6 Temmuz 2015 Pazartesi

The Machinist (2004)

Endişeni anlıyorum aslında…
Çok değil ama az da olsa anlıyorum. Evet. Yani…
Dürüst konuşmam gerekirse ki böyle bir mecburiyet anlaşması yaptığımızı hatırlamıyorum; yine de iyi pekâlâ, öyle konuşmam gerekirse:
Endişen sadece seni bağlar… Üzgünüm ama endişe duyman umurumda değil. Ayrıca umursanmayan şeyler insanı üzmez. Öyleyse neden öyle yazdım ki? Demek ki ‘umursamadığım bir endişe vakası yüzünden ‘üzgün olduğum’ ibaresi de çok doğru değil. Benim hatam. 
… 
Bir dakika dur! Etrafında kafamı kıracak bir şeyler aramadan önce sana anlatmaya çalıştığım şeyi bitirmeme izin ver. Yazıya bir giriş hazırlamaya çalışıyorum burada.     
Blogu en başında kafamda tasarlamaya başlarken, aklımda hiç de bir tür “Kırık Filmler Panayırı” olacak iddiasını güden sinsi, gizli bir ajandam olmadı. Ne bileyim, bu amaçla basılmış rengârenk afişlerin sokakları veya caddeleri süsleyen şatafatlı görüntüsünü, beynimin kıvrımlarına bumbar doldurur gibi tıkıştıran bir takım yalancı hayaller ya da idealler aracılığıyla motive olduktan sonra ‘haydi bakalım’ edasıyla kıçımı boş sayfanın karşısına kuracak embesil niyetleri asla beslemedim. Emin ol ki, seçimlerim kokuşmuş niyetlerden muaftır. 
Naif bir öneri: Hepsinin bu blogda bir araya toplanmasına sadece “tesadüf” diyemez miyiz? İçtenlikle söylüyorum. Gidelim ve ıssız bir kumsalın ıslak kumları üzerinde durup, denize doğru haykıralım beraberce. Böylece koskoca bir problem gözümüzün önünde, burnumuza efil efil sızan klorun şifalı kokusu ile beraber dalgaların içine yatırılmış ve aklanmış ve paklanmış… 
Ya da? (sağ göz kapağım neden aylardır seğiriyor?)  
Belki de bu “tesadüf” konusunda endişeli olduğun fikrine kendime yönelttiğim çapraz bir telkinin neticesinde ulaşmışımdır. Bu telkin yüzünden, “tesadüf” hususunda bir tür yanlış algı ve düşünce sapması sebebiyle kendi bilinçaltımdan kaynaklanan ve beni kendime ait “o” endişeden uzaklaştıran, dolayısıyla sana karşı kullandığım bir tür savunma mekanizması yoluyla işlerlik kazanan, bilemiyorum belki de, psikolojik bir yansıtma durumudur. Yani endişeli olan sen değil de gerçekte benimdir. Bu daha da kötü! Biraz önce ‘endişeli olman umurumda değil’ diye caka yaparken demek ki kendi endişemin beni hiç ırgalamadığını bana söylüyormuşum anlamı çıkar bundan ve dahası…
Korkmaya başladım…
Ne bu; bir yandan “endişenden bana ne, haydi yol al!” anlamında bilmişlik tasla sonra da gidip farkına varmadan, körü körüne tosladığın (sadece çarpmanın gümbürtüsüyle irkildiğim) kütük kendi kafatasının halis öz materyali olsun. Ha! Kendimin benimle yaptığı iç çatışmadan bihaber olmam da cabası! Böyle mi gerçekten? 
Burnuma bir komplo, BİR KUMPAS kokusu geliyor; kaçtı gitti güzelim klorun burnuma esen şifalı rayihası! Kalır mı? 
Bazen kendimi eski bir amortisörün içindeki basınçlı yağ kadar sıkıştırılmış hissediyorum. Darbeleri absorbe etmekte yetersiz, likit özelliğini yitirmiş ve kararmış. Tehditkâr bir cenderenin vakumuna kapılmış gibi çevresinde dönüp duruyorum saat yönünde… 
Bütün bu yazdıklarıma, sadece paranoya da diyebilirsin. Bir paranoyaksın ve endişelerini kendi kafandan kurguluyorsun, diyebilir ve beni çözdüğünü düşünebilirsin. Yapma, peşin fikirli olma!
Sen PARANOYAK görmemişsin…
Tanıştırayım; Trevor-okur, okur-Trevor… 


Artık tanıştığınıza göre (belki de çoktandır tanıyorsundur; boş ver, anlamı yok) artık onu sana biraz daha anlatabilirim. Az önce hiç görmediğini iddia ettiğim insan türünün, yani hasbelkader ‘Trevor Reznik’ bir paranoyağın öz cümle tarifi gibi. Bu adam, kendisi için tasarlanmış incelikli bir komplonun mağduru olduğuna kendisini her geçen gün biraz daha inandırırken, öte yandan takip ettiği ipuçları kendi bilinçaltında, neon lambalarla ışıklandırılmış “Çok Gizli-Girilemez!” ikazlarıyla donatılmış dehlizlere kapattığı hatıralara çanak tutuyor. E kendi bilincini bu hatıralara istem dışı ölçülerde kapatıp, bedenini zamanla yürüyen bir iskelete dönüştürmüşken, üstelik bir de tedirgin bir ruh halinde içinde ısıttığı şüphenin çok fazla kaynayıp tencerenin kenarlarından taşmasıyla birlikte çevresine zarar veren bir tür paranoyak evreye sıçrıyor.
Evinden işine-işinden evine formülünde süregelen hayatı bir noktada sağlam bir kırılmayla çökünce, o basit hayat birdenbire anlam veremediği bir komplonun veya o türden bir oyunun şüphesine doğru sürüklenmeye başladığında Reznik, telaşla bir bulmacanın parçalarını birleştirmeye çalışan beceriksiz ve kontrolsüz bir dedektif misali ortada dolaşmaya başlıyor. Buzdolabı kapağına yapıştırılmış, bilmece şeklinde küçük ipucu notlarını anlamlandırmaya çalışıyor. 
Filmi henüz seyretmediysen (ne kadar ayıp) kalkıp da buradan sana okkalı bir spoiler (ipucu yahu) verip de iki sene önce Gezi’de gönderildiği muhatabı (her şeyi en iyi bilen adam!) vesilesiyle rekor kıran o lanetli beddualardan birini almak istemiyorum; telaşlanma ve yapacak başka bir işin yoksa yazıyı okumaya devam et. 
Tarif etmek gerekirse; oturup seyrettiğin anda farkına varacaksın ki “Kendini İyi Hisset” filmlerinden birisi değil karşındaki, hatta kolaylıkla “Kasvetin Dibine Vur” tarzındaki bir çekişmede inandığın diğer filmler arasından rahatlıkla kopup gidebilir. Seyircisini her an tetikte tutması bakımından da türdeşi filmler arasında başa güreşir. Yalan yok; iyi yönetilmiş ve muhteşem oynanmış bir seyirlik.
Trevor Reznik’i canlandırmak bir aktörün oyunculuğunu sınaması bakımından önemli bir meydan okuma sayılabileceği gibi, fiziksel görünüşü yüzünden facia bir zayıflığın yürüyen kanıtı olan Reznik’i, ancak senaryoya inanmış ve biraz da her rolüne obsesiflik derecesinde gerçeklik katma dürtüsünde olan bir oyuncunun başarabileceği bir şey gibi görünmesi aşılması gereken önemli bir sıkıntı gibi dururken, Christian Bale senaryodan çok etkilendiğini söyleyip role balıklama atlamış. 
Tamam, buraya kadar her şey kitabına uygun denilebilir; teamüller çerçevesinde karşılıklı anlaşmalar ve fikir alış-verişleri yapılıp ‘o zaman haydi derhal çekime başlayalım’ şeklinde bir süreç takip edilmiştir kanımca. Fakat sevgili okur, bu Bale role kendini o kadar kaptırmış ki, beden ağırlığını seksen iki kilodan dört ayda elli dört kiloya kadar düşürüp sete mezarından yeni dirilmiş, ölü mahmurluğu hala üzerinde olan bir zombi gibi ayak basmış. Yaa, benden duymuş olma-buradan okumuş ol, diye yazdım bunu. Bu bilgiyle artık ne yaparsan yap, senin sorumluluğunda!



Kuyruğuna bir not iliştireyim hemen, öyle al git; aslında Reznik’in senaryo kantarında çeken ağırlığı kırk beş kilo civarında süzülürken, doktorların ciddi uyarısı ile Bale hedeflediği o kiloya inmekten vazgeçmiş. Neredeyse kaybolmaya ramak kalmış, rolü için alması gereken fedakârlığı sence de biraz abartmamış mı?
Fakat inan ki onu öyle görünce, insan aynada kendisine baktığı anda gördüğü surete şükredip, derin bir ‘oh’ çekiyor. 
Trevor’un küçük yapışkanlı not kâğıtlarıyla başı dertte. Gözlerini buzdolabına ne zaman kaydırsa üzerinde “adam asmaca” olarak da bilinen o psikopat oyunun süregelen bir parçası karşısına çıkıyor. Trevor’un yüzünde beliren o ahmaklaşmış ve pelteye dönüşmeye az kalmış beyninden fışkıran şaşkın ifade yüzünden, filmin seyredeni de “ne ki bu lan şimdi” sorusuna meyleden bir şüphenin sırtını “dur bakalım ya, haydi hayırlısı” kapsamında ovalamaya başlıyor. Onun yerine harfleri sen koymaya ve bulmacayı (ne işe yarayacağını bilmeden) çözmeye çalışıyorsun. Sanki filmin sonu çubuk adamın gırtlağından sallanmasına bağlıymış gibi tersinden bir mantık sana daha yatkın geliyor. Unutma, karşımızda paranoyanın yüksek zirvelerinde halatsız tırmanış yapan bir adam var ve karşısına selamsız-sabahsız çıkan gizemleri çözmesinde yardımda bulunman bir anlamda onun şüphelerini makul hatta olumlu bulduğun anlamına gelebilir. 
Bir şey demeye çalışmıyorum. Paranoyak reaksiyonlara lüzum yok. Yemin ederim sırıtmıyorum!
Sanırım Reznik benzeri bir insan tüm şüphelerini kafasına bobin sarar gibi dolamaya başladığında, çevresinde olup biten tüm yan etkenler o kişiye sanki odak noktasından uzaklaşan, anlamı olmayan soyut ayrıntılar gibi görünmeye başlıyor. Aklının tüm dikkati kendi kurduğun çarkın dişlilerine yapışıp kaldığı için çevrende kıyamet kopsa başını çevirip bakacak nezaketi bile göstermiyorsun. Şahsını işaret etmiyorum yanlış anlama; ikinci tekil şahıs üzerinden örneklendirme peşindeyim sadece…



Trevor yapışkanlı not kâğıdına o kadar sarmış ki, çıkardığım sahneyi seyrettiğinde daha net fark edeceksin, gözünün önünde daha acil ve bariz dikkat çeken bir durumu neredeyse yok sayıyor. Çok ama çok az bir ilgili bakış ve sonra hayatının içine giderek daha ayrıntılı olarak inşa ettiği paranoyasının odağına çekiliyor. Doğru tanım bu olsa gerek. Kendi istemi dışında oraya doğru yönlendiriliyormuş gibi ama tam manası ile öyle de değil.
Sanki…
Telefon? 
Bu saatte kim arar beni?
Alo?