27 Ocak 2017 Cuma

Miller's Crossing (1990)

İnsan zihni ya da doğasının ne kadar enteresan güdülerle donatılmış olduğunu hiç sordun mu kendine; hiç aklının bir köşesine kurulup oturdu mu böyle bir düşünce? Bu güdülerin, en uygunsuz anlarda bile aklımızı ele geçirecek kabiliyette olması gerçeği var bir de kuşkusuz! 
Yaşamı gerçekten tuhaf şartlanmalarla kabulleniyoruz. 
Örnek mi: Neden, öldükten sonra bedenimize ne olacağı ile bu kadar endişeliyiz? Biraz düşünsene, iç karartan, anlamsız bir endişeyle sarmalanmışız.
Hadi, bu endişeyi alevlendirecek geçerli bir sebep yaratalım. O da dolaylı bir sebep... 
Diyelim ki; kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdesin. Niye mi? Belki de, az sonra hayatını sonlandırmak amacıyla birkaç kiralık katil tarafından sürüklenmişsin bu ücra yere! Öldürüleceksin! Ne yapmışsın kim bilir. Bana sorma. Kendine sor. Ben sana sadece son dakikalarını saydığını söylüyorum. 
O esnada aklına yaşadığın tüm hatıralar hücum etmeye başlıyor. Aralarında iyisi yani eğlencelisi de var, hatırlamak istemediklerin de. Bir kısmı seni salya-sümük ağlatmayı başarabilecek düzeyde. Bazılarını sen mi yaşamışsın; bunu bile hatırlamıyorsun, içinde derinlere bir yere gömüp bırakmışsın. Bilinçaltı bataklığına sürüp orada terk etmişsin. Senin için en gaddar kaçış yolu hangisiyse onu uygulamışsın. Uzatmayayım, zaten biraz sonra senin adına hiçbir şeyin önemi kalmayacak. Adımlarını kendi ölümüne doğru yalpalayarak atıyorsun. 
Birdenbire aklına böyle bir yerde ölmek istemediğin düşüncesi geliveriyor ve umutsuzca bu düşünceye bağlanıyorsun. Giderayak bir amaca tutunmuş oluyorsun belki de, ne bileyim. 
Sonra bu düşünce, o kısacık kalmış yaşam sürende içinde iyice kök salmaya başlıyor ve anîden geride kalacak olan cansız bedenini dert etmeye başlıyorsun (hoppala!) öyle ya, sen bu bedenden ayrılıp gittiğinde (kafanda ki bilgi bankasında bu şekilde kodlanmış) ardında bırakacağın bedenine ne olacak; öylece terk edilip gidilecek mi yoksa yalandan açılmış bir çukura gelişigüzel itelenip üstü mü örtülecek? Bir mezar taşı bile reva görülmeyecek mi? E koydun taşı, peki kim gelip de ziyaret edecek bu yabanıl ve dolayısıyla medeniyetten uzak yerde. Buraya getirildiğinden hiç kimsenin haberi yok ki!

Haberleri olsa zaten ölmene ne gerek var. Yardım ederler, polisi ararlar, niye öleceksin ki…

Yo olamaz! Sen bunu hak etmedin!  
Biraz sonra öleceğin gerçeğinden uzaklaşarak, tüm benliğinle endişelerini, ardında bırakacağın bedeninin akıbeti hakkındaki kuruntulara yoğunlaştırıyorsun. Hani neredeyse, çocuğunu bir hayır kurumu kapısına bırakıp giden çaresiz bir ana-baba hissiyatına yakınsın. Bu bedene ne olacak! Bu hiç âdil değil. O bunu hak etmedi! 
Akıl alır gibi değil.
Sinema, bedenini huzura kavuşturmaya çalışan tekinsiz ruhları konu edinen filmlerle dolu. Yazılan senaryolarda öldürülerek bir yere atılmış ya da rastgele gömülmüş bedenlerinin peşine düşen ve bu uğurda yaşayan insanlardan medet uman ruhlardan geçilmiyor. Televizyon dizilerinin bile bir kısmı mutlaka bu konuya değinen bölümlerden oluşturuluyor. Bazılarını seyretmek keyifli; tamam, kabul.
Coen’ler de böyle yapmış demeyeceğim. “Miller’s Crossing” çok daha farklı bir hikâyeye sahip. Amerika’nın 1920’li yıllarına tekabül eden ve Prohibition diye adlandırılmış bir dönemde, içki yasağını kanunlaştıran, sıkıntılı bir zamanın içerisinde farklı bir aşk öyküsünü odağına koyan bir film. İçerisinde Coen’lere ait tüm tanıdık klişeleri bulabileceğin, romantik olduğu kadar elbette komedinin drama ile kol kola gezdiği ve hani neredeyse Coen Kardeşlerin filmografisinde klâsik bir yapıt haline dönüşmüş, çok iyi bir yapım.
Fakat biraz yukarıda tarifini yapmaya çalıştığım bedenin akıbeti meşrepli, endişe telâşına düşmüş insan modelini, Coen’ler bu filmde, anlattıkları mevzunun içine o kadar isabetli bir gerçeklikle yerleştirmişler ki; daha fazla söze ne hacet! 
Kendisi önde, az sonra beynini Miller’s Crossing denilen ormanlık alanın ince, kuru sarmaşıklar dolanmış toprağına saçmak üzere olan adam arkasında, ağır aksak ilerlerken gördüğün bu iki kişiden önde yürüyeni, yani bahsettiğim güdülerin zihnine olanca hızıyla hücum etmesi an meselesi olan Bernie, ciğeri yerinden sökülürcesine feryat ederek, cellâdı olarak tayin edilen, arkasında elindeki silâhla ağır ağır yürüyen Tom Reagan’dan merhamet dileniyor; istemsizce sarsak bir yürüyüş modunda. Tökezliyor, sık sık arkasını dönüp dehşet bürümüş gözlerini kocaman açarak Tom’a ve elindeki silâha bakıyor, telâşlı bir monolog eşliğinde tekrar tökezliyor…


Peki, Bernie Bernbaum bu sonu hak edecek ne yapmış. O küçük çaplı bir düzenbaz; boks maçlarına bahis oynatırken bir yandan da ayarlanmış maçları başkalarına tüyo karşılığında satarak kazancını üçe-dörde katlıyor. Johnny Caspar adında, çocuğunu severken dövmekten hoşlanan bir mafya babası, bu boks maçlarını kendisi ayarlamasına rağmen umduğu parayı bir türlü kaldıramayınca tüm cinleri tepesine vuruyor ve Bernie için katli vaciptir izni koparmaya çalışıyor. O icazet kendisine verilmeyince de bu işi kendi bildiği yollardan halletmeye niyetleniyor. Tom Reagan işe böyle dâhil ediliyor.
Hesap Miller’s Crossing’de kesilmek üzere Bernie paketleniyor. Tom bu öldürme işinin kendisine itelendiğinden habersiz. Silâh eline tutuşturulduğunda ne yapacağını bilemiyor ama renk vermemek zorunda çünkü hali kazırda yürüyen bir plân var ve bu plânın ifşa olmaması çok önemli. Belki daha da önemlisi Bernie’nin, her gece yatağını paylaştığı kadının kardeşi olması! Yani Tom Reagan ikilemde. Yapabileceğinden çok emin değil. 
Bernie bunu hissediyor ve Tom’un bu ikircikliğinden, bir şekilde hayatını kurtarmak için faydalanmayı umuyor ama ortada kesin olan bir şey var. O da hissettiği dehşet. Seyrettiğinde “bu gerçek olmalı; rol kesiyor olamaz!” diyorsun kendine; canım John Turturro’dan bahsetmiyorum, o rolünün hakkını fazlasıyla veriyor, onun canlandırdığı karakter olan Bernie’yi söylüyorum. Yani, Bernie’nin kıçımı bir şekilde nasıl olsa kurtarırım umuduyla vicdan sömürüsü yaptığına insanın inanası gelmiyor, diyorum. Korkunç bir panik içinde salya sümük ağlarken, inleyerek iç çekerken ve o mantıksız sarmalın içine, bedenime ne olacak, bir hayvan gibi ölemem, böyle bitemez, nidalarıyla tepetaklak yuvarlanmaya başlamışken, dizlerinin üstüne çöküp feryat figan yalvarması, en soğukkanlı psikopatın bile durduğu pozisyondan rahatsızlık duyup, destek ayağını ötekiyle değiştirmesine yol açacak bir acıklılıkta!



Bu ormanda, ağaçların ve dökülmüş yaprakların arasında bir hayvan leşi gibi terk edilmeyi hak etmiyorum, diyor Bernie. Sonra da kendince en etkili sözü devreye sokuyor ve sürekli tekrarlıyor:
   
“Yüreğine bak!”

“Yüreğine bak!!”

“Yüreğine bak!!!”

Bal gibi, Tom’un ikilemde olduğunun farkında! Onun vicdanına hitap ederek, öğürür gibi böğürmesi bunun kanıtı! Öğürerek böğürmek; hoşuma gitti bu tanımlama!
Sahne, tüm plânlaması ve çekim açılarıyla, kurgusuyla tam bir başyapıt değerinde. Demek ki adamlar Empire dergisinin 1998 yılı baskılarından birinde boşuna dememişler:
    
“kusursuz bir dünyada tüm filmleri Coen kardeşler çekmeli”