, dedim.
Bu kadarla da kalmadı elbette. 1980 yılında gerçekleştirilen “The Wall” canlı performansına ait konser kaydının yayınlandığını duyduğumda, erbaşa verilen üç kuruşluk maaşımı biriktirip eve postalamış ve bir zamanlar dinlerken üzerine uçtuğum kardeşime kaseti aldırmıştım. Ben askerden dönene kadar kaset jelâtini açılmadan beni bekledi. Bu albümün konser kaydını dinlemek içimde bir ukdeydi ve piyasaya sürüldükten aylar sonra dinleyebildim. Gerçi canlı seyretmekte ancak bir hayaldi benim için ama o konuda da “Nirvana”ya ulaştığımı söyleyeyim.
Takvim yılı 2013’ü bulduğunda, Waters tüm konsepti dünya turu kapsamında nihayet İstanbul İTÜ Stadyumuna getirmiş ve tüm evrenin kozmik yasası gereği benim orada olma gerekliliğim kafamda sabitlenmişti. Bu sabitliğin anlamı şuydu:
Herhangi bir aksilik durumu oluşur da ve bu yüzden benim için bir anlamda manevi tavaf sayılabilecek “The Wall” konserine giremezsem, çok büyük ihtimalle evren kendi içine çökecek yani bir diğer deyişle, ters Bing-Bang patlaması neticesinde karanlık madde başlangıçta içinden fışkırdığı ışık noktacığının içine çekilecek ve yaşam sonsuzluktaki her bir atom parçası ihtimalinde sona erecekti.
Sonuç: Gökyüzü hala yukarıda ve evrenin kumaşında herhangi bir kırışma yok!

14 Nisan 2015 Salı

Holly Motors (2012)

Bu sıkıcı ve insan zekâsını aptallıktan ayrıştıran muhakeme etme yeteneğinin, varoluş amacını bir kaba eti kılına gıpta etmeye götürecek kadar dibe vuran anlamsız hayatta (hemen yüzünü buruşturma; peki, senin hayatını istisnai olarak düşünelim) çoğunlukla bir yerden öte yere koşturarak geçer zaman, bilirsin; bazen bir köşede önüne mendil açmış ve dilenen biri çarpar ya gözüne -hani ‘hiç böyle değil aslında bunlar, para basıyorlar da bakma şimdi rol kesiyor’ diye düşünüp basıp geçtiğin- ha işte o kısa ve ancak bir mum ışığı kadar aydınlanma yaşadığın zamanlardan bahsediyorum. Alınganlık yok. Yoluna devam eder gidersin ve üstüne bir daha da düşünmezsin.
Hatırladın değil mi; dur bakalım acele etme, şimdi sana deseydim ki:
“O dilenci de sen yanından geçip gittikten biraz sonra, bir sokak aşağıya park edilmiş Limuzinine atlayıp Holding’ine doğru yola çıktı birader.”
Bana inanır mıydın? O sönük aydınlanma anı, zihninde haklılığının kanıtı olarak mı yer ederdi. Belki öyle ama biraz meraklı ve şüpheci biri olsaydın eğer, sokağın köşesini döner dönmez hemen bir duvarın arkasına gizlenerek her gün bir benzerinden onlarcasını gördüğün bu sıradan adamı dikizlemeye koyulurdun. Eh öyle tabi, ne var bir yere mi yetişecektin?
Yapmadın ve bu yüzden sonrasında olacakları kendi yöntemimle yazabilmem adına bana bir nevi meşruluk kazandırmış oldun. Böylece hala bu el değmemiş bakir blogu, cümleleri birbiri ardına dizerek dolduracak ve bu sebeple küçük bir ego patlaması yaşayacağım. Bu esnada şöyle düşüneceğim:
(iç ses) – “Bunalımdan çıkmanın en etkili yolu veya o sinik ağrının beyin tasının üzerinden kalkmasının en muhteşem çaresi yazmanın sebebini bulmaktır. Cümleleri sıra dışı bir üslupta dizmeye uğraşırken dakikaları atıştırırsın. Saatleri yesen de kilo yapmaz. Sadece tatmin olma duygusuyla doyarsın.”
Öyleyse şimdi oku istersen ya da sesimi hayal ederek dinliyormuş gibi yap:
Bu dilenci Limuziniyle teşrif ettiği kendisine ait dev Holding binasında fazla zaman harcamadan, “Bilmemne” Havayollarında ki pilotluk işini icra etmek üzere bindiği uçağın kokpitinden yolculara hitaben bir güven konuşması yaptı ve indiği şehirde hemen kadın doğum uzmanı olarak çalıştığı hastanenin ameliyathanesine daldı. Doğumu başarıyla yaptırdıktan sonra hiç beklemeden, aşağı mahallelerin birinde mesken tuttuğu yere gidip orada zulasındaki uyuşturucu çeşitlerinden bir bölümünü para karşılığı elinden çıkarttı ve daha sonra da eski bir tanıdığı kendisine “kelek” yaptığını düşündüğü için bu dünyadan soğukkanlılıkla temizledi…



Saçmalama, bu kadar şeyi tek bir adam yapabilir mi?” diye sorma bana. Gerçek hayatta zor belki, fakat elinde makasla kurguda oynamalar yapan biri olduğunda bal gibi oluyor. Bu filmde sana hayatı kurgulayan ise Leos Carax’ın zekâsından üzerine sıçrıyor. Belli ki Carax’ın seni seçmesinde ki sebebi, aranızda yıllar önce oluşturulmuş karşılıklı güvene dayalı bir tür sadakat değiş-tokuşu ve senin tahammülün de o güvenin önemli bir dayanağı. O güveni de cebine koyan yönetmen artık kendince, kendine has bir anlatım ya da üslup tutturarak film şeridine bastığı hayatın göreceli yapısını, suyun üstünde yürümek kadar olağan ve kolay bir akıcılıkta göstermeye başlıyor. Elbette bu kaide seninle bir nevi antlaşması olan tüm yönetmenler için de geçerlidir.
Herneyse, Carax’ın sana göstermeye çalıştığı o müstesna güne dönmeye karar verdiğinde öncelikle içindeki sayısız karakteri tek bedende toplayan bir adamın peşine takılman gerekiyor. Zor değil, yaparsın…
O gün sona erene kadar, söz konusu adamın çeşitli kimlikleri ve o kimliklerin karakteristik özelliklerini kendi bünyesine giydirip ve kısmen bir mantık potasında süzdükten sonra, kişilik kazandırdığı karakterlerin zorlu koşullarına uyum gösterebilmek adına giriştiği mücadelenin zorluğu karşısında insanın içinde derhal bu adamı saygıyla selamlamak isteği kabarıyor. Kendisini neden bu kadar zahmete soktuğu meçhulse de, onu görünce bu adamın yaşamda ki rol seçeneklerinin sınırsız ihtimallerle dolu olduğunun farkına varıyorsun. Neticesinde kendi hayatını gözden geçirmene veya şimdiye dek tanımış olduğun benliğini tersinden bir bakışla incelemene yol açar mı bu farkındalık ben bilemem. Leos Carax’ın derdinin de böyle bir uyanışın kilidini açan anahtar rolünü oynamak olduğunu sanmıyorum. Yalnız insan “ulan acaba ben neresine kıçımı dayıyorum dışarıda ki şu hayatın?” diye sormadan yapamıyor; aklında başka bir yere gitmek varken, ayaklarının bambaşka bir yere sürüklediği o anlarda özellikle…
Ne kadar hoş ve kaygan bir köprü kurdum değil mi? Bir filmin üzerinde kurabileceği olası etki veya daha da fazlası, belki de hâkimiyet üzerine… Olmadı mı? Hmm tamam, sen olmadı diyorsan; Durmayalım üzerinde fazla, kullanmayalım bu köprüyü o zaman(ya sabır), fazla kaygan…


Nasıl yapmalı öyleyse… Pekâlâ, sanırım biraz klişe merdanesini yuvarlayacağım hamur üzerinde. Her zaman işe yarar. Kendinden garantili.
Herkes içinden başka birinin hayatını düşler ve çoğunlukla bunu kendine bile itiraf edemez. Belki de o düşlerin bir kısmı, pembe dizilerin temaşa odaklı ışıltılı ve süslü hayatlarını çalmaya yeltenir. Ama herhalde anlamışsındır ki, burada bir istisnadan bahsediyorum. Biraz önce seni çevresinden dolandırdığım söz konusu adam, yani “Mr. Oscar”ın bir günü, romantize edilmiş bu istisnai düşün dışında bir yerde; hayatın içinde barınan çoğu karakterin yaşamını kendi benliğinden çıkartarak bir nevi iş gibi kendisinin rutini haline getirebilen ve her gün bunu tekrarlamak zorunda olan bir kişilik. İçinde barındırdığı ve yaşar gibi davrandığı o benliklerin sözde kendine ait yaşamları var. O yaşamların bir kısmı uç karakterlere ait olsa bile değişen bir şey olmuyor; mesela “M. Merde (Bay Bok)” bunların başında geliyor, Mr. Oscar asla taviz vermeden onları canlandırıyor ve varlıklarının silinmesine izin vermiyor.
“Holly Motors” u yazan ve çeken adam olan Leos Carax’ın daha önce tutkulu bir takipçisi olduğum söylenemezdi aslında ama hemen herkesin az çok bildiği “Les amants du Pont-Neuf \ Köprü Üstü Aşıkları, 1991” filmini seyrettikten sonra galiba Carax’ı takip etme alışkanlığı edinmiş olabilirim. O filmin de romantik-drama kalıplarında hayli güzel ve ilginç bir senaryosu var ama “Holly Motors” hiçbir kalıba uymayan, bir bakıma kendine has bir film.
Bu konuyu biraz açayım. Söylemek istediğim iyi anlaşılsın. Kısa tutmaya çalışacağım, merak etme.
Böylesine kendine münhasır filmleri kotaran yönetmenler, ticari kaygılara teslim olmadan yazdığı senaryoları, kaygısızca istediği üslupta cesaretle çekerken, gösterime sunduğu bu yaban sanatın çoğunlukla sana ve bana ait olması adına usanmadan didinip kendini bu yönde disipline edebilen kişilerdir çoğunlukla. Seyircisi ile antlaşması olan yönetmenler işte bu insanlardır. Sen onun dizayn ettiği dünyanın içine düstursuz girmekte sakınca görmezken, onlarda her projesinde inşa ettiği dünyanın içerisinde nefes almaya alışık kemikleşmiş bir takipçi olduğunu bilirler.
Senden saklamaya gerek duymuyorum; filmin alt metninde hayatın kendisine dair oldukça entelektüel bir taşlamanın yattığı buz gibi ortada. Keza insana dair elbette. Alıp seni oraya sürüklemeyi canım hiç istemiyor. Her bir karakterin sosyolojik ya da psikolojik sağaltımını yapmanın gereksiz bir ukalalık olacağını seziyorum. Evet, öyle düşünüyorum. Sanki yüzüne bir rahatlama gülümsemesinin yayıldığını seziyorum. Her neyse, daha fazla taşırmadığın müddetçe sorun yok.
Tabi ki film farklı yapısını senaryonun sağlamlığından aldığı kadar, oyuncusu Denise Lavant’ın harikulade performansına da borçlu; sokak pantomim sanatçılığından akrobatlığa, sirk palyaçoluğundan dansçılığa kadar hemen her gösteri sanatında boy göstermiş ilginç bir adam Lavant. Karakteristik bir yüze, elastiki bir vücuda sahip.
Hatırlarsan Uncle ve Thom Yorke işbirliği ile yapılan 1998 tarihli “Rabbit In Your Headlights” klibinde Lavant’ı bir otoyol tünelinde, öfkeyle kendine söylenerek yürüyen psikozlu bir adam rolünde izlemiştik. Hatırlamışsındır, yanından vızır vızır geçen araçların kimi ona çarpmamak için direksiyon kırarken bazı araçların ise sürat kesmeden gelip onu hunharca tepelediklerine şahit oluyorduk. Sonunda ise betondan bir anıt gibi ayakta kalan yine Lavant’ın oynadığı öfkeli adam oluyordu. O klipte bile hatırda kalan onun görsel performansa dayalı oyunuydu. Haksızlık olmasın, şarkı da iyiydi tabi ki.
2012 yılı yapımı “Holly Motors” tek bir insandan çıkan bin türlü yaşamı betimleyen öylesine parçalardan oluşuyor ki, bütünü oluşturan bu parçaların hemen hepsi hakkında uzun uzadıya tartışılabilir. Artık birbirimizi anladığımızı düşünerek söylüyorum, benim tercihim daima (gelecek yazıda hatırlat da bu kuralı derhal esnetelim) kafama yer eden bir sahne üzerinde düşünüp yazmak olacak. Konuşmayı çok tercih eden biri olduğum söylenemez. Dostlar arasındayken belki çenem düşüyordur. Bilemiyorum.
M.Merde karakterinin göründüğü o tuhaf sahneleri yağlayıp ballandırarak yazmak isterim ama onu keşfetmeyi sana bırakmak sanırım daha doğru olacak. Seyrettiğin anda bu zevkli keşfi sana bıraktığım için bana minnet duyacaksın. Onun hakkında yalnızca şunu söyleyebilirim, bu tuhaf ilkel adamın sinema perdesinde ilk kez ortaya çıkışı üç yönetmenin ortak çalışması olan 2008 yılı yapımı “TOKYO!” filminde yine Leos Carax’ın yönettiği bölümde olmuştu. Tek başına Tokyo’da büyük bir paniğe sebep oluyordu.
Merak eden seyreder birader!
Carax Mr. Oscar’ın karakterler arasındaki değişimini zekice bir yöntemle basitleştirmiş. Mr. Oscar’ı taşıyan geniş bir Limuzini filmin önemli bir oyuncusu haline dönüştürüp, arabayı onu taşıyan bir ulaşım aracı olmasından ziyade, iç atmosferini Mr. Oscar’ın bir nevi dönüşüm kabini gibi kullanmasını sağlamış. Arabanın içi onu tazeleyen bir tür güvenli alan gibi ve bir sonraki karakterine bürünürken yaptığı makyajı ve değiştirdiği kıyafetleri bu dünyadan izole gibi görünen arabanın geniş arka koltuğunda yapıyor.


Limuzinden dışarı bir akordeon çalgıcısı olarak çıktığı anda bana kalırsa filmin en muhteşem sekansını oluşturan karakteri de görmüş oluyorsun. Çünkü Leos Carax’ın bu sahneye gösterdiği özeni ve planı anlamamak ya da takdir etmemek imkânsız. Yönetmenin büyük kısmını tek çekim olarak planladığı sekans, birbirini sırasıyla izleyen enstrümanların eşlik ettiği, seferi bir orkestranın oldukça tutkulu ama kısa bir konserini izlettiriyor sana ve görüyorsun ki giderek çeşitlenen çalgıların oluşturduğu senkronize uyum filmin içinde verilmiş kısa süreli ve görkemli bir mola.
Geniş sütunların çevrelediği müze ya da daha çok araba garajı benzerliğinde geniş bir salonda, akordeon çalgıcısının arkasından ona eşlik eden bir yığın insanın ortak yönü belki de, Mr. Oscar’ın kendine verdiği bu dinlenme arasında yaptığı gibi, onunla benzer hayatı birey bazında paylaşan insanlar olarak ortak bir etkinlikte bir araya gelip, hayatın içinde böylesine mucizevî boşlukları kendileri için yaratabilmeleridir. Hepsinin kendi hayatı ve onu algılama tarzı var. Orada üflemelileri veya vurmalı çalgıları kullanan insanlar, o mekândan ayrıldıklarında kendi yaşamlarının içine dalmış olacaklar ve sen bunu görmeyeceksin. Arkada gitar çalan adam belki de dışarıdaki hayatında büyük bir soygun planlayan azılı bir hırsız olabilir. Bateriyi çalan kişi belki de seri katildir veya borsacıdır. Nereden bileceksin. Zaten Carax seni Mr. Oscar’ın peşine takarak tüm bu olasılıkların birçoğunu onun bedeni üzerinden göstermeyi tercih ediyor.
Takdire şayan; ha aklıma gelmişken, acaba Carax bu sahneyi kaç tekrar ile çekti, bir fikrin var mı? Yani bir kişi ritmi kaçırsa haydi sil baştan…

1 Mart 2015 Pazar

Waking Life (2001)

Ne düşünüyorum biliyor musun? Ne düşündüğümün umurunda olmadığını; haklıyım, evet – ooh, çok sağ ol- biraz sonra görürüm seni. Asıl diyeceğim şu:  
Belki inanmayacaksın ama öyle bir film var ki, insanı tıpkı açık sularda deniz tutması gibi şiddetli bir bulantı ve baş dönmesi hissiyatıyla baş başa bıraktığına bizzat şahidim. “Hiç insanı film tutar mı” deme bana. Bu film tutuyor işte. Elbette filmi ilk kez seyrettiğin anda bu dimağ istifrası kendisini daha çok belli eden bir etkiye kavuşuyor. Tabi bu kardeşin gibi manyaksan (ki öyle olduğunu umuyorum) sonraki onlarca kez seyrettiğin zamanlarda, serin ve şeffaf bir yelkenli gezintisine çıkmışsın da duru denizin üzerindeki yakamozları seyrediyormuş kadar kendini hafiflemiş hissediyorsun.
Gerçekten öyle… Dolu bir kül tablasını boşaltır gibi beyninin tasını silkeliyorsun işte, daha ne istersin! 
Daha aşağılarda bir yerde sana 2001 yapımı “Waking Life”dan bahsedeceğim sözünü vermiştim hatırlarsan, tam söz verdim sayılmaz gerçi, neyse hatırladın değil mi? Yok mu? Hafızayı zorla. Yahu gerçek takipçiler arıyorum. Tıpkı Oskar Schindler’in Itzhac Stern’i aradığı gibi tek tek dolaşıp “gerçek takipçi sen misin?” diye sormak istiyorum.
Bugün tersimden kalkmış olabilirim, ben de bilmiyorum. Aslında “Waking Life”ı yazmak için tersten kalkmak yerinde bir pozisyon olabilir. Hmm bunu daha önce düşünmemiştim. 
Pekâlâ, işte bir teşbih daha; filmin etkisi öyle sarsıcı ki, o değerli kafatasının içinde düşüncelerini organize eden mucizevî beynin, sen daha filmi henüz yarılamışken yanmaz tavanın içindeki çırpılmış yumurta benzeri bir bulamaca dönüşüyor. Bu cümle hiç zorlanmadan: 
“Herhangi birini bu filmden nasıl soğutursun” başlıklı bir makalenin giriş paragrafı da olabilir. Maalesef benim niyetim bu değil. Her şeyin bir zamanı var. 
“Waking Life” çok şey hakkında ve ilgili olduğu o şeyler: bazen üzerine kafa yorduğun ama çok fazla hatırlamadığın (çok kısa sürer o anlar) kavramların anlamları ve bu anlamların tariflerini en çok merak edilen gerçeklik üzerinden -yani ölümü merkeze alarak- çevresine ördüğü bir mantık sarmalı spiralinden anlatmaya çalışıyor. Ne demek istediğimi anladın değil mi? 
Eğer anlamadıysan kafa sallamayı bırak, çünkü az sonra yazının içinde kaybolup gideceksin. Yazıya bayılacaksın ve zevkten ateş basacak anlamında söylemiyorum; öyle anladıysan bilemem, ben sadece kafan karışacak ve belki de sıkılacaksın manasında ‘kaybolacaksın’ dedim. Ha kafa karışıklığı da zevklidir diyorsan, o zaman işte kendi “Itzhac Stern”imi bulmuşum demektir. Bu keşif umduğum gibi, senin de bir manyak olduğun anlamına gelir ve nihayet seninle iyi anlaşacağız demektir.

Tamam, öyleyse! Atıyorum taşı kuyunun içine…
Ölümü sadece rüyalarımızda deneyimleriz değil mi? Bu deneyim nihai sonu yaşamaktan farklıdır elbette. Ölüm kati bilinmezdir ama ölümün kendisi bir rüyaya dönüştürüldüğünde ne değişecektir? Elbette bilinmezlik deneyimlenecek ve ölüm yaşanmaya başlanmış olacaktır veya bir başka deyişle, insan kabulünde hiçlik formatında olan süreç artık yalın gerçekliğin kendisine ve yansımasına dönüşecektir. “Waking Life” seyircisine bu yanılgıyı sorgulatırken de bir yandan da bu kavramı acaba, bir yanılgı olarak kabul etmek mi bir yanılgı, şüphesini önüne koyuyor.
Filmde görünen hemen her karakter bir filozofun felsefi doygunluğunda, oldukça geveze ve birikimleri hayattaki tecrübeleriyle eşdeğer kalitede. Bu geveze insanlar, ölmüş olabileceği olasılığını kendi aklında bir tür problem haline getiren ve bu sorunun içinde yaşamaya hapsolan genç bir adama, onun aklını daha da karıştıran bir yığın mantık felsefesi kuramı çerçevesinde akıllarınca yardım etmeye çalışıyorlar. Çocuk birçoğunu anlıyor anlamasına da, bu diyaloglar “acaba ben öldüm mü ulan” sorusuna net bir yanıt vermekten çok uzak kalıyor. Sanki kasıtlı bir ısrarcılıkla iletişim kurduğu herkes, aklını kurcalayan bu sorunun meraklı altyapısını, görünen buzdağının altına yönlendirilmesi gerektiği ve böylece mantıken bütünün kavranmasına yardımcı olacağı imasında bulunuyorlar. Ölüm yalnız başına korkutucu ve şüpheli bir olgu değildir; yaşam bütününün içinde yer alan bir dinamiktir ve dolayısıyla merak, tek bir olgudan değil o olgunun da içinde olduğu bütünden faydalanmalıdır. Zavallı çocuğa sunulan yönlendirici ve imalı bakış perspektifi bence bundan ibaret.
Filmin başkarakterinin bile aklı ‘türlü’ gibi karışırken, filme yoğun bir dikkatle saldıran senin aklın nasıl karışmasın değil mi? Tamam, belki de reçete şudur:
Linklater’ın mantık spiralini dışa doğru genişletmek yerine merkeze doğru daraltmak bana çok da yanlış olmayan bir yaklaşım gibi geliyor. Demek istediğim, konunun merkezinde kalarak -yani ‘sevgili büyüklerim, ben öldüm mü acaba’ diye ortamda dolaşan oğlanın derdini unutmadan- dışa sarmalanan hikâyeyi temkinli bir dikkatle seyredebilirsen, bana bu senin avantajına olur gibi geliyor. Fakat bu yaklaşımda sonuçta bir kısırdöngüyü yaratacaktır. Çünkü önce o mantık spiralinin dışa doğru genişleyip sarmalanması gerekir ki, sen içe doğru takip edebilesin. 
Bu da bir kapana kısılmak anlamına gelir. Yani şu anlamda: asla hür değilsin; yaşam iradeni ancak başka bir zihnin oluşturduğu (ismine Tanrı da diyebilirsin) yaşam spiralini içe veya dışa doğru takip ederek kullanabiliyorsun. Çemberin içerisinde koşturan bir kobay faresinden farkın yok. Alınganlık gösterme şimdi; az önce bir tür manyak olduğun olasılığı üzerinde hemfikir olduk değil mi? Caymak yok. Anlaşmamız böyle. 
Yaşam bir dayatma olabilir mi? Evet, olabilir. 

İçerisinde koşturduğu çember altından çekildiğinde, fare aslında çoktandır tutsak olduğunu anlayacaktır. Çünkü aslında fare bir kafesin içindedir ve çember sadece kafesin bir enstrümanıdır. Öyle ise ölüm kafesin dışındadır ve dönüp durduğun çember yaşamsa, kafes ise belki de sadece rüyadır. Yaşam bir rüyanın içinde kilitlenmişse, demek ki uyanmak sadece ölüme açılan bir geçittir.
Dur, panik yapma… Filmi ilk seyrettiğim zaman -bu on iki veya on üç sene önceye tekabül ediyor- ben de hemen bir koşu gidip, tanıdık bir kütüğe hasretle sarılmak istemiştim. Sadelik açlığı ile “konuş ulan, sen konuş!” diye bağırmak istemiş ve tüm dikkatimi ona verme isteği ile yanıp tutuşmuştum ki o yıllarda “Twin Peaks” dizisindeki ‘kütüğü ile dolaşan kadın’ karakterini bilmiyordum bile, henüz diziyi seyretmemiştim. Neyse, konuyu dağıtmaya çalışma; teneffüse biraz daha zaman var!
Şimdi sen bu yazıyı okuduktan sonra, aklında bir nevi anlayış kuraklığı yaratıp benimle aynı hissiyata bürünmeni elbette istemem. Sonuçta okuyucu velinimetimizdir -yalana bak- belki de fare metaforu hoşuna gitmedi; istersen fok balıklarını ya da cennet kuşlarını örneklendireyim. Yalnız şunu bilmen gerekiyor üstadım, ben ne yaparsam yapayım Linklater’ın yazdığı senaryo kendi başına bir mantık felsefesi manifestosu gibi ve hiç abartmıyorum, belki de senaryoyu eline alıp okumak filmi kavrayabilme açısından seyretmekten daha etkili bir yöntem olacaktır.
Sözü fazla sündürmenin faydası yok. Bana kalırsa “Waking Life” filmini seyrederken birçok kez aydınlanma da yaşayabilirsin ya da “uzattınız ama” deyip kafayı formatlamak için üç-dört tane “Seinfeld” bölümünü peş peşe koyup da izleyebilirsin.
Bu da iyi fikir aslında; bir-iki bölüm önerebilir miyim? Aman iyi, sen bilirsin.
Zil çaldı, çıkabilirsin…