6 Mayıs 2016 Cuma

12 Angry Men (1957)

Diyelim ki boş bir günündesin…
Ve bir sinema salonunda ünlü klasikler haftası gibi nostaljik bir gösterim turu olduğunu öğreniyorsun. E ne güzel! Değerlendirmeye karar veriyor ve hemen yola koyuluyorsun. Fazla oyalanmadığın için ilk matinelerden birini yakalıyorsun. Panodaki afişlere şöyle bir göz gezdiriyorsun. Salonlardan birinde, Sydney Lumet’in 1957 yılı yapımı “12 Angry Men” filmi olduğu dikkatini çekiyor ve önceden görmediğin için hemen seyretmek üzere bir bilet alıyorsun.
Öte yandan, nedendir bilinmez, bu klâsikler arasına girmiş filmin ismine takılıp kalıyor aklın ve hiç huyun olmadığı halde afişte koca puntolarla yazılmış olan ismi kendince gırgıra almaya başlıyorsun. İpe sapa gelmez, düzeysiz espriler aklına geliyor; podyumda işveli halleri ile yürüyen mankenler gibi bir bir salınarak geçiyorlar kafandan. Kendine “herhâlde ‘Pamuk Prenses’i kocaya kaçmış 7 Cücelerin öfkesi’ tarzında bir gangster uyarlaması göreceğim” diyorsun ve ardından buna gülmeli misin, bir türlü karar veremiyorsun. Şanslısın ki yanında kimse yok ya da ne şanslı ki o kişi yanında yok!
Kurulduğun koltuk yeterince rahat, dörder sıra iki yanında kimsecikler oturmuyor. Yayılabilirsin. Arka sıraları kontrol eden o kaçak bakışı yapacak cesareti toplayabildiğin esnada salon tamamı ile kararıyor ve film başlıyor.
İlk yarım saati devirdikten sonra önemli bir detayın farkına varıyorsun. Afişte yazdığı gibi bu filmde öyle 12 tane öfkeli adam falan yok. Belki sadece 2 tanesi hesaba itiraz edip ortamı velveleye verebilecek karaktere uygun bir sinirlilik hali sergiliyorlar. Diğerleri kendi meşreplerinde uysal ama sistemin değirmenine su taşımaktan hiç şikâyetçi olmayan ve sorgulamaya lüzum duymadan usulün gerektirdiği normlardan pek vazgeçmeyen adamlar. İyi ya, asıl zararlısı da bunlar diye bir düşünce tohumu aklında filizleniyor ama düşüncelerini kendi çöplüğünün kokuşmuş ve çürümüş bürokratik yapısından uzaklaştırıp, Sydey Lumet’in işaret ettiği Amerikan Adalet Sisteminin şu kırılgan ve hatalı kararlar çıkması çok müsait yapısına odaklamak istiyorsun.  
İsmi ile tezat oluşturması bir bakıma seni şaşırtıyor ama film de hoşuna gidiyor. Karakterler çok iyi oynanmış ve senaryo boş değil. Dudaklarını büzerek en sevdiğin onaylama mimiğini yapıyorsun kendine. Senaryoyu veya hikâyeyi kim yazmış diye merak ediyor ve karanlık salonda çevrene bakınıyorsun. Herhâlde yanındaki koltuklardan birinde oturduğunu düşünmüyorsun değil mi? Bu temelsiz ve saçma varsayım bile seni gülümsetmeye yetiyor; acınacak haldesin! Hayır, sadece elinde telefonu ile oynayan birini görürsen, filmle ilgili detayları Hz. İnternet aracılığıyla öğrenebilmek amacındasın ama aniden, sinemada telefonunu kurcalayan insanlardan kayıtsız şartsız nefret ettiğini hatırlıyorsun. Yetmezmiş gibi bir de karanlıkta onlarla iletişim kurmaya kalkacaksın ha!
Yine dudaklarını büzerek, en sevdiğin tiksinme mimiğini yapıyorsun kendine; bir önceki büzüşmeyle arasındaki kıvrım farkını ancak sen biliyorsun.

Film bittikten ve neredeyse yarısı boş salondan ayrıldığın anda, jüri üyelerini canlandıran tüm o karakterleri kategorize etmek geliyor aklına. Hafızanı zorluyor ve aslında filmdeki diğer on karakterin, öfkeden çok uzak davranışlar sergileyen adamlar olduğunu bir kez daha fark ediyorsun. Hani tek tek ayrım yapsan sanki şu şekilde sıralarsın:
2 öfkeli ve nezaketsiz, 1 sağduyulu ve nazik, 1 gözlemci ve kurnaz, 1 toparlayıcı ve ara bulucu, 1 meraklı ve iş birlikçi, 1 soğukkanlı ve mesafeli, 1 sokaklarda yetişmiş eski kurt, 1 düz mantık adamı, 1 aceleci ve umursamaz, 1 sorgulayıcı ve adaletli, 1 dönek ve kararsız.
İşte filmin afişinde yazması gerekende bu, diyorsun kendine!
Gereken bu ama ismi pazar filesi envanteri gibi dolu olan böyle bir filme ben gider miydim diye kendine sorduğunda, hiç düşünmeden “Asla!” yanıtını yapıştırıveriyorsun. Neyse ki kendini pek dinleyen birisi değilsin. Aslında kendini çok sık dinliyorsun. Kastettiğim, kendine öyle sıklıkla hak veren birisi değilsin. Çoğunlukla kendini yadsıma halindesin. Belki de yaptıklarının düşündüklerinden bu kadar farklı olmasının sebebi bu yüzdendir.
Kendini düşünmeyi bırak da seyrettiğin film hakkında düşün, diyor iç sesin! Her şeyine çok müdahale ettiğini ve sana çok karıştığına inanıyorsun ama bu sefer hiç de haksız sayılmayacağını kabul ediyorsun. Bir an huylu huyundan vazgeçmez kaidesinden hareketle, kendine inat, yine kendinle alâkalı düşüncelere dalmayı aklından geçiriyorsun ama bu fikrin belki de kendinin fikri olabileceği paranoyasına kapılıp, onun tersine davranmayı daha doğru ya da daha alışıldık buluyorsun. Böylece kendini, her zamanki gibi yine dinlememeye karar veriyorsun. Daha doğru ifadeyle, olağan bir süreklilikle tekrar kendini yadsımaya devam ediyorsun. Yoksa bir süredir yaptığın sadece kendini dinlemek, değil mi?
Bu soruyu acaba kendime mi soruyorum diye düşünürken başının bir süredir çatlayacak kadar ağrıdığını fark ediyorsun.


Şimdi en başta filmin ismi ile uğraşmanın bir hata olduğunu biliyorsun. Aslında kendini yemleyecek düşüncelerden kaçınmayı uzun süre önce öğrenmiştin. Her şeye karşı biraz mesafeli ve soğuk yaklaşımının nedeni belki de bu olabilir.
Kendinle arana mesafe koymak, seni kendine karşı daha güvenli tutuyor. Bazen sana sadece kendin olmak çok zor geliyor.
Sydey Lumet’in adalet ve hukuk kavramı üzerine yaptığı bu hayli geveze filmin, seni böylesine derinden etkilemiş olması pek olası değil ama seyrettikten sonra içine o kadar döndün ki neredeyse o masanın çevresinde geceleyen jüri üyelerinden birisiymişsin gibi ikircikli davranışlar sergilemeye başladın. Kendini orada, masanın çevresine yerleştirilmiş koltuklardan birine oturmuş ve genç bir adamın idam kararını tartışırken düşünmek ister miydin? Hani 13. Jüri olarak; öfkeli biri olduğun daha önce afişlerde duyurulmuş! Tutarlı ve kararlı bir karakter sergileyebilir miydin o masada?      
Lumet’in senaryosunu üzerine kurduğu kavramların içeriği, hangi yönden (felsefî, ahlâkî, vicdanî…) ele alınırsa alınsın insanın doğasına ait meseleler olması ve yaşamdaki belki de en büyük ihtiyacı, hürriyet hakkını sorgulamaya açması bakımından seni kendi içine (filmin kendisinden bahsediyorum) çekmeye, kendinin (senden bahsediyorum elbette) içinden çıkmaya zorladığını düşünmeye başlıyorsun.
En sağduyulu jüri üyesi (Henry Fonda) diğerlerini daha sorumlu ve biraz empati duygusuyla düşünmeye ve davranmaya davet ederken, aslında yargılanan çocuğun suçsuz olup olmadığından kendisinin bile o kadar emin olmadığı aklına geliyor. Suçlu veya suçsuz yargısı iki tarafı keskin bıçak gibi inisiyatiflerine bırakılmışken, kararın neticesinde bir hayatı sonlandırmak ya da serbestçe dolaşmasına izin vermek ikileminde sıkışan vicdanları, bazılarında kanıtlar ve olay örgüsü tekrar elden geçirildiğinde işlerlik kazanmaya başlayan bir mekanizma gibiyken maalesef çoğunluğu oluşturan diğerlerinde aynı dürtü etkisiz kalıyor; “bir an önce gömelim çocuğu, daha maça yetişeceğiz!” diye düşünenler bile var!
Yargılanan genç adamın geçmişinde irili ufaklı epey bir vukuat var. Sütten çıkmış ak kaşık olmadığı aşikâr ve bu durum onu değerlendiren jüri üyelerinde katı bir ön yargı oluşmasına sebebiyet veriyor. Ancak asıl bilinmesi gerekli olan koşul, bir katil zanlısının bile adaletin şaşmaz terazisi üzerinde (bizim buraları kastetmiyorum ki, peki niye yüzümde bir tebessüm oluşuyor hafiften, biraz alaycı, geçeceksin bunları minvalinde sitemkâr!) masumiyetinin cürüm ağırlığını tartmaya mecbur bir hukuk sistemiyle birlikte, evrensel yasalarla hak ve değişmez bir şart olarak yadsınamaz bir hükümle bağlanmış olmasında yatar.
Bu davada ön yargı refleksinin mantığının önüne geçmesine izin vermeyen tek bir jüri üyesi var. 8 numaralı jüri üyesi cinayetten yargılanan ve cezası idam olan davada sanığın tek şansı olarak öne çıkıyor hatta sanığın yeterince iyi savunulmadığını, avukatının doğru soruları sormadığını söyleyerek sanki davanın içinde kendisine bir taraf belirliyor. En azından öyle görünüyor.
Bunu yaparken kendisi gibi düşünmeyen ve “SUÇLU” yönünde görüş bildiren 11 jüri üyesini de korkmadan karşısına almış oluyor. Bazı jüri üyeleri fazlasıyla hadlerini aşarak 8 numaralı jüri üyesini sanki sanığın suç ortağıymış gibi itham edip, sindirmeye ve susturmaya çalışıyorlar. Davayı didikleyip, eşelemenin zaman kaybı olduğu görüşündeler. Zaten o gün, senenin en sıcak günüymüş! E odadaki klima da hepsinden daha sorumsuz, bir türlü çalıştırılamıyor. En iyisi adaleti en kısa yoldan, bir nevi eski vahşî batı usulünde, sanığın boynuna ilmiği geçirelim, asalım gitsin aceleciliği ile karara bağlamanın peşindeler!
Sinir bozucu!
8 numaralı jüri üyesinin, önlerine konmuş kanıtların ve tanık ifadelerinin yetersizliğini tarafsız bir zihin ve duru bir vicdanla sorgulama ısrarı ve azmi bir süre sonra diğerlerini de tek tek etkisi altına almayı başarıyor. Meseleyi duygusal bir yaklaşımla irdelemek yerine mantık yürüterek bir sonuca bağlamaya çalışıyorlar. İşte tanık ifadelerinin içindeki tüm çelişkileri de bu sayede ortaya çıkarıyor ve bir anlamda düğümü çözebiliyorlar.


Gerilimi dozunda, fantastik sürprizlere hiç yüz vermeden başlayıp biten bir film “12 Angry Men”. Kendine dert edindiği husus çok net. Amerikan mahkemelerinde adaletin sağlanması, toplumsal vicdanı, ahlakı ve normları temsilen seçilen ve sistemin eşitlik ilkesinin işlerliği bakımından önemli addedilen, jüri sandalyelerine oturtulan o insanların kişisel yargılarına bağlanmış durumda ve bu yöntem her zaman doğru sonuç vermeyebiliyor. O temsili insanlar zaman zaman kişisel ahlak anlayışlarını veya hayat görüşlerini hukuka ve adil yargılanma hakkına yeğ tutabiliyorlar.
Bir sonraki matinenin başlayacağını duyuran o boğuk gong sesini hoparlörlerden işitince düşüncelerinden sıyrılıyor ve bir süredir seyrettiğin filmin afişinin önünde ve ona bakarak dikildiğini fark ediyorsun. Çevrene bakınıp kısa bir kontrol dikizi dolaştırıyorsun. Hiç kimsenin seninle ilgilendiği yok. Orada olduğunu umursamıyorlar. Bu iyi, diye düşünüyorsun ama aklının ucunda “iyi mi?” diye soran, alaycı ve eleştirel bir düşünce kırıntısı, kırıntı bile sayılmaz aslında, ufak bir (Wow!) sinyali, alarm kırmızısı renginde ve işlevinde yanıp sönüyor.
Bu o olmalı, diyorsun. Kendim yani. Soluna, sinemanın giriş kapısına doğru baktığında haklı olduğunu görüyorsun. Orada, giriş kapısının hemen yan tarafında dikilmiş, sabırla seni bekliyor. Sol bacağını diz kapağı ekleminden öne doğru eğip bükmesi sana asabiyetinin şiddetini hemen belli ediyor.
Yanına gittiğinde pek de içerlemiş bir ruh halinde olmadığını hissediyorsun. Belki de bu kısa özgürlük halleri, karşılıklı mesafe koyma anlayışı onu da memnun ediyordur diye düşünüyorsun. Kendi yüzüne bakıyorsun; o da sana bakıyor ve yüzünde en sevdiğin onaylama mimiğini ortaya çıkaran o ufak sırıtışı gördüğünde sol bacağındaki gergin kasılmaları sonlandıran bir rahatlık içine giriyor ve artık anlıyorsun.
Evet, kesinlikle kendim de benimle aynı fikirdeyim!