30 Ocak 2015 Cuma

Barfly (1987) - Factotum (2005)

Yıllar önce İstanbul Beşiktaş’ta bir kitap evinde çalışırken, gece mesai bitiminde cebimdeki üç-beş kuruşu da çekinmeden feda edip, gece okumak için bazen bir kitap satın alır ve eve öyle dönerdim. Çalışan indiriminden faydalanıyordum elbette. Bu gecelerin birinde, kitap evinin kasasında görevli olan ve çalıştığım süre boyunca bir-iki kez yaptığımız sohbetten anladığım kadarıyla, lafını asla esirgemeyen karakterde çok düzgün bir kızla entelektüel manada tartıştığımı hatırlıyorum veya başlangıç itibarı ile öyle olduğunu söyleyebilirim.
Çıkarken satın aldığım kitabı kasaya girerken, kitabı elinde biraz evirip çevirmiş ve yazarına şöyle bir baktıktan sonra, gözlerimin içine “beni hayal kırıklığına uğrattın; bu kitap alınır mı” anlamı çıkartılabilecek bir bakış fırlatmıştı. Yorgundum ve sanırım bu ayıplayıcı bakış hiç hoşuma gitmemişti. 

-Ne oldu, ne var, dedim biraz sıkıntılı ve boğuk sesimle. 
-Bunu mu aldın? Bu adamı mı okuyacaksın, dedi.
-Evet, Bukowski’yi sevmez misin? Çok şey kaçırıyorsun.
-Senin bu adamı okuyabilen biri olman çok garip. Gerçekten beni çok şaşırttın. Bu denli sığ ve çapsız bir adamı okuman…
-Üstelik çok da severim, dedim. 

Eleştirinin dozunu kaçırdığını hissediyordum ama bir yandan da benim ne okuduğum veya kimi seveceğimle ilgili kendisini neden bu kadar sorumlu hissettiğini de anlamamıştım. Benimle mi ilgileniyordu yoksa! 

-Kadınları hor gören yazılarıyla ün yapmış, terbiyesiz biri… Yazdıklarının edebiyatla ilgisi yok.
-Yanılıyorsun, aslında son derece duyarlı biridir ve yazdığı şiirler de (eğer okumasını bilirsen) içten ve dokunaklıdır. Duru ve manalı bir öfkeyle, zarafetli bir dil kullanır.

Tek kelimesine dahi inanmıyordu. Söylediklerim kulağına sanki kendini bu utanç verici aşağılık durumdan, çaresiz bir çabayla sıyırmaya çalışan birinin manasız boş lakırdıları gibi geliyordu. Bukowski’yi sevmediğini söyleyen ve yazdıklarını açık sözlülükle aşağılayan birisiyle, daha önce hiç ciddi manada bir tartışmaya girmemiştim. Yine girmezdim aslında ama beni ne dürttü bilmiyorum. Günün tüm yorgunluğu üzerimdeydi; diğer çalışanlardan birkaçı da yanımıza gelmişti ve anlaşılan onlar da çıkmadan önce, bu entelektüel kapışmadan kimin galip ayrılacağını görmek istiyorlardı. 
Pekâlâ, bir gösteriye ihtiyaçları vardı ve yazdıkları ile beni silkeleyen bu adamı kimsenin küçümsemesine izin vermeyecektim. Üstelik kızın gözünde ben de topun ağzındaydım. Öyleyse size naçizane bir edebiyat dersi vermenin zamanı geldi dostlar. Tüm gün binlerce kitabın içinde çalışıyoruz, günün sonuna bir anlam katmanın tam sırası değil mi?
Onun benim kelimelerime ihtiyacı yok, diye düşündüm. Bırakayım da bu kapışmanın tartışma unsuru olarak Buk, bu peşin fikirli kızın gözünde kendisini kendi ifadeleri ile savunsun. Kasaya girişini yapmadan önce elinden kitabı büyük bir öz güvenle aldım. Yine baktı. İlk dönem şiirlerinden oluşan bir seçkiydi; (günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali). Yüzüme kendinden en emin ifademi yerleştirdim ve çevremde dikilen diğer çalışanları da, “tamam sizi fazla bekletmeyeceğim, bu tartışmayı şimdi sonlandırıyorum” manasına gelen kararlı bir gülümseme ile süzdüm.

-Bana kalırsa çok önyargılısın ve bence Bukowski’yi çok fazla okumamışsın. Şimdi bu kitabın herhangi bir sayfasını rastgele açıp, sana onun şiirlerinden birini okuyacağım ve dikkatli dinlersen eğer, bu adamın çok sert ama bir o kadar zarif mısralar yazdığını göreceksin. Hazır mısın?
-Boşuna uğraşıyorsun. Bu adamı yeterince okudum ve tanıdım. Fikrimi değiştiremezsin, dedi.

Israrlı inatçılığı sinirime dokunuyordu ama bir yandan da, kendine güveni ve kararlı hali sempatik ve sevimliydi. Onu şaşırtmak heyecanlı olacaktı. Bukowski şiirlerini zaman zaman evde arkadaşlarıma yüksek sesle okuduğum için bu konuda talimliydim. Gırtlağımı temizledim. Çevremdekilere yine küçük bir gülümseme ile baktım ve kitabın ortalarına doğru parmaklarımı yerleştirip gelişigüzel açtım ve kızın önüne koydum. Açtığım sayfaya baktı, ardından diğerleri eğilip baktılar. Yüzlerindeki şaşkın donukluğu fark edip en son ben baktım. Şiirin ismi büyük puntolarla yazılmıştı.

(S..KİŞ OYUNU) 

Kasten yaptığımı düşünüyor olmalıydı ama bu kitabı daha önce hiç okumamıştım. Okumuş olsam bile nasıl bir el hassasiyeti ile bu şiiri özelikle o anda cart diye gözünün önüne açabilirdim ki; imkânsızdı ve kendimi iğrenç bir biçimde tekzip ediyor olmamın da mantıklı bir açıklaması yoktu. Rezalet ve yersiz bir tesadüftü yalnızca. Gözlerini üzerimde hissediyordum. Diğerleri de aynı bakışı üzerimde test ediyor olmalılardı. 
Hemen pes etmedim; eğer ilk dörtlüğü okursam belki o benim bildiğim harikulade dizeler kendini gösterir ve yaşlı Buk’un bu önyargılı kızın gözündeki itibarını yine de bir nebze yükseltebilirim diye düşünüyordum ve beni terse yatıran başlığın altındaki dizelere önce şöyle bir göz attım. Hank yine lafını dolandırmadan söylüyordu: 

“ Gerçekten korkunç şeylerden biri de
   her gece her gece
   artık s..mek istemediğiniz
   bir kadınla
   aynı yatakta olmak.”     

Yeterliydi. Yenilgiyi kabullenmeliydim. Sanırım o da biraz bakmıştı ve haklılığının kanıtlanmış olduğunu belli eden, sabırsız bir puf sesi çıktı ağzından. Kitabı kapattım, o girişini yaptı, ücretini ödedim (çalışan indirimiyle) son kez yüzüne baktım. Yamuk bir gülümsemesi vardı. Sevimliydi. 

-Yarın görüşürüz, dedim. 

Arkama hiç bakmadan çıktım. Dışarıda Haziran serinliği vardı. Yukarıda bir yerlerde “Pis Moruk” elindeki şarap şişesini sallayarak bana gülüyor olmalıydı. İlerde bir gün ben bunu yazarım, diye düşündüm.
Gerçeğe dönüştürmek bu yazının girişine nasipmiş. Nasip, kısmet bağlamına da çok inanırım ya…                           
Charles Bukowski 1989 yılında yayınlanan “Hollywood” adlı kitabında, senaryosunu yazdığı “Barfly” filminin çekim süreci esnasında ve sonrasında yaşananları anlatır. Kendi tarzının oldukça dışında olmasına rağmen yine de okuması çok keyifli bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Bukowski’nin kitapta yazdıklarına istinaden, ilk başlarda filme dair hayli hevesli fakat projenin hayata geçirilme esnasında tam tersi bir isteksizlik içinde olduğunu hatırlıyorum. Yanılıyor olabilirim çünkü kitabı okumamın üzerinden on beş yılı aşkın bir zaman geçti. O yüzden tam tersi bir durum da söz konusu olabilir. Ne diye emin olmadığın şeyler hakkında fikir beyan ediyorsun öyleyse, diyorsun galiba değil mi? 
Pekâlâ, haklısın ama sen de o zaman kendi hafızanın şaşmaz keskinliğini bana kanıtlamak zorundasın. Maalesef kısır hafızalı bir toplum ile birlikte yatıp kalkıyoruz, o zaman kör-şaşı denklemi kuşkusuz benim olduğu kadar senin de nahoş ölçülerde problemin olmalı. Gördüğün üzere bende bir de, laf ve gedik denklemi problemleriyle alakalı karşı koyamadığım bir sempati sorunu var. Hayır efendi! düpedüz ukalasın, dediğini mi duydum. Lütfen nezaketi terk etmeyelim.

(bariz bir şekilde gaipten sesler duyma problemim olduğunun farkında değilim mi sanıyorsun; e yalnızlık birader, havaya üfürülmüş sözcüklerle haşır neşirim burada) 
    
Filmin ön gösterim gecesi yapılırken, davet listesinde ismi onur konuğu olarak yazılan Bukowski ve karısı Linda, salona girip de filmi seyretmek üzere koltuklarına geçtiklerinde, Hank yeteri derecede stres ve bunaltıyı zaten üzerine bir paratoner gibi toplamış gibi duruyormuş. Ardı ardına içtiği içkilerin de etkisiyle mi bilinmez, filmin ortalarına doğru iyice bunalan ve artık tahammülü kalmayan Buk, ekranda Henry Chinaski’yi canlandıran Mickey Rourke ne zaman görünse yuhalamaya ve küfür etmeye başlamış. Filmi izlemeye gelen diğer konukların tepkisini çekmeye başladığında, onların da şahsına bir güzel kaymaya yeltendiğinde ise Linda artık oradan gitme zamanlarının geldiğini anlamış.  Kitapta yazan bu, eğer doğru hatırlıyorsam. Yahu sen burayı bir oku da, inanmıyorsan doğrulamasını kitabı okuyarak zaten yaparsın. Müsaade et. Ne oldu sana, böyle değildin sen…
Yönetmenliğini Barbet Schroder’in yaptığı 1987 yapımı “Barfly” Henry Chinaski’yi seyircisine takdim ederken, sinemadaki tüm o arızalı anti kahraman karakterlerin ne yakınına, ne uzağına, ne de içine katmadan, başka bir konumlandırmayı tercih ederek karakteri anlatmayı seçiyor. Nihayetinde kendine has bir adam ve kendine has bir yazın stili. Hakkını vermek gerekiyor. O yıllarda epey revaçta olan Mickey Rourke da aslında rolünün hakkını veriyor ama anlaşılan Buk, filmi seyrederken tam tersini düşünmüş. 
Charles Bukowski’nin öyküleri, çoğu kimsenin şüpheyle yaklaşmasına rağmen, kendi ifadesi ile de doğrulanmış bir şekilde yüzde doksan beşi oranında otobiyografiktir ve kendisinin alter egosu (diğer ben) olan Henry Chinaski bu öykülerin anti kahramanıdır. 
Chinaski zaman zaman hayatına giren ruhu kemirilmiş, sadakatsiz ve çoğu alkolik kadınların ikamet durağıdır. Otel odalarının münzevi kiracısı veya park banklarını kuş tüyü yumuşaklığındaki yataklara tercih eden bir berduştur; bir de tabi ki süslü kelimelerle donatılmış edebiyatın karşısında elinde haşarat kovucu spreyle bekleyen itici ve edepsiz Amerikan yazarıdır. Çalıştığı hiçbir işte dikiş tutturamayıp kovulan veya kendisini kovdurtan, at yarışı bültenlerinin usta sistemcisi ve sarhoş olduğu zaman kendisini “dünyanın en büyük şairi” olarak tanımlayıp ama bunu hiç kimsenin bilmediğinden dem vuran arızalı bir alkoliktir.
Ulan iyi özetledim galiba; Hank okusa beni de yuhalar mıydı ki?
Şimdi bu tarifin yapısından hareketle, yarattığı karakterle kendisi arasındaki bağlantıyı sana göstermeye çalışayım: 
Bukowski de asla çalışmayı seven birisi olmadı. Onun tarifine göre sistem: ‘kendisini idame ettirecek işgücünün sürekliliği adına bireyleri köleleştiren acımasız bir sömürü çarkından başka bir şey değildi. İnsanın benliğini silen ve bireyleri duygusuz, teslimiyetçi ve itaatkâr bedenlere dönüştüren sistemin kendisi, asla özgür olabileceğin miktarda para kazanmana izin vermiyor ve yalnızca hayatta kalabileceğin kadar bir geliri sana reva görüyordu. Bu gelirse yalnızca seni tekrar işinin başına döndürmeye mecbur bırakan oltaya takılmış bir yemdi ve sen bu yemi afiyetle yemek zorundaydın.’
“ Kölelik yok olmadı, yalnızca bütün renkleri kapsayacak kadar genişletildi.” der Bukowski…
Otuzlu yaşlarının ortasından elli yaşına kadar, nefret ettiği bir postanede ve oranın her departman seviyelerinde ölesiye çalıştığını da unutmamak gerekir. Postane tüm iliğini kurutmuş anlaşılan. 
Senaryosunu yazdığı “Barfly” onun gençliğinde bir bar sineği olarak çoğu zaman, o taburelerin üzerinde kıçını örselettiği dönemleri anlatır. Bildiği birkaç “underground” öykü dergisine gönderdiği hikâye ve şiirlerin bir kısmının kabul edilip, gelecek vaat eden bir yazar olarak tanınmaya başlamasının arifesindeki kıt kanaat geçindiği dönemdir bu. İflah olmaz derecede alkoliktir. İntihara meyilli ve depresif ruh hali onu, bazı gecelerin sonunda takıldığı barın arkasında gözüne kestirdiği yarmalarla yumruk yumruğa dövüşmeye iter. Arada çeşitli işlere girer çıkar ve bu sayede oda kirasını ve alkol parasını denkleştirmeye çalışır. Geceleri onun yazıya dönebildiği güvenli sığınağıdır. 
Bukowski “Barfly”dan pek memnun kalmamış veya karakterinin fazla abartılı jestlerle donatıldığını düşünmüş olabilir ama filmin bir sahnesinde kendisi de bar müdavimlerinden biri olarak rol almıştır. 
Bu sahnede Henry Chinaski, biraz öncesinde yine hiç düşünmeden daldığı sert dövüşün ardından mekân değişikliği yapıp, kuruyan boğazını ıslatma hevesiyle başka bir bara girer ve orada Wanda (Faye Dunaway) adında güzel bir kadına rastlar. Bu harikulade kadının tek başına oturup da içkisini kimsenin ona eşlik etmeden içiyor olmasına şaşırır ve tabii ki buna gönlü elvermediği için derhal Wanda’nın sihirli yörüngesine doğru paytak adımlarla seğirtir. İşte o anda Bukowski, bar taburesinde oturmuş birasını yudumlarken bir yandan da yüzündeki deja vu ifadesi ile olan biteni seyretmektedir. 
Cebindeki son parayı da kendisine ve Wanda’ya içki söyleyerek harcayan Hank, içkisini dipledikten hemen sonra sözü hiç dolandırmadan kadına dürüstçe itiraf eder:

“İşte bu… Züğürdüm; bir içki daha alamam.”
“ Hiç paran yok mu? ”
“ Para yok, iş yok, kira yok; normale döndüm. ”



Varlığının mevcudiyet teşekkülünü dürüst bir sebep-sonuç ilişkisiyle bu kadar basit ve dolaysız bir sadelikte açıklayabilen adama bu kadınlar ne yapsın? Etkileniyorlar haliyle. Evet hemen hepsi çatlak ve ruhu vuruntulu kadınlar ama ruhunun ve aklının ücra köşelerinde boşluklar muhafaza eden kadınlar da hiç yabana atılmayacak kadar etkileyicidirler. Nitekim Wanda kısa bir süre düşündükten sonra, kendisini takip etmesini isteyerek onu kendi kaldığı otele götürüyor.

Hank Chinaski karakteri sinemaya birçok kez uyarlanmış, iyi veya kötü yazarı bir şekilde seyirci ile buluşturmaya çalışılmıştır. Bunların arasında en yeni tarihlisi olan “Factotum” ise yazarın 1975 yılında basılan aynı adlı ikinci romanından uyarlanmış. Bu filmde Chinaski’ye Matt Dillon hayat veriyor.
Dillon’ın Chinaski’ye hayat verirken kullandığı yöntem basitçe, fiziksel jest ve mimikleri minimum seviyede kullanmak ve rolünün gereği bedenini teatral bir oyunculuğa sürükleyecek coşkuyu biraz kısarak daha doğal ve sakin bir üslubu tercih etmek diye yorumlanabilir. Ekranda daha ağırbaşlı ama yine olabildiğince hayattan kopuk bir Chinaski izliyorsun. Kim bilir belki de aktör, yazarın “Barfly” ön gösterim gecesinde çıkardığı karmaşadan haberdardır. Bukowski’nin yaşasaydı Dillon’un yorumundan ne derece etkileneceği muamma elbette, bu bakımdan Rourke biraz daha şanssızmış diye düşünülebilir mi; hmm belki, belki de değil. 
Rourke yazarla birlikte kadeh tokuşturmuş ve onunla içki eşliğinde sohbet etme şerefine nail olmuş bir adam ve o zamanlarda Bukowski’nin kendisini canlandıracak bu genç adamın içki içme kabiliyetinden etkilendiğini ve bunu da dile getirdiğini yine o kitaptan hatırlıyorum. Yahu ister inan ister inanma artık.  
Norveçli yönetmen Bent Hammer’ın 2005 yılında çektiği filmde Lili Taylor ve Marisa Tomei gibi kaliteli kadın oyuncular da Chinaski’nin üşütük kadınlarına beden veriyorlar. Özellikle Lili Taylor’a bir saygı duruşu talep ediyorum. Kabul edenler; etmeyenler! Kabul edilmiştir.
İki film arasında konu edilen dönem arasında fazla bir fark yok gibi. Chinaski’nin neredeyse aynı yıllardaki halini anlatan “Factotum”u “Barfly” filminden farklı kılan ayrıntı ise, alkolik şairin tutunamadığı işlere de ekranda şahit olman. Hatta yönetmen filmin açılış sekansını bile bu fikir üzerinden planlamış. Chinaski’nin çalıştığı işlerdeki komik dikkatsizliğini ve içkiye olan zaafından ötürü içmek istediği zaman hiçbir sorumluluğun onu engelleyememesini sana esprili bir açılış sekansı ile izlettiriyor.
Buz kalıbı üretim fabrikasında çalışan Chinaski’yi eğer dağıtım işiyle görevlendirip de teslimatın ilk durağını bir bara yönlendirirsen,  kalıpların su haline dönüşmesi, Chinaski’nin bara adımını atar atmaz yelkenleri suya indirmesi kadar olağan bir durumdur.
Tıpkı beklenilen sonucun olağan olması gibi:

-Hey Chinaski! Kovuldun!

8 Ocak 2015 Perşembe

Fearless (1993)

Uçmaktan korkar mısın? Hayatında hiç uçak yolculuğu yapmamış biri olarak soruyorum bu soruyu. Masum bir soru. Hani “sen korkmuyorsan ben de uçayım o zaman” gibi bir merakım yok, yanlış anlama. Asıl niyetim o kadar saçma ki - sen oku yazacağım şimdi…
Aslında uçak yolculukları ile alakalı olarak, sadece bir kısım genel terimler hakkında bilgim var. Sığ denilebilecek teorik bilgiler ile uçma pratiğinin karşılaştırılamayacağını ben de farkındayım ama bu yüzden kendimi eksik falan hissetmiyorum. Ha yani bunu bil de. Yeryüzü ile arama asla kilometre farkı koymadığıma pişman değilim; bu yüzden dediğim gibi, sana gıpta ettiğim falan yok. Amacım ise (hani saçma demiştim ya) yazının ilk versiyonu pek hoşuma gitmedi ve yeni bir başlangıç paragrafı yazayım dedim, o kadar. Bu da güzel olmadı gerçi; ne oldu, kızdın mı?
Ne kadar anlayışlısın. Öyle olduğunu düşünmek zorundayım çünkü.
Bence uçma korkusu, bindiğin uçağın yeryüzüyle bir sonraki temasının bir enkaz halinde olacağı paranoyasından kaynaklıdır. Sağ çıkma ihtimali, bir Japon balığının akvaryumun dışında da nefes alabildiğinin farkına varıp, heyecanlı bir hevesle evrim zincirine yeni bir halka ekleme şansından biraz daha fazladır. Sen daha uçmaya devam et!
Bu yüzden, bir uçak düştüğünde o enkazdan sağ salim kurtulan insan evladı bir mucizenin gözler önündeki kanıtı olarak kabul edilir; buna bir itirazın yoksa devam edeceğim. Bu insanın bir de kahramana dönüştüğüne tanıklık ettiğini düşünmeye başla. Sadece kendi kıçını kurtarma telaşına kapılmayıp, hala yaşayan birkaç yolcunun da enkazdan çıkmasına öncülük etmiş olmasından dolayı kahramanlık payesi ile onurlandırılmış bir insan.
“Max Klein”in başına gelen de aynen böyle bir durum. Aniden hiç beklemediği ve asla kabul etmeyeceği bir ilginin öznesi durumuna geçmesi, insanların gözünde neredeyse “Kurtarıcı İsa” gibi nurani bir konuma yükselmesi Max’i kendi benliğine karşı o kadar sağaltıyor ki, benzeri olmayan bir psikolojik soyutlanmanın eşiğinde kendini tüm lanetlere karşı tütsülenmiş bir KORKUSUZA dönüştürürken bir yandan da kendi varlığına karşı tehlikeli bir adam haline getiriyor.
İnsanların nazarında kusursuz bir ikon haline gelip, aslında ruhen dramatik bir düşüş ve parçalanmanın eşiğinde olduğun gerçeğiyle yüzleştiğinde, kendi bedenin içine hapsolduğun bir kabuk haline dönüşüyor. Belki fazla iddialı laflar bunlar ama telaşa gerek yok, benzerlerinden bende çok olmasına karşın az ve yerinde kullanmaya özen gösteriyorum. Kendime çok kullanırım da, seni sakınıyorum.


1993 yılı yapımı olan “Fearless” usta yönetmen Peter Weir’in kariyerindeki son dört yapımdan biri. Verimlilik bakımından hayli ketum davrandığı çok açık. Her çektiği filmin bir (Ölü Ozanlar Derneği,1989) veya (Truman Show,1998) kadar klasik ve kült normlarında olmasını zaten beklemiyorum tabi ki, fakat Weir aksini düşünüyor olsa gerek.
Jeff Bridges’ın canlandırdığı “Max Klein” bir uçak kazasından yalnızca tek bir çizikle çıktığında, hayatının tüm dönemlerinde kendisine engel olarak tanımladığı her şeyi artık aştığını düşünmeye başlar. Trajedi onun için artık, içinden yararak geçtiği kocaman bir dağ gibidir; hala reaksiyon gösterdiği birkaç şey kalmış fakat onlar da insanları şoka uğratan sıra dışı tepkilere evrilmiştir.
Kendisinin ölümsüz olduğunu hissetmeye başladığı anda, bu sanrı bir meydan okuma merakına dönüşmekte gecikmez. Çünkü ölüm yanından teğet geçmiş ve onu ıskalamıştır. Tek şansını kullanmakta başarısız olmuş ve artık ona ulaşma şansını kaybetmiştir. Max ölümü yendiğine inanır. O eşiği aşmış ve bir başka benlikte tekrar yaşamaya başlamıştır.
Sana filmin konusundan bazı ipuçları veriyorum ve bu biraz haksızlık biliyorum ama Max’in fütursuz kayıtsızlığını daha başka bir yoldan nasıl anlatabilirim bilemiyorum.
“Dokuz metrelik tramplenden baş aşağı atladım, ne kadar cesaretliyim” gibi bir şey değil ki bu.
Ölümü sınamak bir bakıma dolaylı yoldan Tanrıya meydan okumak anlamına gelir. Max sanki ölçülü gibi duran duru sakinliğini, bazen istemsiz fakat çoğunlukla bilerek Tanrı ve kendi arasında olduğunu hissettiği bu yaşam düellosu kapışmasıyla gerilimli bir moda sokup, çoğunlukla da hoyrat bir cesaret gösterisiyle sonlandırıyor. Bu tehlikeli düelloları kazanmaya devam ettikçe, aklında ölümü yendiği düşüncesi de güçlü bir şekilde pekişiyor.
Max’in içsel doğasındaki ruhsal değişimin zirvesi, yüksek bir binanın damına çıktığında içinden bir volkan gibi patlayan çığlığı ile birlikte geliyor. Her türlü duygusal yükümlülüklerine kendi bilincini kapattığı o an filmin en etkili sahnelerinden birisi. Yükseklik korkun varsa eğer acilen bir yere tutunma ihtiyacı hissedebilir veya oturduğun koltuğun dibine kadar gömülebilirsin. Biliyorum çünkü ben de çok yükseklerin adamı değilim.
Statü manasında söylemedim elbette ama zaten sen anladın. Misal:
Bkn. Örnek 1 -hemen yukarıda belirttiğim üzere, uçma isteksizliği ve seni de bu yönde beceriksizce ayartma girişimi (ikna olduysan eğer bu senin kabulün; “kendi haneme bir artı puan ekledim, aman ne güzel” diye düşünecek biri değilim ve aslında uçup uçmaman umurumda değil)…
Ama uçarsan olacakları biliyorsun…
Max insanların ısrarcı yapışkanlığından bunaldığı bir anda sığınabileceği en güvenli yer olarak binanın merdivenlerinden yukarıya doğru kaçar gibi çıkması da enteresan. O merdivenleri kendi dönüşümünün bir nevi miladı sayılabilecek uçak kazasına nazire yapan bir isteklilikle ve sanki annesinin kucağına dönmeye çalışan bir evladın sabırsız taşkınlığına benzer bir acelecilikle üçer beşer çıkarken, kaçmaya çalıştığı yükseklik ancak Tanrıya meydan okuyan birinin olması gereken yeri hissedeceği bir mekân güzergâhıymış gibi geliyor bana.
Beton korkuluklarının üzerinde dengesini zar zor sağladıktan sonra Max Klein, sanki bir parantezin içine sıkıştırdığı gırtlağından yırtılıp kopan çığlığını, kanıksanmışlığa ve ikiyüzlülüğe isyan eden bir çaresizlikte, yeni benliğine bir başkaldırı ilanı uzatır gibi kendisinden ayırıyor. İnsan doğasına yönelik bu aşırı tiksinti, onu derinlere batan bir taşın sabırsız merakından daha koyu bir olgunlukla kabul gören yeni benliğine o kadar çabuk uyum sağlamasına imkân veriyor ki, dönüşümündeki sakinliği sanki bedenine bir şey şırınga edilmiş de bu ani durağanlığa ve histeri krizini andıran coşkuya sebep olmuş izlenimini veriyor.
Kendisi ile gurur duyan ifadesiyle hem yeryüzünü hem de gökyüzünü kucaklayan iki yanına açılan kolları, iç dünyasında ölüm ve dolayısıyla Tanrı ile arasında tekrarlanıp duran düellodan yine galip ayrılmış olmanın verdiği hazzı simgeler biçimde.
Max’in kendisini her şeyden soyutlaması, kuyruğunu kaybeden kertenkelenin o kuyruğa yeniden sahip olacağını bilmesine benzer bir olgunlukta. Bu bilgelik yüzünden okunuyor. Tek derdi ise, dönüştüğü bu adamı kimse anlamıyor ya da karısı gibi onu eski haliyle görmek istiyor.
Zaten binanın tepesindeki o yükseklikte Tanrının tahtına oturmasına ramak kalmışken, onun bu motivasyonunu darmadağın eden de yine karısı oluyor.
Doğmak zaten olası da, şahsına münhasır insana dönüşmek herkesin başarabileceği bir şey değil.