24 Aralık 2014 Çarşamba

A Scanner Darkly (2006)

“ ŞİMDİDEN YEDİ YIL SONRA ANAHEIM, CALIFORNIA ”
Nasıl yani… Bu ne biçim bir zaman algısı; hangi şimdi bu? Biraz sonra, yine mi şimdi olacak! Hangi anın şimdisinden başlayarak yedi yıl sonrasını tasavvur edeceğiz, diyorsun haliyle. Tamam, sakinleş ve…
Paniğe Kapılma! (Otostopçunun Galaksi Rehberi kitabının en önemli düsturu)
Diyeceğim şu ki, yapacak fazla bir şey yok. Muğlak bir zaman dilimini referans vererek perdesini açıyor “A Scanner Darkly” ve seni bilmediğin bir zamanın bilinci içerisinde tuhaf bir yolculuğa çıkarıyor.
Bu zaman boşluğu herhangi bir andan sonra gerçekleşmesi muhtemel, yakın geleceği öngören bir yarı-kehanet algısı oluşturuyor zihninde. Sadece bu kadar mı? Tabi ki değil, olması mümkün değil; K. Dick hiçbir metninde az ile yetinen bir yazar olmadı. Birçok uyarlamasına zaten aşinasındır değil mi? Tabi kim değil ki; hele bir de bilimkurgu edebiyatının tutkulu bir takipçisiysen, bu babanın kitaplarını hatmetmiş ve sana sorduğum bu soru karşısında direk gardını alıp: “yahu kalk git buradan, sorduğun soruya bak!” gibi gereksiz bir ukala tavır içine muhtemelen girmişsindir. Anlarım, hiç kaçırmam…
Pekâlâ, diyelim ki bu soru senden şüphe duyuyormuşum gibi bir intiba bırakıyor üzerinde ama bir düşün bakalım; evet böyle bir soru sordum, ama niye sordum…
–tanıdık geliyor mu, Şener Şen’in İlyas Salman’a “Banker Bilo, 1980” filminde paçasını kurtarmak amacıyla onlarca kez sorduğu merak uyandıran, o müthiş felsefi soru- tabii ki benim kefeni yırtmak gibi bir derdim yok. Tek derdim romanla film arasındaki bağlantıyı kurabilmek, yemin ederim. Çay?
Boş ver bayat zaten; gel benimle…
Şüphe! Nedir şüphe, çoğunlukla tetiği çeken parmağın kendisi değil midir? (yemin ederim film-noir repliği gibi oldu) Metnin kendisi de zaten bu ikircikli duygudan beslenmiyor mu? Dolayısıyla sinema uyarlamasının yapım aşamasında romanı (maalesef okumadım; aha yakaladım işte, gözlerini devirdin tahammülsüz pozlarında!) insanın içini kemiren şüphenin, eninde sonunda paranoyanın huzursuz kucağına çöreklendiği eleştirel bir distopya şeklinde senaryoya dönüştürmek bence çok isabetli bir tercih.
Yazarının başlıca endişesini yakalamış ve asıl noktayı ıskalamamış Richard Linklater. Zaten K. Dick’in esaslı bir takipçisi olduğu yine kendisinin çektiği 2001 yapımı “Waking Life”da, tilt makinesinin önünde zaman öldürürken bir yandan da yazardan alıntılar yapan bir adamı canlandırdığı sahnesinden çok belli. Ne filmdir ama o da; insanın dimağını çok yoran, mantığın tülbentten damıtılmış halini gördüğün, algının sorgulandığı bir manifestodur. Seyrettiğinde hortumla bir araçtan benzin çekmek gibi, beyninin midendeki suyu somurduğu hissiyatı veren korkunç bir bulantı bırakır ardında. Henüz bilinen bir reçetesi yoktur. ‘Tekeri Patlak Karavan’ın duvarında rastlarsın yakında.
Philip K. Dick tarafından 1975-77 yılları arasında yazılan “A Scanner Darkly” romanını sinemaya uyarlarken yönetmen Richard Linklater, “Waking Life” da kullandığı yöntemin aynısını uygulamış. Kabaca bir özetle, gerçeği animasyona dönüştürme tekniği şeklinde açıklayabileceğim bu usulü yönetmen bir bakıma kendi imzası haline getirmiş durumda. Bu zorlu animasyon tekniği yüzünden filmin çekim sürecinden sonraki yapım aşaması bir yılı aşkın bir sürede tamamlanabilmiş. Büyük sabır!


Çok güçlü bir uyuşturucu olan (D Maddesini) ekmek-su gibi tüketen küçük bir keş grubunun içine sızan devlet ajanı Bob Arctor’un (Keanu Reeves), beyinde kalıcı hasar ve etkili sanrılara yol açan bu maddeyi, görev icabı en az onlar kadar yoğun bir biçimde kullanması ve onun üzerindeki etkileri merkezinde gelişen öykü sanki bir hırsız-polis filmi dinamiğinde gelişen paranoyak bir distopya. Biliyorum, biliyorum; daha önce de yazmıştım…
Hem eleştirel hem de paranoyak bir distopya! Tamam mı? Sabrımı zorlama…
Arctor’un evinde yaşayan ikiyüzlü ve güvenilmez karakterli Barris (Robert Downey Jr.) ile saf ve iyi niyetli ama analitik bir zekâya sahip olduğunu zaman zaman belli eden Luckman (Woody Harrelson) her türlü uyuşturucuyu ve D. Maddesini periyodik olarak kullanan iki kafadar.
Diğerleri Arctor’un kız arkadaşı ve tabi ki madde bağımlısı Donna (Winona Ryder) ile en tutarsız ve şizofrenik karakteriyle, D. Maddesi kullanımı tavan yapmış Freck (Rory Cochrane), Arctor’un soruşturmasının hedefi konumundalar.
Bu aşamada küçük bir ayrıntıdan bahsetmem gerekiyor. Philip K. Dick’in hayat görüşü ile filmdeki karakterler arasındaki bağlantı veya eşdeğerlilik oldukça açık.
Kaotik bir yaşam düzeni ile hayatını noktalamış olan yazarın, uyuşturucu madde bağımlılığı ve ruhsal yapısındaki şizofrenik eğilimleri, yaşadığı dönemin önemli bir zaman dilimini kapsıyor. Yazar ölümünden beş yıl önce 1977 yılında “A Scanner Darkly” romanı için yapılan röportajında, (filmin DVD sürümünde, özel seçenekler kısmında röportajı altyazılı olarak seyretmek mümkün) Amerikan gizli servisleri olan CIA ve FBI’ın hakkında oluşturdukları dosyaları bizzat gördüğünü söylüyor. Evinden bazı belgelerin de çalındığını ve sorumlusunun kim olduğunu da hiçbir zaman bulamadığını ekliyor.
CIA ve FBI… İnsan bir tanesinin bile veri tabanına düşse korkudan etekleri tutuşur. İkisinin birden peşine düştüğünü ve seni takibe aldıklarını bir düşünsene! Kapını bir sabah “Siyah Giyen Adamlar” fenomenine uyan iki kişiye açtığını farz et ya da pencereden her baktığında karşı kaldırıma park edilmiş duran aynı siyah minibüsü gördüğünü…
K. Dick’in paranoya ve şizofreniye yatkın karakterini paravan olarak kullanarak bazı gerçekleri bu sayede örtbas etmiş olabilirler. Her şey beklenir bunlardan! Kennedy suikastı, UFO örtbası…
Bir buçuk ay önce eve fiber-internet bağlattım –dinle bak, önemli- ve eve gelen teknikerlerden biri, kabloyu içeriye arka taraftaki yangın merdiveni çıkışından getireceklerini söyledi. Fakat yangın merdivenine açılan kapının üzerinde bir asma kilit vardı ve anahtarı da yoktu. Kapının kilidinin kırılması gerektiğini söylediler ve öyle de yaptılar. Fevkalade güzel, peki ama bir yandan düşünüyorum da; artık o kapıda bir kilit yok. Tabi ya şimdi anlıyorum, bir oyun bu! Ya tüm amaç zaten başından beri bu ise, o kapının asla kilitli kalmaması gerektiğini düşünmüşlerse!
Yüce Manitu aşkına! Benden istedikleri ne olabilir ki; eşsiz güzellikteki Pink Floyd arşivim dışında neyim var benim…
Kolumu alnıma götürüyorum ve perde iniyor! Alkışladığını duyar gibiyim, teşekkür ederim.
Yalnız gerçekten artık bir kilit yok o kapıda, fiber-internet geldi – asma kilit gitti. Hakikat bu. O kapıdan artık dünyanın tüm gizli servis örgütleri rahatça girebilir ve belki de aralarında ilk kimin gireceği üzerine bir anlaşmazlık yaşanırsa, bu rekabet iklimi devletlerarasında bir krize ve borsada küresel ekonominin çöküşüne kadar uzayıp giden kitlesel bir histeri nöbetine yol açabilir. Açlık ve kıtlık yaşanmaya başlar. Ardından bildiğimiz medeniyetin çöküşü ve belki de uzaylı bir ırkın bu durumdan faydalanarak dünyayı işgali! Heyhat…
Şu yazı bitsin de, en iyisi ben gidip yeni bir asma kilit alayım şu yangın merdiveni kapısına. Herkesin iyiliği için.
Philip K. Dick’i bariz ama biraz abartı sosuyla çeşnilendirilmiş (sos ile çeşnilendirme tabiri aklıma hemen “Hannibal” ı getirdi; anlaşılan paranoyadan psikopatlığın doğasına kolaylıkla geçiş yapabiliyorum) bir karakterle temsil eden -bence tabi- Freck çok ilginç ve izlemesi keyifli bir kişilik. Örneğin, tencerede ne olduğu belirsiz bir şeyi kaynatırken aniden intihar etmeye karar verebiliyor. Radyoda dinlediği bir ses (K. Dick’in kendi orijinal sesi olabilir) onu bu konuda cesaretlendiriyor ve nasılsa yaşadığı çevrede intiharın çok önemsiz bir ayrıntı olarak kabul edildiğini ve asıl önemli olanın ardında bırakacağı şeyler olduğu konusunda ona telkinde bulunabiliyor.

Elbette Freck o grubun içinde kendisini D Maddesine bütünüyle teslim eden yegâne kişi. Okulun bahçesinde çeşmenin önünde su içme sırasını beklerken gördüğün, musluğu bütünüyle ağzına alıp suyu hiç dışarı taşırmayan o tuhaf çocuklara benziyor. Demek istediğim, kullandığı yoğun uyuşturucunun etkisiyle hareket ettiği açık. Şizofreni ile kuşatılmış bilincinin dışa vuran mikrofonik sesini dinliyor.
Kafasında duyduğu radyodaki ses onun intiharını bir tür edebi okuma gibi betimlerken, bir yandan da bu anlatıyla Freck’i neyi nasıl yapacağı konusunda yönlendiriyor.
Masaya oturup intihar mektubunu yazıyor ama içeriği iptal edilen kredi kartı protestosu üzerine, bağımlı doğasından beklenildiği üzere hap içerek ölmeyi planlıyor ama son anda o hapları ucuz bir şarapla değil de 2001 “Azalea Springs Merlot” şarabıyla yutmak istediği kararına varıyor ve kalkıp bir de şarabı almak üzere yolculuk yapıyor. Yatağına kütüphanesinden seçtiği favori kitabını (Ayn Rand-Fountainhead) göğsüne koyarak uzandığında, hiç üşenmeden gidip aldığı kaliteli şarabın eskortluğunda yuttuğu hapların etkisini göstermesini bekliyor ve maalesef ölmenin hizasından bile geçemiyor.
Çünkü bünyesi her türlü hap ve uyuşturucu maddesine karşı bağışıklık kazanmış olan Freck, onlarla ancak ölüm temalı bir tribe girebiliyor. Haline acıyıp üzülsen mi yoksa zavallılığı ile dalga geçip gülsen mi; karar vermek zor. Asıl trajikomik olan şey, ölmeyi beklerken bile karşısına öncelikle ruhani dünyanın bürokratik engellerinin çıkıyor olması. Yatağının hemen ayakucunda elinde döndürülerek açılan oklavalı parşömenle (ne biçim tarif ettim, gözünde canlandı mı?) ortaya çıkan, kafasında onlarca gözün fır döndüğü takım elbiseli şık bir tip, Freck’e öncelikle kendisine günahlarının okunacağını söylüyor ve bu okumanın sonsuza kadar süreceğini, hiç bitmeyeceğini de belirtiyor.
Haklı da çıkıyor. Aradan bin yıl geçtiğinde henüz altıncı sınıfa ulaşmış ve mastürbasyonu keşfettiği yıla ancak varmış oluyorlar.

14 Aralık 2014 Pazar

44 Inch Chest (2009)

Yazarken genellikle beğendiğim sahneler hakkında kalem oynatmadan önce, oradaki karakter veya karakterler üzerinde biraz empati kurmaya çalışırım. Daha sonra arkadan ne geliyor bir bakar ve işte bildiğin üzere…
Başlayayım öyleyse…
Adam işinden evine döner; aklında karısı ile yiyeceği akşam yemeğinden başka fazla bir şey yoktur. Belki birkaç şey hakkında sıradan konuşmalar olacağını öngörerek (görülmesi planlanan filmler veya üç-beş politik lakırdı, dışarıda sürekli havlayan köpeğin ne gibi bir derdi olduğu üzerine gereksiz kafa yormalar ya da çocukların geleceği üzerine, dışarıda havlayan köpek üzerine yapılan zihin jimnastiğinden bir tutam daha kapsamlı bir zihin jimnastiği vb.) kendini buna hazırlamıştır.
Mutfağa girdiğinde, yemekte ne var diye sorar ve aslında bilmese de olur. Çünkü zaten ne olsa yiyecektir. İşinden evine dönen ailenin reisine, kadın tarafından hazırlanmış bir tür ödüldür o yemek ve buna riyakârlık gösterilmez. Sadece bir kurgudur yaptığı, kendisi için inşa ettiği dünyanın içinde ufak bir rol. Evli bir adamdır.
Karısının gözlerinin içine bakmaya çalışır ve gülümsüyordur bir yandan da çünkü müşfik kocadır ya; o da rolünün bir parçasıdır. Fakat kadının gözlerini bir türlü yakalayamaz; içine baktığı o gözler bakışlarını sürekli sol tarafa doğru kaçırıyordur. Çıkış yolu arayan, kapana kısılmış bir leopar gibi. Biraz sonra sırtını döner adama ve ocağın üstünde dumanı tüten lanet olası bir yemek de yoktur. İnşa ettiği tüm dünya, kafasına bir moloz yığını olarak göçmek üzeredir.
Pekâlâ…
Filmde hiç böyle olmuyor! Hayır, demek istediğim olaylar benim tasavvurumdan biraz daha farklı gelişiyor. Ha yalnız, kadının o anda sırtını döndüğü spesifik bir gerçek. O oluyor. Ben sadece empati kurabilme adına mevzunun çevresinde dikkatlice turluyorum ve bu esnada gözlerine bazı ipucu kırıntıları serpiştiriyorum. Kendini aldatılmış mı hissettin yoksa. Bir yerlere varmak üzereyiz öyleyse!
Ne klişe cümleler…
2009 yılı yapımı “44 Inch Chest” başkarakteri Colin’i (Ray Winston) böylesi dramatik ve acımasız bir aldatma olayının merkezine yerleştirip, sana şiddetli bir hesaplaşma öyküsünü vadeden bir yapım. Evli olmayan biri için empatinin pek de mümkün görünmediği bir durum ya haydi neyse, denedim en azından!
Elbette filmin fazlası ile erkek bakış açısı ile anlatıldığı bir gerçek ve yazının başındaki tasavvurum da sanki bu bakış açısını bir miktar destekler nitelikte oldu. Yahu hakikaten öyle oldu galiba, ulan kendi ayağına kurşun sıkmak buna denir işte. Neyse, aslında bana göre her iki taraf da ihanet mağduru olabilir; ne demek bana göre, tabii ki öyle olur. Aradaki fark ise büyük olasılıkla, kadının hesaplaşma için daha karmaşık ve kurnaz bir yol izleyeceğidir; direk saç-baş yolan, işi agresifliğe dökmüş kadınları ayrı tutuyorum haliyle. Benim düşüncem bu.
Nihayetinde “44 Inch Chest” karısına neredeyse tapan bir adamın ihanete uğraması üzerine tasarlanmış bir film ve seyrederken kendini cinsiyetler arası bir sidik yarışı turnuvasında hissetme gereği de yok; gerçi benim kuruntum bu, kimsenin böyle hissedip de fermuarını yavaşça aşağı indirecek bir motivasyona gireceğini sanmıyorum. Belki ben böyle hissettiğim için kendi nesnelliğimi senin üzerinden sorguluyorum. Fermuarıma hiç dokunmadım bile yanlış anlama, o sadece aklıma gelen bir teşbihin görsel materyali idi. Takılma ona…
Neden bu filmde fermuar aşağı indirilsin canım, porno mu bu!
Hepsi senin suçun! Öyle tabi…
Unut gitsin, bak ne diyeceğim; filmin yönetmeni Malcolm Venville çok fazla dış mekân kullanmadan senaryoyu başarılı bir şekilde kotarmasını bilmiş… Yaa!
(Gül biraz…)

Filmin büyük çoğunluğu kapalı bir mekânda geçiyor ve bu tercih filme tiyatrovari bir atmosfer kazandırırken, bir yandan da oyunculuğu ön plana çıkartan muhteşem diyaloglar seyrediyorsun. Tabii usta oyunculardan kurulu kadrosu yönetmenin elini güçlendiriyor. Özellikle “Old Man Peanut” rolünde usta aktör John Hurt’ü seyretmek büyük keyif…
Filmin kuru bir aile trajedisi dramı anlatmak ve o türün klişelerinin izinden gitmek gibi bir derdi yok. Sana Colin’in bu ihaneti (ihaneti diyorum çünkü o öyle düşünüyor, karısını çok seven bir adam var karşında; aralarındaki ilişkinin yürümediğini kabul etmiyor ya da bunun sebebinin karısının hiç çaba göstermemesine yoruyor; objektifliğimi sorgulayıp durma…) kendi vicdanında sindirme ve bu şoku nasıl atlatacağı üzerine odaklı bir hikâye anlatıyor. Colin’in mantığı ile öfkesi arasındaki ikilemden türeyen çatışmayı izlemek ilgi çekici. Yer yer kendisiyle halusinatif bir didişmenin içine de giriyor.
Tabii yaşanan şey bir namus meselesi ve “mahalleden” eski dostların da haliyle kirlenmiş bir namusu eskisinden daha beyaz yapana kadar çitilemek üzere Colin’in tarafına dâhil olması kaçınılmaz; öyle olunca aldatan kadın Liz (Joanne Whalley) ve aşığı (Melvil Poupaud) tarafından ödenecek bedel son derece hoşgörüsüz bir sonuca doğru evriliyor.
Zaten çok da fazla bir emek sarf etmeden, Colin’in dünyasını başına yıkan aşk çocuğunu buluyor ve kafasına geçirilmiş bir çöp poşetiyle, bir lağım sıçanı gibi aciz bir halde onun karşısına oturtuyorlar. Gördüğün sahne karşısında, bu çaresiz ahmağın bir kaçamak yüzünden damarlarında dolaşan deli kanın belki de son kez kasık dolaylarına doğru akmış olacağı kanısı zihninde oluşmaya başlıyor.
Ağır oldu bu be, ben de mi Colin’in tarafındayım yoksa. İyi tamam, objektifliğimi sorgula…
Aşağılayıcı bir üslupla kana üşüşen köpekbalıkları gibi sandalyeye oturttukları aşk çocuğunun yamacında dönüp dururken, öylesine şeffaf bir sorgulamadan geçiriyorlar ki –sorgulama da denmez aslında, her soru veya tahmine kendileri cevap veriyor- yüzün kızaracaksa hiç seyretme!
Antik bir geleneğin iffetli şövalyeleri gibi davranan bu babalar: eşcinsel Meredith (Ian McShane), annesi ile oturan Archie (Tom Wilkinson), Liz’e erotik bir hayranlık duyan Mal (Stephen Dillane) ve en sert tepkiyi koyan, merhametsiz ve sanki gizli homoseksüel Peanut (John Hurt), engizisyon mahkemesi acımasızlığında bir öfkeyle saldırıyorlar. Gecenin kör vaktinde mühim ve kendi mantıklarına göre gerekli bir infazı gerçekleştirmek için toplanmış bu beş adamın (Meredith’in ortama karşı mesafeli ve soğuk tavrı ilginç) tüm çabası sanki Colin’i meselenin hassas yapısına karşı bir tür leke sökücü deterjan rolüne hazırlamak. Onlar yalnızca kan istiyorlar. Bu leke yalnızca kanla ovarsan çıkar diyorlar.
Ben demiyorum, onlar diyor.
Bak yine…


4 Aralık 2014 Perşembe

Allegro Non Troppo (1977)

İlk kez seyredildiği anda değeri tam anlaşılamayan ve önemsiz bulunan filmler vardır. Bunlardan bazıları, ancak yıllar sonra hak ettiği değeri kazanan ve kendiliğinden kült-film seviyesine yükselen yapımlardır. 1976 yapımı “Allegro Non Troppo” en azından benim düşünceme göre bu tanıma fazlasıyla uyar.
Amacı klasik müzik ile animasyonu koordineli bir düzen ve görsellikte seyircisine sunmak olan film aslında kendisi ile de bu amaç yüzünden dalgasını geçiyor. Walt Disney yapımlarıyla arasındaki fark da, bu mizahi yaklaşımla beraber hemen kendisini belli ediyor zaten.
İtalyan bir film yapımcısı, Walt Disney filmlerinin görsel ve işitsel şatafatını kıskanır ve hevesle böyle bir film yapmaya soyunursa ne olur? Üstelik imkânsızlıklar elini kolunu bağlıyorsa! Çare: zindanda çürüyen bir çizeri filmin animatörü olarak işe alıp, orkestrayı da yaşlı çingene kadınlardan oluşturursan işin yarısını halletmiş olursun. Animasyonlar dışında filmde işlenen ana mevzu bu.
Hani neredeyse Mel Brooks’un absürt komedi tarzına yakın bir üslup!
“Allegro Non Troppo” gözlerinin önüne Disney filmleri gibi steril bir dünya inşa etmiyor; her animasyonun alt metni sosyolojik ve kültürel taşlamalarla bezenmiş ve sadece komediden değil dramdan da beslenen bir görsellik dokusu oluşturulmuş. Bu yüzden herhalde filmin adının Türkçe karşılığı “Neşeli ama çok fazla değil” anlamına geliyor.
Kariyerinin neredeyse tümünü animasyon filmleri ile şekillendiren (çoğunluğu kısa filmler) yönetmen Bruno Mozzetto’nun aynı zamanda senaryosunu da, biri başrol oyuncusu olan Maurizio Nichetti (Animatör rolünde izliyorsun) ve bir illüstrasyon ve animasyon sanatçısı olan Guido Manuli ile beraber yazdığı “Allegro Non Troppo” yu mutlaka izlemeli ve bu sıra dışı film hakkında, kendi beğeni ölçütlerine göre bir fikir oluşturmalısın.
Kendi adıma bu filmle oldukça erken yaşta tanıştığımı söyleyebilirim; ilk kez yıllar önce TRT’nin 2. Kanalında ve oldukça geç denebilecek bir saatte yayınlandığında görmüştüm.
Filmdeki altı animasyonun da hepsi birbirinden güzel ve değerli ama hem Ravel’in “Bolero”sunu çok sevdiğim için hem de yıllar önce ilk seyrettiğimde, filmin bütününden ziyade bu bölüme hayran kalmamdan (sonra bu kanı değişti tabi) ötürü, yazımın içeriğini de filmin bu müthiş sekansına kaydırdım.
Yıllar geçtikçe belleğimde “Bolero” ile filmin bu animasyon bölümünü özdeşleştirmiş ve ikisini ayrı düşünemez olmuştum. Hatta Mersin Senfoni Orkestrasının “Bolero” performansını canlı olarak izlediğimde dahi, her an sahnenin önünden bir dinozor korteji geçecekmiş hissine kapılacak kadar bu animasyonu benimsemiştim. Belki orkestranın şefi Spielberg olsaydı bu mümkün olabilirdi. Elbette orkestra ile birlikte bir faciayı da yönetmiş olurdu.
Bu arada Mersin Tiyatro Bale Binası çok büyük bir bina değildir. Yanlış anlaşılmasın. Gerçi hiçbir tiyatro salonu bir dinozor kortejinin yürüyüş yapabileceği genişlikte olamaz; konuyu dağıtmış bulunmaktayım, biliyorum.
Toparlamak için filme dönmeli.
Bu kısa animasyon bölümüyle birlikte bir yaradılış efsanesine şahit olurken, Ravel’in “Bolero” sunun o bilindik üflemeli ve vurmalı çalgıların yavaşça artan temposu ile birlikte heyecanın ikiye katlanıyor.


Bir uzay mekiğinden fırlatılan kola şişesinin içinde kalan az miktardaki meşrubatın, biyolojik bir değişime uğradıktan sonra canlı bir varlığa dönüşmesi ve bu varlığın şişenin içinden çıkıp gezegendeki maceralı yolculuğu esnasında giderek evrimleşerek çoğalması ve sonunda tüm kötülük kaidelerinin yine insan suretinde gerçekleşiyor olması, hem çok zekice hem de son derece gerçekçi bir eleştiri!
Birbiri ardına devrilen çağlar gözünün önünde aktıkça, çevrede olup biten her şey gözüne tanıdık gelmeye başlıyor.
Bu sekansı sana daha fazla yorumlayarak sürprizini bozmak istemiyorum. Çünkü filmin bütünlüğü kısa animasyonların birbiri ile olan bağlantısından oluşuyor. Zindandan çıkarıp getirdikleri genç çizerin, yaşlı çingene kadınların çaldığı senfoni başyapıtlarına karşı hissettiği duygular, o parçaya ait animasyonun da bir bakıma konusunu oluşturuyor.
Sanırım “Bolero”nun coşkusundan sen de şüphe duymuyorsundur.
Ravel bile bu dinozorların peşinden yürürdü!


Boléro by dinplink

27 Kasım 2014 Perşembe

The Crossing Guard (1995)

İnsanoğlu, kaybettiklerinin acısını kendi vicdanı ve mantığında telafi edebilme becerisine sahip midir? Ölümün yaşayanların üzerindeki yıkıcı etkisidir sorduğum ve bu etki kesindir. Sevdiğin birisinin ölümü gerçekleştiğinde, senin için kusursuz metaneti ve o kaderci ön kabulü oluşturabilmek çoğunlukla, hastalığı sebebiyle yaşam konforundan uzaklaşan ve ölümü artık onun için bir kurtuluş seçeneği olarak düşünmeye başladığın birisi için mümkündür.
Bu seçenek sebebini bulamadığın bir ölüm için geçerli değildir. Sorgulamaya başladığın bir ölümde aklını ve belleğini kurcalayan, seni yiyip bitiren tek düşünce, olası geleceğin hunharca ziyana uğraması gerçeğidir. Neler konuşulabilirdi, daha neler yapılabilirdi, yaşasaydı kimlerle tanışırdı, nereye giderdi…
Bilinmezliğin yarattığı koskoca bir boşluk açılır içinde ve bu boşluğu doldurma kabiliyetin ve doldururken tercih ettiğin yöntemdir artık seni tanımlayan.
Peki, boşluğu ne ile telafi edersin:
Belki öfke ile harmanlanmış her şeyi; hüzün… Biraz nefret… Özlem elbette… Uzaklaşmak…
“Freddy Gale” in içinden kopan parçanın ardında bıraktığı derin boşluğu doldurabilecek tek bir his var içinde; elinde kalan tek şey, hıncı…
1995 yapımı “The Crossing Guard” Sean Penn’in ikinci yönetmenlik denemesi ve içerisinde çok usta bir aktör olan Jack Nicholson’ı barındırması ile önemli ve seyretmeye değer bir film olduğunu daha filmin başında sana hissettiriyor.
Filmin ulaşmaya çalıştığı ana fikir hakkında sana bir ipucu vermeyeceğim; kendin bulacaksın onu elbette. Şöyle demek doğru olur: bir zamanlar evli olan iki insanın yaşadıkları korkunç trajedi yüzünden, baş etmeye çalıştıkları acıyı kendi başlarına ve bildikleri şekilde aşma uğraşıları ve bu iki insanın ikilemlerindeki tezatları gösteriyor film sana.
Penn filmine bu tezatları çok dengeli ve aşırıya kaçmayan bir anlatım tutturarak yaymasını bilmiş; filminin daha açılış sekansında, insanların içini boşaltan herhangi bir trajedide yaptıkları seçimlerin farklılığı ve telafi yolunda uyguladıkları yöntemi sorgulatıyor. Değişik karakterler görüyorsun. Her birisinin acı veren deneyimleri ve çözümünü bulamadıkları sorunları var. Bunların arasında en farklısı ise kısa rollerin büyük oyuncusu John Savage’ın canlandırdığı “Bobby”. Farklı olmasının sebebi, diğerlerinin aksine kendini arıyor olması. Terapi esnasında aniden araya girerek samimiyetle kendinden yakınmasını diğerleri şaşırarak dinliyor ve biraz da aslında kendilerine itiraf edemedikleri gerçeği kolaylıkla söylüyor olmasından etkileniyorlar.

John Savage’ı 1978 yapımı “The Deer Hunter” filminden mutlaka hatırlayacaksın. Ayrıca muhteşem “Carnivale” dizisinde ki “Henry Scudder” rolüyle hatırlarsın.
“ Kendimi özledim.” diyor Bobby.
Ardından bir kez daha üstüne vurgu yaparak aynı yakınmayı tekrarlıyor, bu içten ve kendini işaret ederek yaptığı tekrarlama terapi odasında kendisine kulak kesilen kalabalık üzerinde sanki sessiz bir bomba etkisi yapıyor.
O odanın içinde kendi trajedilerini paylaşan insanlar bir bakıma gizli bir mutabakatın tarafları gibiler; acı deneyimlerinin arkasına ya da ötesine ittikleri duyguları ve kişiliklerini yok saymayı adeta aksini düşünmenin bile abesle iştigal olarak karşılandığı bir töre gibi kabullenmişler. Bobby gibi, silinmemiş ve hala varlığının kırıntıları kalmış benlikler tereddütlü bir şaşkınlıkla karşılanıyor. Çünkü paylaştıkları yükün acı veren ağırlığı kendi kişiliklerini önemsizleştirmiş ve silmiş.
Bobby’nin cesareti terk ettiği benliğine duyduğu özlemde yatıyor ve ailesini de bunun sorumlusu olarak görüyor. Sean Penn sana Bobby’nin orada hangi sebeple bulunduğunu açıklamıyor. Fakat içe dönük ve bunalımın kıyısında bir adam olduğunu o iç burkan yakınması sırasında anlıyorsun.
Anjelica Houston’un oynadığı “Mary” bu seans sırasında karşımıza çıkıyor ve Penn onu (Mother) etiketi ile sana tanıtıyor. Marry kendi çizdiği yolda, içindeki kordan ateşi söndürmek amacıyla orada ve onun derdiyle yüzleşme yöntemi bu.
Jack Nicholson’un vücut kazandırdığı Freddy Gale ise “uzaklaşmış” bir adam. Kendisi ile alakalı olan hiçbir şey kalmamış içinde ve zaten barınmasına izin vermemiş ve yok etmiş. Benliğini kemiren acısıyla beraber silinip gitmek yerine, hıncı ile ufalma yoluna gitmiş.
Uyandığı anda gözünü takvimde işaretlediği tarihe açan bir adam haline gelmiş. Sabırla beklediği o tarih, hesap soracağı adamın hapisten çıkacağı yani nihayet kendi adına intikamını alıp iç huzuru bulacağı -nı umduğu- bir anlamda ruhunun huzura ereceği gün.
Freddy’nin hınç beslediği John Booth rolünde David Morse (The Green Mile,1999 – Contact,1997 vb.) sakin, ölçülü bir oyunla kariyerinin en iyi rollerinden birini kesiyor. Oynadığı karakterin ismi, düzenlediği suikastle 16. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Abraham Lincoln’ü öldüren John Wilkes Booth ile benzer olması da bir başka ilginç yan…
Sean Penn’in “John Booth” karakterini işleyiş tarzı, gerçekten seni ters köşeye yatırabilir.
Bobby’nin damardan giren yakınmasını izlediğin o terapi sahnesinden sonra, Freddy Gale’in yavaşlatılmış bir çekim eşliğinde, kalabalık bir caddede insanlardan kopuk, acele bir ivedilik ve tahammülsüz bir gerginlikle elinde sigarasıyla yürürken ki görüntüsü sanki, bu adamın içinde fokurdayan meseleyi közlemek yerine onu daha da harlandıracak bir ruh halinde olduğu izlenimi veriyor. İçinden kopup giden ve orada oluşan boşluğu, Bobby ve diğerleri gibi sorgulamadığı gibi tam aksine, boşluğun kapanmasını engelleyen ve elleriyle eşeleyip orayı daha da büyüten bir isyan devinimi fışkırıyor bedeninden.
O yürürken arka fonda çalarken duyduğun Bruce Springsteen tarafından yazılan ve olağanüstü bir yorumla söylenen “Missing” isimli parça oldukça dokunaklı, sözleri ve vokali ile sana, Freddy Gale’in ruh halini çok iyi yansıtıyor.
Sean Penn’in filmini Charles Bukowski’ye adadığını da küçük bir not olarak düşeyim.

20 Kasım 2014 Perşembe

Die Wand (2012)

Avusturyalı yazar Marlen Haushofer’in 1963 yılında yazdığı “Die Wand” (Duvar) bir sinema uyarlaması olarak kariyerini daha çok televizyon filmleri çekerek sürdüren ve kendisi de bir Avusturyalı olan Julian Pölsler tarafından ancak 2012’de yapılabilmiş.
“Die Wand” ayrıca yönetmenin beyazperdedeki ilk filmi olma özelliğini de taşımakta.
Romanı okumuş olanlar (kendi adıma okumadığımı itiraf edeyim) yönetmenin senaryoyu kaleme alırken kitaba aşırı bir bağlılık gösterdiğini, hani neredeyse Haushofer’in cümlelerini birebir alıntıladığı yorumunda bulunmuşlar.
Filmini doğanın olağanüstü görselliği ile süsleyen Julian Pölsler, bu ıssız görselliği deyim yerindeyse filmin yardımcı oyuncusu niyetine kullanıp, hikâyeyi daha etkili kılıyor.
Hikâyenin altyapısı da zaten birçok defa karşına çıkmış, çok özgün olmayan bir yapıda ama sana o klişe üzerinden alt metni iyi okuman ve aslında tamamıyla oraya odaklanman istenmiş.
Söylemek istediğim, film boyunca adını hiç öğrenemeyeceğimiz bir kadının yaşlı bir çiftle beraber geldiği ormanın göbeğine inşa edilmiş bir dağ evindeki yalnızlık öyküsü anlatılmaya çalışılan fakat o yalnızlık nesnel manada boğucu bir kasvetle cisimleşmiş, tekinsiz bir varlık misali birden karşısına çıkıyor ve yalnızlığından katılaşan bu irade, kadını çepeçevre kucaklayan doğanın içine görünmez, pürüzsüz bir duvar örüyor ve onu misafiri olduğu dağ evine hapsediyor.
Kendisi ve sonraları beraberlikleri çok yakın bir dostluğa dönüşecek olan köpeği Luchs için, artık ilerleyebilecekleri mesafe sınırlı ve görünmez bir barikatla çevrili, ilerlemek istediklerinde bariz bir kesinlikte bu duvara tosluyor ve ileriyi gördükleri halde köpek ve kadın sınırın ötesine adımlayamıyor!
Seyredenin damağında oldukça sembolik bir anlatım ve fantezi tadı yüksek bir fikir gibi algı oluştursa da, kendini epey ciddiye alan bir film “Die Wand”…
Üzerinde düşünmeni beklediği soru acaba:
“Yalnızlığı hangi düzlemde içselleştirebiliriz; bu kadın tam da herkesin yaşamak isteyebileceği bir ortama, doğanın kucağında, şehir tantanasından uzak ve dingin bir sürece adım atıyor. Uzaklaşmak ve kendi iç dünyana çekilmek pek çok kez tercih edebileceğin bir ütopyaysa eğer, pekâlâ da bu ütopyanın ansızın kendi cehennemine de dönüşebileceğini hesaba katmak zorunda mı hissetmeliyiz.”
Ürküten bir öngörü gibi ya da değil.
Nereden ve neden oraya geldiği belirsiz olan söz konusu kadın, birlikte olduğu yaşlı çifti aramaya çıktığında, bu şeffaf duvardan cisimleşen barikatı biraz da tesadüf eseri ilk kez keşfetmesi ve olup biteni anlamaya çalışması üzerine filmde ilginç bir sekans var. Bu sahnede tuhaf olan, kadının ruhsal ve zihinsel bakımdan izleyici nezdinde sorgulanması ihtimalinin ortadan kasten kaldırılıyor olması.

Çünkü Julien Pölsler, görülemeyen o barikatı kadın oyuncusuna keşfettirmeden önce onun önünden hızlıca koşturan köpeğin önüne çıkarıyor. O yolu sık kullandığı anlaşılan Luchs’un kendinden emin koşturması, duvara sert bir şekilde çarpmasıyla onun adına kötü bir tecrübeye dönüşüyor.
Burada artık kadının şahsında, içselleştirilmiş psikolojik bir sarsıntıyı betimleyen ironi sızdırılmış anlatımın ötesinde daha gerçek ve can yakan bir engel söz konusu; Luchs bu engele toslayınca canı yanıyor ve bir daha da yanına bile yaklaşmıyor zaten. Öyleyse, bu kafa karıştıran ayrıntı sana verilmişken filmi nasıl okuman gerekir.
Haushofer sanki merkezinde bireyin olduğu bir hayatı düşlemiş ve kaleme almış ve Pölsler bu statik hülyayı görsele dökecek imajlar yaratarak en etkili ve anlaşılır şekilde seyircisine göstermek istemiş. Bu manada, köpek Luchs’un kadının yanındaki varlığı izleyeni rahatlatan bir unsur olarak planlanmışken yine Luchs’un algıları ön plana çıkarılarak izleyiciye bu sefer de tedirgin edici bir klostrofobinin gerçekten var olduğunun ipuçlarını veriyor.
Pölsler’in gerilim kurmacasındaki yorumu takdire şayan…
Duvar başka bir manada, kadını engelleyen ve hapseden bir barikattan ziyade, onu dışarıdan koruyan bir kucak misali de okunabilir zira kendisinin de gördüğü kadarı ile dışarıda bir yaşamın sürdüğü veya zamanın ilerlemesi diye bir şey yok!
Zaten birçoğumuz bazen ya da sıklıkla böyle düşünmüyor muyuz?


13 Kasım 2014 Perşembe

Harvey (1950)

Komedi-Dram türündeki 1950 yapımı “Harvey”, James Stewart’ın filmografisinde en bilinen yapımlardan bir tanesi olmamasına rağmen, aktörün en iyi performanslarından birini gösterdiği yapımlardan bir tanesidir. Ertesi yıl Oscar ödülleri dağıtıldığında, Stewart “Harvey”de canlandırdığı “Elwood P. Dowd” karakteriyle en iyi oyuncu ödülüne aday gösterilmiş ki bu muhteşem aktör akademi ödülüne beş kez aday olmuş fakat sadece birinde (The Philadelphia Story, 1941) kazanabilmiştir.
Elwood P. Dowd, annesi öldükten sonra yanına taşınan ablası Veta ve yeğeni Myrtle ile yaşayan kendi halinde, son derece uyumlu ve insanlara karşı fazlası ile nazik bir adam; ablası ve yeğenine göre ise tek kusuru: sadece kendisinin görüp konuştuğu 2 ila 2.5 metre boylarında dev bir tavşan olan yakın dostu Harvey!
Elwood onu insanlarla tanıştırmaya hayli istekli ve her ikisi de sürekli beraber gidip martini içtikleri Charlie’nin Yeri isimli bir barın müdavimi.
Film tiyatrovari üslubu kullanan bir salon komedisi tarzında. Oyunculuklar dönemin klişeleri dışında büyük tat veriyor.
Filmde komediyi tavan yaptıran sahne, Veta’nın kardeşi Elwood’u bir tımarhaneye kapatma girişimindeki başarısızlığı üzerine kurgulanmış. Derdini iyi ifade edemeyen Veta, Elwood’un yerine kendisini tımarhaneye kapatılmış olarak buluyor. Sonrasında ise görevli Asistan Doktor birazda dava edilme endişesiyle, önce yaka-paça yukarıya götürülüp daha sonra apar-topar aşağıya indirilen Elwood’a, bir yanlışlık olduğu açıklamasını yapmaya çalışıyor. O ise nezaketinden hiç ödün vermeden, çevresindeki insanlara övgü yağdırıp en yakın dostu Harvey’i tanıştırma derdinde…
James Stewart’ın filmin genelinde gösterdiği pandomim ve mimik oyunculuğu bu sahnede gerçekten çok eğlendiriyor. Harvey’e hitaben yaptığı her mimik veya jesti aralara o kadar güzel ve isabetli sıkıştırıyor ki, bunları doktor ve yanındaki hemşire ya görmüyor ya da anlamıyorlar. Artık mahcubiyetlerinin büyüklüğü gözlerini mi bağlıyor bilinmez ama bir yanlış anlaşılmanın kurbanı sandıkları Elwood P. Dowd’a açıklama yapma telaşındayken, aslında kendilerini bir yanlış anlamanın kurbanı pozisyonuna soktuklarını fark etmiyorlar.
Dönemine göre bir hayli enteresan ve çoğu sahnesinde gülümseten bir film “Harvey”. Stewart'ın bu projede oldukça eğlenmesi ve bu sebeple rolünü zevkle icra etmesi, her sahnede ortaya koyduğu itinalı oyunculukla kendisini daha da belirgin bir hale getiriyor.  
James Stewart’ın bu filmden 22 yıl sonra tam 64 yaşında iken bir televizyon filmi yapımı için tekrar Elwood P. Dowd karakterini canlandırdığını da kısa bir not olarak ekleyeyim.

6 Kasım 2014 Perşembe

Naked (1993)

Mike Leight 1993 yılında “Naked” filmini yazıp yönettiğinde, yeni bir bin yılın başlamasına henüz yedi uzun yıl vardı. İki binli yılların dünyaya felaketler getireceği hatta dünyanın sonunun başlangıcı olacağını öngören bazı komplo teorisyenleri ve felaket tellalları türemiş ve bunlar televizyon ekranlarında ahkâm kesmeye, insanları yaklaşan bilinmeyene karşı endişeli bir ruh haline sokmaya başlamışlardı.
Sinema elbette bu kaotik endişeden bolca faydalandı.
Harikulade bir İngiliz Bağımsız Sinema örneği olan “Naked” zaten iyi yazılmış ve yönetilmiş olmasının yanı sıra başrol oyuncusu David Thewlis’in şaşırtıcı doğallıktaki oyunculuğu ile de Cannes’dan ve diğer önemli film festivallerinden ödüllerle dönmesini bilmiştir. David Thewlis’i film azmanları belki, “Big Lebowski (1998)” filminde Maud Lebowski’nin sinir bozucu entel arkadaşını canlandırdığı Knox Harrington karakterinden tanır. Kıkırdayıp duran çöp sanatçısı züppe; hatırladın değil mi?

Ha! Evet, işte o!
Filmden seçtiğim sahne ise Thewlis’in canlandırdığı “Johnny” ile büyük bir binanın içindeki boşluğu (?) koruduğunu iddia eden Peter Wight’ın (bana tanıdık değil… Sana?) canlandırdığı orta yaşlı güvenlik görevlisi “Brian” arasında geçen uzun felsefi diyalog.
Kalacak bir yeri olmadığı için binanın hemen girişinde, ışıktan da faydalanmak amacıyla buz gibi havada yere çöküp elindeki kitaba takılan Johnny’e, iyi niyetli ve merhametli koruma görevlisi Brian acıyor ve onu binanın içine alıyor, tek şartı ise: sigara içmemesi, aksi halde alarm çalışabilir!
Johnny zaman ve mekan hakkındaki tutucu ve pesimist mantığını, Brian’ın işinin anlamsız ve sıkıcı fıtratı (dilimize dolayandadır suç) üzerinden, dünyanın –hayır aslında uygarlığın sonunun yakın olduğu fikrine vurgu yapan bazı “gerçek!” dediği kehanetleri sıralıyor ve belki de biraz ahkam kesiyor. En azından Brian’ın bakış açısından öyle görülüyor ama onun da hak verdiği bazı noktalara parmak basmıyor değil; kabullenmesi zor fakat sıradan yaşamını bir hiç uğruna, geleceğin hiç yaşanmayacağı bir debelenmenin içinde sürdürdüğü fikri ona hayli acımasız ve biraz da kafa karıştırıcı geliyor, yeni olan her şey gibi…



İnsanoğlunun artık zamanını doldurduğu saptaması, mantık ve bilimsel tutarlılığın ağırlığı ile desteklendiği ve zihin bulandıran bu verilerin gözün pınarına tükürülüp ya da kulağının zarına üflendiğinde aslında Johnny ile aynı fikirde olmamak mümkün görünmüyor.
Müsaadenle kendimi biraz ayrı konumlandıracağım çünkü hiç kimsenin tükürmesi veya üflemesine ihtiyaç hissetmeden, ben de insanoğlu hakkında benzer fikirlere sahip olduğumu itiraf edeceğim, belki bu yüzden meseleye tarafsız bakamıyorum –hmm.
Son kelamda Johnny’nin Tanrı ile arasındaki mantıksal ilişkinin, hani neredeyse tasavvuf felsefesini andıran bir yapısı olduğunu anlıyoruz. Tanrı, evren ve insanı bir bütünün içinde görme ve o bütünün yapısı içerisinde bireyin başka insanlarla, kendisiyle ve hatta Tanrıyla olan ilişki ve alakasını bu bütünün içinde arama ve açıklama kültürü, temelinde tasavvufun özünü oluşturur. Elbette Johnny’nin Brian’ın mantığını örselerken söyledikleriyle tasavvuf felsefesinin içeriğinin birebir örtüştüğünü iddia etmek güç, zaten andırdığını söylemiştim.

Onun Brian’a anlatmaya çalıştığı şey: yaşam dengesi kurgulanırken kötülüğün ana madde olarak kullanılmış olmasının yadsınamaz gerçekliği!
Johnny’e haksızsın diyemiyorum… ama ben tarafım ve meseleye nötr yaklaşma kabiliyetim de pek yok. Sen belki “Yahu yürü git, ağzı kalabalık herifin biri işte” diyebilirsin, bilemem! Ağzı ve kafasının içi hayli kalabalık evet ama istediği zaman çok da güzel nüktedan özetler geçebiliyor Johnny…
“İnsanoğlu sadece çatlak bir yumurta ve omlet ise berbat!”

28 Ekim 2014 Salı

Julius Caesar (1953)

1953 tarihli yapım “Julius Caesar”da Marlon Brando “Marc Antony” karakterini hiç şüphesiz bir pardösü gibi üzerine giymiştir. Abartılı ve popülist teşbihlerden iğrenirim fakat karakteri üzerine giyme sözü bir teşbihten ziyade başarılı bir metot oyuncusu olan Brando’nun oyunculuk tekniği ve stilini birebir yansıtır.
Henüz dördüncü filmi olan “Julius Caesar”da oynadığı “Mark Antony” rolünde karakterinin hırslı ve tutkulu yapısını ayrıca sadık ve asla affı olmayan kindar doğasını büyük bir ustalıkla filmi seyredenlere yansıtır. Filmin ağdalı Shakespeareyen dil tercihine rağmen, Brando kendi sahnelerini öylesine sade bir doğallıkta oynar ki, kendi adıma üslûbun sıkıntı verecek tüm handikabını onun akıcı stili sayesinde aştığımı belirtmek isterim. 
Filmden seçtiğim bu sahnede Mark Antony: Senato binasına çıkan basamaklar üzerinde, kurnaz bir beceriyle planladığı konuşmasının içine dakikalar önce hunharca katledilen Caesar’ın cansız bedenini bir enstrüman gibi katarak, Roma halkını bu suikastı yapanlara karşı nüktedan bir dille kışkırtmaya çalışıyor.
Konuşması cinayetten hemen sonra sıcağı sıcağına aynı basamaklar üzerinde halka seslenen Brutus’ün (James Mason) izni, rızası ile gerçekleşiyor.
Brutus bu siyasî suikastı, halkın vicdanında temize çıkarmak için Caesar’ın kibirli ihtirasını cinayete haklı sebep olarak sunuyor ve diyor ki:

“Sevgisine gözyaşı, mutluluğuna sevinç, yiğitliğine saygı ve ihtirasına ölüm.”

Meydana toplanmış halk Brutus’ün gerekçelerine çoktan hak vermiş; fazla hararetli duygularında ve gelip geçici belleklerinde, suikastın vicdanen ve mantıken sorgulamasını hiçe sayıp kendilerine anlatılanları aynen doğrular bir kıvamda feveran ederken, kucağında Caesar’ın cesedi ile senatonun kapısından çıkan Mark Antony halkın üzerindeki ilk etkiyi bir anda tersine döndüren kıvılcımı çakıyor ve Brutus onun konuşmasına izin vererek oradan ayrılıyor.


Brando’nun tüm meziyeti işte burada ortaya çıkıyor, dostum. Neredeyse sadece beden dili ile tirat atıyor babamız, tamam abartıyı koyayım şu köşeye fakat haksız sayılmam, sahnesini sadece senaryoda yazılanlarla değil, vücudunun her kıvrımını kullanarak rolüne perçinliyor.
Görüyoruz ki Roma halkını Brutus’den çok daha iyi tanıyan Mark Antony önündeki kalabalığa seslenirken, öncelikle kurnaz manevralarla halkın nabzını yokluyor ve oradaki topluluğun kendisinden beklediği, öfkeli isyan naraları ile intikam yeminleri eden söylemlerin aksine Caesar’ı ihtirasa kapılmakla suçlayan Brutus’u ve keza suikastı gerçekleştiren diğer yandaşlarını “Şerefli Adamlar” diye nitelendiriyor.
Roma’ya Caesar’ın kim ve nasıl biri olduğunu örneklerle hatırlatırken, tersini söyleyen Brutus’u ise tekrar “Şerefli Adam” diye etiketliyor. Brando gittikçe hiddetlenen ve köpüren bir enerji ile Mark Antony’nin mesafeli ve dikkatli üslubunu o kadar güzel dengeliyor ki, bu sahnede yakaladığı performans oyunculuk düzleminde hakiki bir ip cambazının yukarıdaki dengesini koruyan konsantrasyonuyla birebir benzeşiyor.


Cümle içlerinde, ihtirasın karşıtlığı olarak ulaşılması zor bir tezat gibi mimlediği alçak gönüllülüğü Caesar’ın karakterinde yüceltirken, “Şerefli Adam” tanımlamasını Brutus’un şahsiyetinde her geçen dakika ters yüz ederek halkın gözünde lekelendiriyor ve diyor ki:

“…Krallık tacını üç kez sundum ona, üçünü de almadı. İhtiras mı denir buna? Ama Brutus muhteristi, diyor. Brutus'sa şerefli bir insandır hiç şüphesiz…”

Mark Antony kendisini sadece yerde yatan cansız bedenin kaba-saba dostu olarak tanımlarken ve zaten Caesar’ın vasiyetnamesini okuma bahanesi ile kürsünün üzerinden birkaç basamak aşağıya inmesine izin verilmesini halktan istediğinde, Romalılar onu artık kendi statüsünden biri olarak görmeye çoktan hazır hale geliyor. Biraz önceki gibi yüksekten değil, şimdi tam göz hizasından konuşuyor onlarla.


Bu taktiğin halkın hissiyatında ve hızla değişen psikolojisinde çok etkili olduğunu sahneyi seyrederken kolayca hissediyorsun. Mark Antony’nin stratejisinde önemli bir kırılma anı basamaklardan aşağıya inmek; çünkü onları yüzleştireceği ıstırap, sözün başladığı yerden değil gözün gördüğü halden nemalanan dürüst bir gerçek. Nitekim Caesar’ın bedenindeki yaraları ifşa ederken, Shakespeare’in yazıtındaki dudak uçuklatan tasvirlere Brando’nun sesiyle ve sert mizaçlı jestleriyle hayat vermesi insanı hemen etkiliyor ve haliyle vicdan örseliyor.
Halkı artık istediği yönde manipüle eden Mark Antony, artık saklamadığı öfkesinin imalı ve sert tonuyla Brutus ve onun işbirlikçilerini “Şerefli Adamlar” diye yaftalıyor!


Kurgudaki özen, senaryoya yedirilmiş Shakespeare’in zekâ dolu diyalogları ve Brando’nun şaşırtıcı bir motivasyonla imil imil döktürdüğü oyunculuğu ile Joseph L. Mankiewicz yönetmenliğindeki ( [1954] The Barefoot Contessa “Çıplak Ayaklı Kontes”, (1963) Kleopatra) “Julius Caesar” seyretmeni fazlasıyla hak eden bir sinema şöleni ve yorumlamaya çalıştığım bu sahneyi, kendi adıma yüceltiyorum!

Not: “Şerefli Adam” tanımı üzerindeki kinaye ne tesadüftür ki, memleketin siyasi figürlerinin şahsiyetinde ve tu kaka edilen çoğunluğa sürekli yuh çektiren melunların sızdırmaz pişkinlikleri ile olağanüstü bağdaşan çamurdan bir gölge gibi…