7 Haziran 2016 Salı

iştahsız zihnin mırıldanmaları...

Keyifli olduğun günlerden biri ama bu durum çok çabuk değişebilir. Bunu biliyorsun. Birçok defa böyle oldu. Değişkenlik gösteren sayısız günün içinde bulundun. O günlerden kalan atıklar yer edip birikti hatıralarına.  Hiçbirinde asla böyle devam etmedi. Hepsinde bir şeyler daima o günü değiştirdi. Gün hiç başladığı gibi bitmedi. Asla bitmez! Bunu biliyorsun…
Dur! Dur bir saniye! Bunu bilemezsin! Her gün aynı olmaz. Bazı günler pekâlâ başladığı gibi sürer; olamaz mı yani, uyandığın anda hissettiğin duyguyla özdeş…
Hayır, hayır! Mümkün mü bu? Değil. Hiç olmadı. Sen de bunu biliyorsun.
Belki, hayır tamam, belki uyandığın anda hissettiğin o kıvılcımdan daha sönük, ilkinden daha az iyimser, normal, sadece normal hislerle bitirdiğim günler olmuştur. Evet! Neden olmasın! Bilâkis oldu. Bakma öyle, hatırlamıyorum şimdi ama oldu diyorum. Mutlaka öyle bir günü yaşamışımdır. Ne yani, kendimi bana mı anlatıyorsun? 
Hayır, her zamanki gibi beni kendime anlatıyorsun!
NE! Hayır! Yani, evet. Haklıyım. Kendimi dinleyip duruyorum. Hep münakaşa! Uzaklaşmalı. Kendimle arama mesafe koymalıyım. Kendimden uzaklaşmalıyım. Bir süre. Uzaklaşmalıyım.
Kendinle arana mesafe koyuyor ve senden uzaklaşıyorsun. Yapmıştın bunu. Bazen yapıyorsun, deniyorsun işte. 
Kendinle konuşmanın yalnızlığın iletişimi olduğunu mu okumuştun geçenlerde? Kimler söylemişti bunu? Elbette yüksek ihtisas yapmış birileri olmalı; mutlak gerçeği, muğlâk inanca dönüştürürken referans saydıkları akademik birikimlerini artık bilgiye evrilmiş teorinin şaşmaz kaynağı olarak kabullenen güruh mu bunlar? Eğer kendinle her zaman ve her yerde berabersen, senden asla kurtulamıyorsan bunun neresinde yalnızlık var, anlayamıyorsun. Üstelik bilginin henüz bilgiye dönüşmeden, teorideki hali sana çoğunlukla şüpheli hatta fazla düzmece geliyor. 
Eğer yanımda kendim olsaydım, vay halime! Hiç çekinmeden “seni çokbilmiş DÜZENBAZ!” şeklinde anlaşılabilecek aşağılayıcı ve hakaretvari bakışını yüzümde dolaştırırdı. Yalan söylüyorsun, derdi. Bir sürü şüpheli teoriye inanıyorsun! 
İnandığım o bir sürü şeyden başkaları şüphe duyuyorsa elimden ne gelir? Onlara “doğrusu burada, saf tutacağınız doğru yer hemen benim yanımda” diyecek halim yok ya. Hem yanımda birini istediğimi de nereden çıkardınız. Kendimden bile şöyle adam gibi uzaklaşamazken… 
Sanki o okunmuş sularla yıkanmış, hatası günahı olmayan, evliya türbesinde doğmuş da! Yahu daha geçenlerde, şu eski Hollywood filmlerinde göze batan, dimağ yoran ne kadar çok anlamsız klişe var; uzun ve hikâyeye hiçbir katkısı olmayan diyaloglarla dolu ve bir makineli tüfek seriliğinde birbirlerine mermi gibi kelime sıkan yapmacık karakterler, diye dert yanıp ukalâlık yapan ben miydim?”  
Düşüncelerinde çoğunlukla, kendini suçlayan ve bir sürü şeyle itham eden bir karaktere dönüşüyorsun. Aslında nefret ettiğin bir mızmızlanma hali bu. Ve seni, gerçekte neyi düşündüğünü düşüncelerinde saklayan biri haline sokuyor.  
Aslına bakarsan, evet, bu konuda sen de kendinle aynı şeyi düşünüyorsun. Alışılmadık ama gerçek! En azından bir konuda kendinle hemfikirsin. Ne öyle o birbiri ardına, hiç boşluk bırakmadan, tereddüt etmeden, düşünme sesi çıkarmadan, tekerleme söyler gibi cümleler kurarak konuşmak! Hayatın içinde bu kadar seri konuşabilen bir toplum mu var ya da toplumlar arasında bu dil bilgisini ve üslûbu hayatın fosseptik çukurundan vidanjör gibi çekme kabiliyeti yüksek olarak sadece Amerikalılar mı doğmuş? Yok öyle bir şey. Böyle konuşarak doğmak bir kabiliyetse eğer, konuşulanı anlayabilerek yaşamak: kemerini bağlamış ve koltuğunda bağdaş kurarak oturmuş (alışkanlıklar değişmiyor) ve biraz sonra Nirvana’ya doğru yükselmeye başlayacak olan (∞) sefer sayılı uçağın içindeki Buda’nın, engin bilgelik taşan sabrının kucağına şefkat arayan bir yılan gibi çöreklenmeye benzer! 
Hiç abarttığını düşünmüyorsun. Yanında tersini savunacak birisi de yok; hali hazırda kendinden muafsın! Huzurundan kovulmuşsun, biraz huzura kavuşasın diye!
Hafızanda çok fazla 1960 öncesi Hollywood yapımı film var. Farklı türlerde bir yığın film seyrettin. Savaş filmleri, gangster filmleri, western filmleri, korku-gerilim filmleri, bilim kurgu veya fantastik öykülü filmler! Birçoğunda diyaloglar aynı mekanik düzenin şaşmaz takipçisi gibiydiler. Tavşan kaç, tazı kovala! Bu insanlara 85 dakikalık bir film için, 3 gün mü mühlet veriliyordu acaba? Böyle bir sistemde oyuncu olmakta zor; müzmin ağız kuruluğu ve tükürük torbası iltihabına yakalanma riski çok fazla!  
Biraz düşünürsen, aklına hemen birkaç isim gelebilir.
Alnına sertçe bir tokat yapıştırıveriyorsun. Geldi bile!


Meselâ, üst dudağını diyalog halinde olduğu kişiyle asla muhatap etmeyen Humphrey Bogart, çoğu filminde konuşurken cümlelerini canlandırdığı karakterlerin sert ve biraz sinirli mizacına yakıştırarak, damperli kamyondan toprak döker gibi boşaltıyor. Keza James Cagney’de aynı köyün delilerinden bir tanesi; Carry Grant uzun boyuna nazire yapar gibi bir türlü sonlanmayan cümlelerin ve takip etmesi oldukça zor diyalogların oyuncusu ama bir mola vermek istediğinde, sadece öyküyü ön plânda tutmayı tercih eden Alfred Hitchcock’un projelerine zıplamayı da becerebilmiş.
Her kaidede bir istisna elbette vardır. Orson Welles bunlardan biri. Oyunculuğu ve yönetmenliği içinde bulunduğu döneme göre oldukça ayrıksı. Onun yazdığı ve yönettiği filmlerde replikler genelde birbirinin içine giren, karışan hatta takip edilmesi zorlaşan bir süreklilikte ama hayatın kendi dinamikleri içinde ve onun kadar doğal. Welles’i ayıran bir başka özellik, bazı filmlerinde değişik teknikler deneyecek kadar cesur olabilmesinde saklı. Örneğin 1958 yapımı “Touch of Evil” da, çekeceği sahnenin plânlarını geleneksel çekim teknikleri içerisinde kurgulamadan, bazı sahnelerde repliği olan oyuncuyu kadraja almayıp karşısında onu dinleyen kişiyi göstermesi ve bazen de konuşan karakterin kadrajdan çıkmasına rağmen, kamerayı onu takip ettirmek yerine o esnada orada olan başka birine ya da bir şeye yöneltmesi gibi sinemanın rutin film çekme tekniğine karşı duran bir anlayış geliştirmiş.


Bu tarzı imzası haline getiren Woody Allen filmlerini de hemen hatırlıyorsun. Karakterlerini bir odanın içinde görüntülerken kadrajını çoğunlukla repliği olan kişiye sabitlememesi, konuşan kişinin sesi çekilen plânın dışından gelirken, ona cevap yetiştiren veya onu suskunlukla dinleyen karakteri kadrajına sokmayı seçmesi, sinemanın bilinen kalıplarına çomak sokan Welles’e sanki bir saygı duruşu gibi. Çekim plânlarını bu tarza göre şekillendiren Allen için bu tekniği artık kendi geleneği haline getirmiş bir oyuncu-yönetmen denilebilir.      
Elbette rol yapma modeli sadece hızlı konuşabilme yetisine göre bir rutine bağlanınca, kadın oyuncularda bu değirmene su taşımaktan çekinmemişler. Onların bu mekanik oyunculuk tarzına ilâveten kattığı diğer önemli bir ayrıntı ise, canlandırdıkları karakterlerin genel yapısı düşünüldüğünde, çoğunun erkeksi özellikler taşıyan, bitirim ve bıçkın mizaçlı kadınlar olması. Hiç şaşmıyor! Aynı köyden göç edip gelen bir ailenin uzaktan akrabalık taşıyan bireyleri gibi bu kadınlar!
Humphrey Bogart’ın değişmez ekürisi Lauren Bacall buna bir örnek. Bacall, kırılgan ama erkeksi tavırları olan kadın karakterleri canlandırmada ustaymış. Ona yardımcı olan alto (kadında kalın ses) ses tonunun, canlandırdığı karakterin mizacına birebir uygun olması da önemli bir ayrıntı. 
Bu yolda yürüyen bir başka oyuncu Marlene Dietrich. Hayatın sillesini yemiş ve romantizmin masumane doğasından uzaklaşmış donuk ve sert kadın karakterleri canlandırırken, soğuk yapısı onu insanlara tepeden bakan bir insanmış gibi görünmesini sağlıyor. Bu imajı vermesinde ki baş unsur acaba kaşlarını sürekli kaldırarak konuşma alışkanlığı olabilir mi? Alman aktris 1930 yılında Hollywood’a ayak basmadan önce (oradaki ilk filmi, 1930 yapımı “Morocco”) 1920 Almanya’sında kabare oyunculuğu ve şarkıcılığı yapıyormuş.


Örnekleri çoğaltabilirsin. Bu kadınlar sigaralarını erkekler gibi içiyor, içkilerini onlar gibi ısmarlayıp yine onlar gibi yudumluyorlar. Oynadıkları filmin içinde olur da bir müzikal sahne varsa, o aktris kim olursa olsun, o sahnede şarkı söyleyen kadın karakter bir başka aktrisin kopyası oluveriyor. Yani, farklı filmlerde farklı şarkıları söylerken birbirinden farkı olmayan bir teatrallikte rol kesiyorlar. 
Diğer yandan kadınsı zarafetini ön plânda tutarak rol seçimi yapan bazı istisnaî oyuncular da var tabi; aklına ilk gelenlerden birisi de Ingrid Bergman. Güzelliği dillere destan…
Vivien Leigh (Gone with the Wind, 1939) seçimini aynı yönde kullananlardan; masumane güzelliği onu etkileyici kılan özelliklerinden.
Öyle böylesin, kendine çok bulaşıyorsun, hepsi tamam ama hakkını da teslim ediyorsun, aklına yatan bazı hususlarda paralel fikirleri savunuyorsun. Arkandan konuşuyor gibi hissediyorsun, ama yok, burada yanında olsa da çekinmeden söylersin, saklayacak bir şeyin yok. Doğruya doğru. Kendinle benzer takıntıları paylaşıyorsun; ikiniz, yer sofrasında tek bir tencereden çorba kaşıklayıp höpürdeterek içen, dibinde kalana ekmek banan iki kafadar gibisiniz! 
Meselâ, seninde aynı tarihli filmlerde dikkatini çeken, kaba veya anlamsız bulduğun, sanki oyuncu refleksinden kaynaklı gibi görünen saçmalıklardan birisi de tabanca tetiğine basarken yapılan manasız dürtme hareketi! Nedir o öyle? Bu silâhlar kabzayı sallamadan ateş etmiyor mu? Yoksa bu hoyrat refleks, gangster olmanın raconsal usulü gereği mi? Yağmura yakalanmış bir adamın elindeki inadım inat şemsiyeyi, sallayıp dürterek açılmaya zorlamasına benzer bir durum; yüksek eforlu, aslında manasız ve mantıksız bir dürtüsel geviş getirme hali! Sen o tetiği sıkıştırdığın anda namlu zaten gürleyecektir. Ekstra bir performansa hiç gerek yok! 
Bu göstermelik jestin belki de o dönemin oyuncularına sessiz sinemadan kalan bir alışkanlık olarak yerleştiğini tahmin ediyorsun. Biliyorsun ki sessiz sinema filmleri, her mimiği ve jesti abartılı bir teatrallikte sinema seyircisine yansıtmak durumundaydı. Çünkü koşullar böyle gerektiriyordu. Şimdinin koşulları ise bambaşka gerekliliklere evrilmiş durumda; korkutacaksan arka fona anî ve gümbürtülü bir ses efekti konulmasının şart olduğu düşüncesi gibi…
Her neyse. 
Bu hayli geveze molanın iyi geldiğini, şimdi ta içinde bir yerleri, bir şeyleri tazelediğini düşünüyorsun. Sanki ağız kuruluğunda kalmadı; kendinle birlikteyken dilin damağına yapışıyor. Konuşmak eziyet oluyor. 
Üstelik konuşan sen veya kendin de olsa, kadrajın içinde daima kendinden ziyade senin olduğun şüphesinden kurtulamıyorsun. Bu şüphe performansını bozuyor ve paranoyaklaşıyorsun. Hiçbir kadrajın içinde bulunmak istememene rağmen sanki bu sinematografik çerçevenin içine alınmışsın şüphesiyle endişelerini huzursuzluğunla yelpazeleyince, kaçınılmaz olarak bu şüpheli hissin şizofrenik yanılsamalarına güvenerek bir performans gösterme sorumluluğu taşırcasına mecburiyet duymanı da bir türlü anlayamıyor hatta açıklayamıyorsun. Nitekim hayatın içinde, herkes gibi, tek kullanım hakkıyla donatıldığın ‘gark etme’ fiilini, saçma endişelerini mercekleyip, büyüterek harcıyorsun. Oynuyorsun ama kaliteli mi oynuyorsun? Peki, ne kadar doğaçlama yapma hakkın var, bilmiyorsun. Bilemezsin zaten; seni yönlendirecek biri mi var? Repliklerini doğru mu söylüyorsun, kim bilir! 
Ardından belli belirsiz bir telâş ve gider borusunu tıkayan saç öbeği gibi yerleşik bir sinir hali geliyor. Bu durum kendinin ruhunda bir güvenin tek bir ısırığı yarıçapında boşluk oluşturmasına ancak yeterken, seni sayısız parçalara bölebiliyor. Bu parçalar tüm zemine saçıldığında bütün parçaları bulup toparlamak her zaman imkân dâhilinde olmayabiliyor. Kaybolduklarında yerine yenisini koymak da mümkün olmuyor ve onlardan eksik kalıyorsun. Açılan boşluklardan hatıralar sızıyor ve bu akıntılar üzerinde leke bırakıyor. Kendinden ne zaman uzaklaşsan, bu süreyi üzerindeki lekeleri çitileyip çıkarmaya çalışarak harcıyorsun.       
Bu kaçamak ayrılıklar kafanı rahatlatıyor fakat bedenini tüketiyor. Neyse ki denize girerken bile kıyıdan fazla uzaklaşmazsın.  Çocukluğundan kalma, kulağına fısıldanan böylesi öğütlerle yoğruldun. Artık o kulağın çevresi ve iç kısmı berberlerin kıl tutuşturma poligonuna dönüştü ve sen belirsiz tedirginliklere sürüklenen bir ruh haliyle sarmalandın. Artık kıyıya geri dönmek zorunda hissediyorsun.  
Neredesin ki? 
Son zamanlarda biraz alınganda mı oldun ne?