11 Mayıs 2015 Pazartesi

Pink Floyd The Wall (1982)

İçimde tuhaf bir kıpırtı seziyorum; dimağım gıdıklanıyor, sanırım bu yazıda “Tekeri Patlak Karavan” rutininin biraz dışında, aklıma kazınmış bir sahneyi didik didik etmekten ziyade konuyla bağlantılı her şeyden biraz yığmak istiyorum önüne. Telaşa gerek yok; senin için bir tankerin içinden pipetle su içmek kadar kolay olacak.
Tüm mevzu istisnasız geçmişle bağlantılıdır ve elbette her şey başlangıçta bir toz ve gaz bulutuydu…
İrkildin mi? Evet, ben de; dimağım işte bu denli gıdıklanıyor dostum ama meraklanma, klişeleşmiş teorik esprileri bir sıçrama tahtası olarak kullanırım ben ve çok uzak olmayan bir geçmişe doğru inişe geçeceğiz… Şimdi!
Pink Floyd 1968 yılında Syd Barrett’ı, bilindiği kadarıyla mecburiyetten -spekülasyona açık olan ortak kanıya göre, meşhur olma heveslerinin ağır basmasından dolayı- yalnız ve delirmiş olarak bir kenara bıraktığında, bu kararı almalarından sonraki ağır sorumluluğun ceremesini üzerlerinde yıllarca taşıyacakları bir yük olarak kalacağını büyük olasılıkla hesap etmemişlerdi ki ileriki yıllarda, bu yükün ağırlığını en çok hisseden kişi grubun bas gitaristi ve Syd gittikten sonra söz yazarlığını da üstüne alan Roger Waters olmuştur.
Syd grubun isim babası, lideri, söz yazarı ve yaratıcı gücüydü. Sahnedeki imajı ve grubu seyretmeye gelenlerin başlıca ilgi odağıydı. Dolayısıyla böyle bir adamı gruptan çıkarma fikri takdir edersin ki, şimdilerde sanıldığı gibi asla kolaylıkla alınan bir karar olmamıştır. Fakat grubun ismi büyüdükçe Barrett’ın akıl sağlığı bozuluyor, büyük turneler ilgisini çekmiyordu. Diğer grup elemanlarının aksine şöhret kesinlikle hedeflediği bir amaç değildi. LSD ve diğer uyuşturucu madde kullanımı Syd’i motive edebilen tek itici güçtü ama bu bağımlılık aklını yitirmesine yol açıyordu. Pink Floyd yoluna devam edecekse bu Syd olmadan yapılmak zorundaydı ve öyle de oldu.


Grubun klavyecisi Rick Wright o yıllarda konserlere gitmek üzere birlikte kaldıkları evden ayrılırken, Syd’e çeşitli bahaneler uydurmak zorunda kaldığı için pişmanlık duyar. Bir akşam sigara almaya çıkıyordur, bir başka akşam ise yalnızca dolaşıp biraz hava almaya…
Nick Mason’ın Syd’in sahnede yaptığı tuhaflıklara tahammülü kalmamıştır. Onun acid kullanımından uçmuş hali seyirciye çekici gelse de sahnedeki etkisiz durağanlığı, grubun diğer üyelerini oldukça zor durumda bırakmakta ve çoğu konserin bitiminde diğer grup elemanları sinir bozukluğunun tetiklediği öfke patlamaları yaşamaktadır. Mason, Roger Waters’ın konser sonralarında birkaç defa duvarları yumrukladığına şahit olmuştur.
Nihayetinde Psychedelic (Saykodelik) bir fenomen olan Barrett çılgınlığı ile baş başa bırakılsa bile, çok geçmeden Pink Floyd’un kendisi Psychedelic bir fenomene dönüşmekte gecikmedi. Birçok eleştirmen onları, bu dünyaya ait olmayan bir müziğin icraatçıları diye tanımlıyordu; bu tanımlama 1973 Mart’ının başında çıkardıkları, nitelikli sözleri ve müziğiyle bir çeşit kıyamet etkisi yaratan “The Dark Side Of The Moon” albümüne kadar devam etti. O albüm her şeyi değiştirdi.
Takvim yılı 1975’i bulduğunda, Floyd artık küresel bir şöhretin sahibiydi ve milyonlarca kişinin hayranlığını kazanmış bir gruba çoktan evrilmişti bile. İki yıl önce çıkardıkları konsept albüm “The Dark Side Of The Moon” grubun her bir elemanını paraya ve üne kavuşturmuş, dahası grubun ismini on binlerce kişinin seyrettiği ve büyük görsel imajların sergilendiği sıra dışı konserler verebilen dev bir markaya dönüşmesini sağlamıştı.
Gruba ismini veren adam ise artık sadece bir efsaneydi. Tımarhanede olduğu söylentileri çıkmıştı.
Pink Floyd 1975 yılının kış aylarını çoğunlukla stüdyoda yeni çıkacak albümün kayıtlarıyla uğraşarak geçirdikten sonra, Nisan ve Haziran aylarında Amerikan eyaletlerini kapsayan bir turne için kayıtları yarıda bırakmış ve ancak Temmuz ayının ortalarına doğru tekrar stüdyoya kapanabilmişti. Albümün ana fikri David Gilmour’un fazlası ile hüzünlü gitar solosundan hareketle geliştirilmiş ve o solo yüzünden, Waters’ın Barrett özlemi sanki yeniden depreşmişçesine, şarkıların sözlerini de aynı hüzün dolu yakınmalar ve müzik piyasasının ticari anlayışındaki çarpıklıkları işaret eden çeşitli metaforlarla bezemişti.
Temmuz ayı boyunca albümün son rötuşları yapılırken, tuhaf bir rastlantıyla stüdyo içerisinde psikotik bozukluğu olan yabancı bir adamın dolaştığı görülmeye başlandı. Grubu merak eden ziyaretçiler o yıllarda stüdyoya kadar gelirlerdi ama bu adamda farklı ve tanıdık bir şeyler vardı. Waters ortalıkta dolanan bu adamın Syd olduğunu çok geçmeden anladı ve gözyaşlarına hakim olamadı. Aşırı şişmanlamış ve kelleşmişti. Kaşları yoktu. Büyük ihtimalle onları jiletle kazımıştı. Ortalıkta dolanırken bir anda durduğu yerde zıplamaya başlıyor ve ardından dişlerini fırçalamak için lavaboya gidiyordu.


Roger miksaj masasında çalışırken yanına gelen Rick Wright’a ortalıkta dolanan adamın Syd olduğunu söylediğinde, altı yıldır hiç görmediği Barrett’ın geçirdiği değişim karşısında Rick şok olmuştu. Nick Mason ise Syd’in tüm fiziksel değişimine rağmen gözlerindeki o delici bakışın hala yerinde durduğunu fark etmiştir.
O gün nihayet yanlarına gelip, “pekâlâ, gitarı ne zaman çalacağım.” diye sorduğunda grup üyeleri Barrett’a “Çok üzgünüz ama gitarların işi bitti Syd” diyeceklerdir. Barret’ın da yakından arkadaşı olan David Gilmour, o gittiğinden beri artık Floyd’un gitar sound’unu incelikle dokuyan ve vokallerin çoğunu üzerine alan kişi olmuştur.
Son derece mekanik, yorucu ve sıkıntı dolu bir kayıt sürecinin sonunda “Wish You Were Here” 12 Eylül 1975 tarihinde piyasaya sürüldü. Syd o günden sonra asla eski grup arkadaşlarının yanında görülmedi.
Yetmişli yılların ikinci yarısında Pink Floyd “Psychedelic Müzik Grubu” olma özelliğinden uzaklaşmış, müziğinde ve şarkı sözlerinde Waters’ın da etkisiyle anarşist ve daha protest bir söyleme kavuşmuştu. İnsan psikolojisindeki dengesizlikler ve sosyal hayatın gel-gitleri aynı söylem içerisine yedirilen başlıca diğer unsurlardı. Politik görüş olarak Sosyalizmin ilkelerini benimseyen Roger Waters artık yazdığı şarkılarda, sistemi ve devletin ikiyüzlü, çıkarcı ve faşizan politikalarını eleştiren simgesel anlatımlar ve görsel çağrışımlar üzerine kafa yoruyordu. Diğer grup elemanları da ilkesel olarak Sol görüşü benimsediklerini açıklamışlardı ama hiçbiri Waters kadar ateşli bir Komünist değildi.
Floyd’un geçirdiği dönüşümün karşısında müzik endüstrisinde ve bu dev endüstrinin takipçilerinde de radikal bir değişiklik kaçınılmazdı. Karşılarında altmışlı yılların seviyeli ve entelektüel müzik seyircisini bulmak artık mümkün değildi. Gittikleri çoğu şehirde (Fransızları belki ayrı tutmak gerekir) karşılarında müziği çok da dinlemeyen, simgesel anlamlarla bezenmiş protest şarkı sözlerini anlamakta yetersiz ve ilgisiz, gürültücü, kavgacı bir kitle onları bekliyordu. Bu durum Roger Waters’ı çok etkin ve kendini belli eden bir şekilde zihinsel manada tükenmişliğe ve pesimistliğe iterken, ayrıca tiksinti duyduğu bu güruha karşı, kendisiyle ve onlar arasındaki empati duygusunun neredeyse sıfırlandığı bir yabancılaşma konumuna ve konserlerine gelen bu kitleden bir şekilde soyutlanma arzusunu tetikleyen depresif bir ruh haline doğru sürükledi.
Ne o sıkıldın mı? Film niye başlamadı daha, sabırsızlığı mı o gözünün pınarında biriken sıkıntılı ıslaklık? İyi de sevgili okuyucu (yoksa ‘Sayın’ dememi mi isterdin, o da çok resmi olurdu; aslında tüm nitelendirmelerden uzak dursak daha iyi olacak) arsız bir kıpırtıdan muzdarip olduğumu yazının en başında belirtmiştim ve sen bu ön kabul ile birlikte okuyorsun yazıyı değil mi? Öyleyse, biraz daha sabret üstat (nitelendirme yapmayalım diyorum ama kendime dinletemiyorum) hem bunların üstünden bir kez daha geçmeden “The Wall” konseptini ve elbette Alan Parker’ın filmini hakkını vererek irdelemek mümkün değil.
Eğer Pink Floyd’un iflah olmaz ve arşivci bir hayranı isen, onların geçmişi de zaten ezberinde ise bana kızabilir ve “Yahu sen filmden bahset; bana hali hazırda bildiğim şeyleri üfürme!” diyebilirsin elbette. Pekâlâ, yalnız şunu söylememe izin ver. Birçok kez hatırlatılan ‘Pink Floyd’u anlamak’ denilen söylence, bu adamların geçmişleriyle ile bağlantılı ve kültür birikimleri ile harmanlanan, arkalarında bıraktıkları anıların silik ama hafızaya yer etmiş etkilerin izlerini takip ederek ortaya çıkarılmış albümler olduğu gerçeğini kabul edersek, bu yönden belki biraz da ahkâm kesilerek ulaşılmaya çalışılan fikrin ana temelidir.
“The Wall” gibi içeriğinde, sosyolojik ve politik duruşuyla soyut benzeşimlerle yüklü ve bireysel yüzleşme beyanları ile dolu bir albümü tanımlayabilmek, ancak bunu oluşturan zekânın geçmişinde ve kültür birikiminde yatıyorsa eğer, sen de takdir edersin ki önce grubun geçmişine doğru uzanmayı ve oralardan ipuçları çıkarmayı düşünmek çok da yanlış bir hareket olmaz. Çünkü Pink Floyd kadar değerli ve birçok açıdan aslında gizemli bir ikonun hak ettiği önemi ancak bu şekilde verebilirim ki kabul ediyorum, evet biraz da Floyd konusunda takıntılıyım.
Aslına bakacak olursan, tüm yazdıklarım da konunun özetinden ibaret. Biraz sabırlı ol, neredeyse geldik Alan Parker’ın muhteşem şaheserine…
Waters’ı karamsarlığa ve artık sahneye çıkma isteğini köreltecek kadar bıkkınlığa iten yetmişli yılların son demleri aynı zamanda, yaratıcılığının zirvesi sayılabilecek konseptin yani “The Wall”un ana fikrinin temellerinin atıldığı bir milat olarak da hatırlanır. Söz konusu olayı mutlaka biliyorsundur. Fakat yine de anlatacağım. Bugün kaçışın yok.
Kanada’nın Montreal şehrinde, 1977 Temmuz ayında “In The Flesh” tur kapsamında verdikleri konserde Waters, seyircinin saygısızca ve alakasız bir saldırganlık içinde fazlası ile hiperaktif davranışlarına çok sert tepki koyar. “Animals” albümünden dingin bir Amerikan Country Müziği havasındaki melodinin üzerine sistem karşıtı oldukça ironik sözler döşenmiş kısa süreli “Pigs On The Wing Part II” parçasını çalarken, hemen şarkının başlarında arka taraflardan gürültüyle patlatılan bir fişek Waters’ı tam anlamıyla çıldırtır. Küfreder ve o fişeği patlatanları stadyumdan kovar.
Hemen arkasından “Pigs (Three Different Ones)” şarkısının son anlarına doğru, az önce kovduğu seyircinin arkasından seslenir. Bunu yaparken aynı anda seyircinin üzerinde havada salınıp duran Uçan Domuz’u da karakterize edip kullanarak “Hey, geri dönün; hepiniz affedildiniz!” der ama son derece alaycı bir üslupta onları aşağılamaktan da geri kalmaz. Sanki bir ev köpeğine seslenir gibi onları geri çağırır. Aslında konseri terk ediyor olmaları umurunda değildir.
Yine bu konserde vuku bulmuş olması muhtemel bir olayda, Waters’ın aklına seyirci ile grubun arasına kurabileceği fiziki bir soyutlanma bariyeri fikrini getiren o meşhur tükürme anının yaşanmış olmasıdır ki, sonraları kendisi bile bundan dolayı utanç ve pişmanlık duymuştur. Bu nahoş olay, grup sahnede çalarken ön sıralarda bulunan bir adamın sürekli bağırması, eski şarkıları istemesi ve herkesin dikkatini dağıtması üzerine Roger Waters’ın adamı sahnenin hemen altına çağırdıktan sonra eğilerek yüzüne okkalı bir tükürüğü salmasından ibarettir. Waters zihnen bitap ve yılgınlıkla doludur ama kültürel yozlaşmaya tepkisi -yakışıksız da olsa- muazzamdır.
(Bu yazıyı bloga eklememin üzerinden yaklaşık olarak yedi yıl geçmişken, kalkıp bir-iki satır daha eklemenin gerekli olduğunu düşünmeye başlamamın üzerinden de bir hayli zaman geçti işin doğrusu. Çünkü sonraki yıllarda hem 1977 yılındaki Montreal konserini seyretmiş kişilerin hem de Waters'ın bazı açıklamalarından, tükürme olayının nasıl gerçekleştiği ile ilgili ayrıntılar daha net ortaya çıktı. Bunu yazıya mutlaka eklemem gerekiyordu. 
Her iki tarafından da anlatısından, “Pigs (Three Different Ones)” parçasının ortalarına doğru Waters'ın, sahneden teatral bir aşağılama tonuyla seslenerek yaptığı çağırının asıl muhatabının, maytap patlatan güruh değil tam tersine kopardığı yaygara yüzünden konsantrasyonunu dağıtan o meşhur dangalak izleyici olduğu anlaşılıyor. Yaptığı çağırıyla adamı sahnenin önüne kadar getiriyor ve eğilip tam suratının ortasına yapıştırıyor balgamı.)
Tükürme hadisesi gerçekten çirkin ve nefret doludur ama Rock Tarihinde “The Wall” konseptinin oluşmasına katkıda bulunmuş ikonik bir andır.
Büyük olasılıkla yüzüne o tükürüğü yemiş olan maktul de, kendisinin tetiklediği bir olayın sonucunda gelişen fikir üzerine yaratılmış bu albümü büyük bir heyecan ve koşturmayla gidip almış olması muhtemeldir. İlk alanlardan birisidir belki ve hatta albüm kendisine grup elemanlarının imzasıyla gönderilmiş de olabilir. Yok öyle bir şey yahu abartıyorum sadece.
Sonuçta ortaya çıkan ürün bir başyapıttır. Politik söylemi bakımından, çoğu şarkısı birçok ülkede Devrimcilerin ve eylemcilerin sloganlarında yerini almıştır. “Another Brick In The Wall Part II” Güney Afrika’da siyahîlerin yaşadığı bölgelerde direniş hareketinin bir parçasıdır. Bu parçanın birçok ülkede radyoda çalınması yasaklanmış veya engellenmiştir.
George Bush’un suratına ayakkabısını fırlatan Iraklı gazeteci El Seyih’in 42 numaralı o ayakkabısı nasıl bir ikona dönüştüyse, ona o ayakkabıyı fırlatma cesaretini veren isyankâr direnişçi fikrin kökünde bir yerdedir “The Wall”ın anarşist söylemi. Emperyalist sistemin doyumsuz sömürüsüne ve faşizmin despot anlayışına karşı hatta insanın ince bir buz üstünde raks ettiği delilikle olan yakın temasına da dokunan protest bir manifestodur aslında “The Wall” albümü. Politik duruşun ötesinde albüm ve sonrasında filmin hikâyesi çoğunlukla Waters’ın biyografisidir fakat yadsınılamaz bir gerçeklikte Barrett’ın özgeçmişi ile de alakalıdır.
Roger Waters “The Wall” konseptinin bütününü düşünürken, daha en başında onu sahnede bir Rock Opera koreografisinin dizaynı ile ve bir sinema filmi şeklinde de tasarlamıştı. Waters’ın “The Wall” konserlerinde planladığı sahne tasarımı, grubun sahne üzerinde çalmaya devam ederken aynı anda devasa bir duvarın tuğla tuğla örülerek izleyici ile aralarına görsel bir barikat çekilmesi fikrini kapsıyordu. Waters insanlar arasındaki iletişimin ne kadar hassas ve ince bir dengede olduğunu, sahnede bir çeşit yabancılaşma metaforu üzerinden anlatmak istiyordu. Duvar bu yüzden çok önemliydi.
Aynı zamanda gruba politik karikatürist Gerald Scarfe’ın çizimleri temel alınarak hazırlanan dev kuklalar eşlik edecek ve konser için özel olarak tasarlanan animasyon görüntüleri yavaş yavaş yükselen duvarın üzerine projeksiyonla yansıtılacaktı. Pink Floyd konserin ikinci bölümünün çoğunluğunda artık tamamlanmış olan duvarın arkasında çalacak ve seyirci içsel soyutlanma hissini görsel manada birebir deneyimleyecekti. Rock gösterilerinin görsel temaşa bakımından tavan yaptığı yetmişli yıllar için bile, seyircisine benzersiz ve radikal kararda bir sahne dizaynı vaat ediyordu.


Konserler çok başarılı oldu ve ardında yıllar boyunca hafızalara yer edecek efsanevi görsel materyaller bıraktı. Yapım zorluğu ve yüksek maliyet yüzünden çok fazla gösteri yapılamadı. Albüm ve konserlerin başarısı sayesinde en başında planlandığı gibi filmin de yapılması kararlaştırıldı ve proje Alan Parker’a emanet edildi.
Roger Waters filmde bu konserlerden alınan görüntülerin de kullanılmasını düşünüyor ve bu yönde ısrar ediyordu ancak yönetmen Alan Parker’ın başka fikirleri vardı. Parker albümde anlatılan hikayeyi kendi bildiği yöntemle filme çekmenin daha doğru olacağı kanısındaydı. O doğru ise filmin dramatik bir yapı çerçevesinde gelişip sonlanacak bir müzikal olması fikriydi ki Waters’a göre böyle olmaması gerekiyordu. Alan Parker filmde Gerald Scarfe’ın animasyonlarını hikayeyle örtüşen bir yapıyla kullanmak istedi ve sanırım Waters’la anlaştığı tek husus bu oldu. Scarfe’ın kendine özgü çizgileriyle ortaya çıkardığı animasyonlar filmin sanatsal değerini oldukça yukarı çekmesine yardımcı oldu ve filmi anında kült seviyesine sıçrattı.


Waters’ın yazdığı hikayenin merkezindeki şöhretle baş edemeyen Rock Yıldızı “Pink” karakterini dönemin Punk şarkıcısı Bob Geldof canlandırdı. Geldof’un keskin İrlanda aksanı seçmelerde biraz düşündürdüyse de Alan Parker ondan vazgeçmedi. Filmin birkaç sahnesinde şarkıları onun söylemesini istiyordu ve Parker’ın istediği şekilde Geldof filmde “In The Flesh”i söyledi ve “Stop” isimli kısa şarkıyı da mırıldandı.
Alan Parker filmin odak noktasını büyük ölçüde, bir Rock Yıldızı olan Pink’in mental çöküşü üzerine kurmuştu. Bu çöküş neticesinde akli dengesini kaybeden Pink, bir Rock şarkıcısı olmayı aşıp kendi anlayışı çerçevesinde tehlikeli bir faşist lidere evrilir. Bu evrilme üzerinden film, etkili ve görsel manada zarif bir anlatım tutturarak sistem eleştirisini de yapar aslında; bu eleştirilerin en belirgin noktası, okullardaki eğitim koşullarının sistematik bir ketumlukta, tekdüze ve baskıcı öğretim yöntemleriyle çocuklara veriliyor olmasını sert bir karşı çıkışla işaret etmesinde yatar. Eğitim sistemini tukaka etme fikri bana öyle geliyor ki, daha çok Scarfe ve Waters’ın vizyonundan çıkmış gibi duran epey sert bir anarşist söylemdir.
Okuldaki çocukların, iktidar sahiplerince kendilerine bağımlı ve düşünme kabiliyeti zayıf tek tip insan modeli yaratma güdüsüyle oluşturulan düzenin simgesel bir objesi olarak yorumlanabilecek dev bir kıyma makinesine doğru giden platform üzerinde sıraya sokulmaları ve yüzlerinde birbirinden ayırt edilemeyen çirkin bir kurtçuk maskesi ile (Waters’a göre çürümüş sistemde toplumdaki biat etme zorunluluğunun bir metaforuydu kurtçuklar) askeri düzende uygun adım yürüyerek tek tek o makinenin içine düştükten sonra diğer taraftan kalın sosisler halinde kıyılarak çıkması, aslında eğitim sisteminin amacının sadece akılcı düşünceden ve özgürlük içgüdüsünden bireyi koparmak ve bu programa sadık yozlaşmış sistemin sürdürebilirliğinden emin olma adına her türlü baskıyı meşru kılma mantığına işaret eden önemli ve eleştirel bir saptamaydı.


Filmde kullanılan Scarfe’ın animasyonları fazlası ile soyut bir anlatımı tercih etmesine rağmen, Britanya’nın yüzyıllara dayanan sömürü ve yayılmacı heveslere bağlı kalarak emperyalist sistemin liderliğini asla elden bırakmamasını açıkça lanetleyen ve aşağılayan sertlikteki üslubu, ancak anlamak isteyenin görebileceği sahnelerdi. Faşizmin yerleştiği her toprağa beraberinde acı, korku ve ölüm getirdiğini tüm gerçekliği ile anlatan o sert bölüm Floyd’un “Goodbye Blue Sky” şarkısının üzerine işlendi. Britanya bayrağı, üzerinden kan sızdıran mezar taşlarına dönüştü. Savaşlarda hayatları ziyan edilerek toprağa karışan fakat politikacıların dilinde kutsiyete yükseltilen askerlerin mezar taşlarından kanalizasyon mazgallarının içine doğru akıyordu o kanlar!
Waters İngiliz aristokrasisinin soğuk ve sınıf ayrımcılığını var eden snob yapısını “Ayın Karanlık Yüzü” ne yerleştirirken, altı yıl sonra sıra savaş karşıtı söyleme ve kapitalist sistemin dayattığı faşizan yapının gerçekliklerini işaret etmeye geldiğinde bunu özgürlükleri yok eden anlayışın sembolik bir imajı olarak düşündüğü “Duvar” ı oluşturan tuğlaların arkasından yapmayı seçti. O duvar aynı zamanda gittikçe içine kapanan bir insanın kendini dış dünyadan soyutlarken, iç dünyasında yine kendisiyle hesaplaşma ve karar aşamasına kadar götüren zihinsel bir çöküşün de içsel barınağını temsil ediyordu. Ayrıntılı ve zekice. Tam da Pink Floyd’a yakışır şekilde.


Alan Parker, Roger Waters’ın yazdığı senaryoya dayanarak çektiği filmi, adım adım deliliğe sürüklenen bir kişinin akli dengesini yitirmesi üzerinden anlatırken bir nevi Syd’in trajedisini de ekrana taşımış oldu. Hatta doğrudan Syd’le bağlantılı olan sahneler vardı. Filmin hemen başında görülen, kendini içtiği belli, külü uzamış sigarayı tutan el sekansı aslında Barrett’ın akıl sağlığını kaybettiği yıllarda Waters’ın şahit olduğu gerçek bir andır. Keza doktor müdahalesi ile apar topar konsere götürülen Pink bölümü de aslında benzer bir durumdan alıntı yapılarak oluşturulmuş etkileyici bir sahnedir.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Anzio Cephesinde babasını kaybeden Waters’ın da filmin başkarakteri Pink’le kaderi örtüşür. Bir Alman bombardıman uçağı olan Stuka’nın, İngiliz siperlerine yağdırdığı bomba ile birlikte Pink’in babasının ölümüne şahitlik ederken aslında Roger Waters’ın babası Eric Fletcher Waters’ın 1944 de İtalyan Cephesindeki ölümüne gönderme yapılır. Eric Fletcher aslında savaş karşıtı bir vicdani retçidir fakat savaş esnasında ambulans şoförlüğü yaparken şahit olduğu yıkım onu Nazi’lerle savaşmaya iter.
Albüme ve tüm konsepte aşina olanlar, gelinen son noktada öykünün kahramanı Pink’in içsel bir hesaplaşma ve tüm hayatını sorgulama yoluna giderek elinde kalan gerçeklerle yüzleşmeye çalışırken, kendi izolasyonu için inşa ettiği duvarı büyük bir acı hissederek (filmde Waters’ın attığı muhteşem bir çığlık patlamaya eşlik eder) yerle bir ettiğini de zaten bilirler. Yaşam bir kısırdöngüdür. Başkasının yıktığı bariyer, tuğlası tuğlasına toplanarak bir başkasının inşa edeceği Duvar için hazır hale getirilmelidir.
Tabi ki doğrudan bir mesaj yoktur. Pink Floyd’un asla bu tür kaygıları olmadı. Mesele bireylerin kendi bakış açıları ve umutları üzerinden vardıkları sonuca göre bir değerlendirmede bulunmalarıdır.


Bu türden incelemeler, gerçeklikle arasındaki paralelliği araştıran tespitler ya da yorumlar saymakla bitmez. Sayfalar dolar ve yazı uzar gider. Mevzu derin ve oldukça detaylı. Bunca yıldır anladığım ve gruba bağlılığım sayesinde öğrendiğim bir şey varsa o da, Pink Floyd elemanlarının asla her şeyi bütünüyle paylaşan yapıda insanlar olmadıkları ve bu yüzden grubun etrafındaki gizemin yıllar boyunca artarak devam ettiği gerçeğidir. Buna büyük saygı duyuyor ve bu anlayışı haklı buluyorum. O yüzden, daha yazılabilecek çok şey olmasına rağmen, yazıyı sündürüp uzatmanın Pink Floyd’un başında dolaşan bu gizemli haleye yaraşan bir davranış olmayacağını düşünüyorum, ey okur!
Pekâlâ, sanırım bu kadar yeterli; kendimi bu noktada frenlemem gerekiyor. Yavaş ve sakince, kontrol bende, istersem yapabilirim. Nefes al, nefes ver…
İstersen sana Pink Floyd’a obsesiflik derecesindeki takıntılığım yüzünden geçmişte neler yaptığım veya nasıl davrandığım hakkında bir şeyler karalayabilirim. İyi olmaz mı?
Görelim…
Doksanlı yılların başında böyle bir oto-kontrole sahip olmadığım için Mersin’in çok da büyük olmayan çarşısında gezinirken, albümün büyük bir bölümünü bağıra çağıra söyler ve kimseyi umursamazdım. Sözleri hafızama kazımış ve olur da unutursam diye de not defterime tüm şarkı sözlerini yazmıştım. O not defteri de daima yanımdaydı ve ben Mersin ahalisine “The Wall” konseri vermeye her an hazır ve nazır şekilde sokaklarda sürtüyordum. Mersin halkının dinlemek için sabahı zor ettiğini sanmıyorum tabi ki. Yalnız da değildim. Her zaman birlikte dolaştığım adamlara da artık gına gelmişti; ben başladığımda zaten birkaç adım önümden yürümeye başlarlardı.
Filmden de çok etkilenmiştim. En azından bir sahneyi kendim canlandırmak için fırsat kollardım ve onu da yaptım. Filmin ortalarına doğru “One Of My Turns” şarkısına eşlik eden sahne, Pink’in bir fahişe ile birlikte kendi otel odasına kapandığı sekanstır. Pink’in aniden saldırganlaştığı öyle bir an vardır ki, otel odasının altını üstüne getirir ve odaya getirdiği kızın üstüne eline ne geçerse fırlatır. Şampanya şişesi kızın kafasının hemen üzerinden uçarak duvarda patlar. Pencerelerin üzerindeki jalûzileri parçalar hatta televizyonu kaldırdığı gibi oda penceresinin camını paramparça ederek fırlatıp aşağıya atar. Son derece korkutucu ve şiddet içeren bir kriz anıdır.
Ben de bu sahneyi aklıma yazmış ve bir gün aynen canlandıracağıma dair karar almıştım. O gün geldi. Kaseti şarkının başladığı ana kadar ileri sardım ve başlattım. Bir yandan da söylüyor ve Waters’ın sesine eşlik ediyordum. Odada kardeşimde vardı ve bana “Hayır” der gibi bir bakış attığını gördüm. Pink’in çıldırdığı o patlama anı geldiğinde aynı coşkulu öfkeyle, sağımda solumda ne varsa (çoğunlukla yastık ve minder) kardeşimin üzerine fırlatmış ve odayı da darmadağın etmiştim. Evin salonunun camını indirecek cesareti toplayamamıştım maalesef fakat inanılmaz bir hazdı benim için; tabi ki şarkı bitince saklandığı yerden çıkıp bu sefer o benim üstüme saldırmıştı.
Bu takıntı askerde de peşimi bırakmadı. Son aylarımda artık dayanılmaz bir sıkıntı içindeydim. Asayiş Jandarma Karakolundaydım ve görevler yüzünden yay gibi gerilmiştim. Bu ruh halinin üstüne yeni gelen rütbeli askerlerin mantıksız ve çocukça kaprisleri beni tüketmişti. Yeni subaylardan biri askeri her akşamüstü ilçenin içinde yedi kilometre kadar koşturarak kendince bir tatmin olma yöntemi bulmuştu. Tüm bölük sıraya girer ve Jandarma eşofmanlarımız üzerimizde ilçenin içine doğru uygun adım koşmaya başlardık. O gün bu yeni ve görev aşkıyla yanan heyecanlı subay en öne beni almış ve kendisi de hemen biraz ötemde koşturup askere emir yağdırıyordu. Gözleri kısa aralıklarla pencerelere çıkan genç kızların üzerine kayıyor ve bu durum onu daha fazla kamçılıyordu. Biraz koşup tempoyu yakaladıktan sonra “Karşıki Dağlar” marşını askere söyletmem için emir verdi.
Siz söyleyin; benden daha iyi söylersiniz zaten komutanım, dedim. Yapmak istemiyordum.
Saçmalama da söylet hadi, dedi.
Emredersin komutanım, dedim.
Arkamda otuza yakın asker koşuyordu. Bu fırsatı kaçıramazdım. En fazla kendime bir ceza nöbeti yazdırırdı; nöbet ve görevleri yazmak benim sorumluluğumdaydı. Tüm gücümle bağırmam gerekiyordu ve öyle de yaptım.
“WE DON’T NEED NO EDUCATION!”
Tekrar etmeleri için bekledim. Hemen arkamda koşanlar ritüele bağlı kalmanın getirdiği refleksle dediklerimi tekrar etmeye çalıştı.
“Vİİ DOO Nİİ EEDD!!”
Daha arkadakiler hiçbir şey anlamadığı için önlerinde koşanların dediğini tekrar etmek durumunda kalmışlardı.
“DUU Nİİİ…EEEKYUUU!”
“Ne yapıyorsun oğlum! Lan ne zaman gidiyorsan biran önce git de kurtulalım senden… Askeeer, dikkat… Kaarşıkii Daağlaarr!”
Ceza nöbeti yazdırmadı ama bir daha hiçbir koşuda bana marş okutturmadı. Koşudan sonra karakola döndüğümüzde askerlerden birkaçı yanıma gelip onlara ne söylettirdiğimi merak edip sordular.
Eğitime ihtiyacımız olmadığını bağırdık, dedim.
Bu kadarla da kalmadı elbette. 1980 yılında gerçekleştirilen “The Wall” canlı performansına ait konser kaydının yayınlandığını duyduğumda, erbaşa verilen üç kuruşluk maaşımı biriktirip eve postalamış ve bir zamanlar dinlerken üzerine uçtuğum kardeşime kaseti aldırmıştım. Ben askerden dönene kadar kaset jelâtini açılmadan beni bekledi. Bu albümün konser kaydını dinlemek içimde bir ukdeydi ve piyasaya sürüldükten aylar sonra dinleyebildim. Gerçi canlı seyretmekte ancak bir hayaldi benim için ama o konuda da “Nirvana”ya ulaştığımı söyleyeyim.
Takvim yılı 2013’ü bulduğunda, Waters tüm konsepti dünya turu kapsamında nihayet İstanbul İTÜ Stadyumuna getirmiş ve tüm evrenin kozmik yasası gereği benim orada olma gerekliliğim kafamda sabitlenmişti. Bu sabitliğin anlamı şuydu:
Herhangi bir aksilik durumu oluşur da ve bu yüzden benim için bir anlamda manevi tavaf sayılabilecek “The Wall” konserine giremezsem, çok büyük ihtimalle evren kendi içine çökecek yani bir diğer deyişle, ters Bing-Bang patlaması neticesinde karanlık madde başlangıçta içinden fışkırdığı ışık noktacığının içine çekilecek ve yaşam sonsuzluktaki her bir atom parçası ihtimalinde sona erecekti.
Sonuç: Gökyüzü hala yukarıda ve evrenin kumaşında herhangi bir kırışma yok!