25 Ocak 2016 Pazartesi

Buffalo '66 (1998)

Öncelikle biraz onu tarif edeyim sana:
Birbirine dolanmış uzun ve kıvırcık kömür karası saçların altındaki yüzüne yerleşmiş göz çukurlarının içinde, hani neredeyse pörtlemiş gibi görünen mavi gözleri ve sakini olduğu bu mahalleden kaçıp kurtulmak istercesine öne doğru çıkıntı yapan sert bir çenenin altında, yay gibi gerilmiş dudaklardan çıkan ve bu düzeneğe hiç oturmayan, ince ve yırtıcı tonda bir ses… Dersem eğer; 
Sen de “AA, ulan bizim Gallo bu” dersin belki…
Bizim Gallo evet, haklısın. 
İşte o bizim Gallo, yani Vincent Gallo oyunculuk kariyeri boyunca, bana soracak olursan, bir kucak çocuğu olmadığını kanıtlamış ender aktörlerden birisidir ve onu alıp asla vıcık vıcık bir romantizm şekerlemesinin içine saramazsın. Sen zaten yapmazsın da, ben onu lâfın gelişi öyle söyledim. Bazen lâf böyle bodoslama üstüne üstüne gelir ya hani. Her neyse işte, olmaz çünkü kanı uyuşmaz, o kalıba oturmaz, ne bileyim, seni bulutların üzerinde gezintiye çıkaracak rehber vasfından uzaktır. Ya da büyük bütçeli bir aksiyon filminde, dünyayı kurtarmaya çalışırken ortalığı kan gölüne çevirip, tozu dumana katan bir adale yumağı da değildir.
Gallo, tabiri uygunsa, sinemada kendi yolunda ilerleyen bir çatlaktır.
Kendisinin yazıp yönettiği ve aynı zamanda başrolünde oynadığı “Buffola 66”, işte tam da onu tanımlayan sıfatlara merkez oluşturan bir yapı taşı niteliğinde zannedersem.  
Ama Gallo’yu belki de benim gibi ilk defa, 1992 tarihli bir Emir Kusturica filmi olan “Arizona Dream”de aktörlük hayalleri kuran Paul Leger karakterini canlandırdığında fark etmiş olabilirsin. Bu filmdeki rolü, üzerine yapışacak kadar, o kadar fazla karakteristik özelliklere sahipti ki, birazına değinmeden geçmem imkânsız. Neden imkânsız olsun, değil tabi ki ama bana ne, hatırlatmak istiyorum. Uzun sürmez.
En akılda kalıcı sahnelerin birinden bahsedeceğim; kuzeni Axel rolündeki Johnny Deep, biraz da alaycı bir yaklaşımla ona aksanındaki tuhaflığın nedenini sorduğunda, biraz içerlemiş bir tavırla ve sanki kendi doğasından gelen bir hakkı savunan ve buna kayıtsızca inanan biri edasıyla, bütün ünlü aktörlerin New York aksanına sahip olduğunu söylerken ona, diyordu ki:
“Funny New York accent, huh?”
Sonra devam ediyordu: 
“Is De Niro FUNNY? Is Pacino FUNNY? Is Rocky FUNNY? Was Rocky FUNNY?”
Asla ve asla yüzüne dokunulmasına izin vermeyen, “Raging Bull” filminde De Niro’nun Joe Pesci’yi karısını düzmekle itham ettiği sahnenin repliklerini ezbere bilen bir sinema fanatiğidir “Arizona Dream” deki rolünde Vincent Gallo.
Tüm benliğini saran aktör olma hayalleri ile katıldığı küçük çaplı bir yetenek yarışmasında, seçici jürinin karşısına geçip, Alfred Hitchcock klâsiği olan “Nort by Northwest” filminde Cary Grant’i bir uçağın kovaladığı sahneyi, büyük bir tutkuyla ve hiçbir mimiği, refleksi atlamadan, kendini yerden yere atarak canlandırması, “Arizona Dream”i hafızamıza kazıyan ve onu kült mertebesine yükselten olağanüstü sahnelerden biriydi. Hatırlarsın. Sırf bu sahne hakkında bile sayfalar dolusu yazı döşeyebilirim buraya!
Hal böyleyken “Buffalo 66” da ise, hapisten yeni salınmış ve neredeyse altına işemek üzere olan Billy Brown’u canlandırır ve bu hayli talihsiz durum yüzünden pejmürde bir aerobik salonu içinden, biraz balıketli bir kız olan Layla’yı (Christina Ricci) zorla kaçırıp onu alıkoyacak kadar da ileri gitme cüretini gösterir. Götürürken de epey hırpalar. Kendine güvensiz tipleri canlandırmakta özel bir yeteneği olduğunu düşünebilirsin bu adamın.
Neden böylesine anlamsız bir saçmalık yaptığını düşünürken sen, aklına birkaç olasılık gelir: mesanesini zorlayan şiddetli basınç mutlaka beynini muhafaza eden kafatası duvarlarını nemlendirmiş ve üzerinde zorlukla yürüyebildiği mantık düzleminde ayağını mı kaydırmıştır?
Hayır! Sadece basit bir isteği vardır: Anne ve babasını görmeye gittiğinde, birkaç saat boyunca onun karısı gibi davranması ve bunu yaparken de olabildiğince ikna edici olması gerekiyordur. Ebeveynlerine bir karısı olduğu hakkında yalan söylemiştir ve doğruyu söyleyecek cesareti yoktur; hapiste yattığını bile bilmiyorlardır. Zaten annesi (Angelica Houston) hiçbir şeye ilgisi olmayan ve sadece taraftarı olduğu takımı önemseyen koyu bir Amerikan Futbolu hayranıdır. Alışılmadık bir anne karakteri doğrusu.

Babası ise hayal kırıklığı yaşamış bir şarkıcı eskisidir ve o da yalnızca midesini düşünen ve yiyeceği öğünlerden asla feragat etmeyen, sinirli ve saldırgan bir adamdır. Bir ara Layla’yı bile sertçe azarlar. 
Hikâyenin akışı daha çok bir kara-komedi tarzında ilerliyorsa da Vincent Gallo’nun mizah anlayışında ilginç ve ağır bir dram janrı da her zaman bulunuyor. Oyunculuk ya da yönetmenlik fark etmeksizin o koyu kıvam daima çevresindeki atmosferi çevreleyen bir aura gibi ve o bu durumdan faydalanmasını çok iyi beceriyor.  
Öte yandan Vincent Gallo, sanki Tarantino’nun açtığı yoldan ilerleyerek, sinema dünyasında kült mertebesine erişmiş oyunculara da yer veriyor ve bir anlamda onları da onurlandırıyor. Mickey Rourke ve Ben Gazzara filmde görülen isimlerin başında geliyor meselâ ve hepsinin Gallo ile ortak sahneleri var. Bu bana göre çok önemli bir ayrıntı ve belki de fazla duygusal. 
Christina Ricci ise apayrı bir fenomen; iç gıcıklatan kilosu ile elbisesinden her an taşacak izlenimi uyandırıyor. Olumlu anlamda söylüyorum bunu. Aslında olumsuzu nasıl olur bu gözlemin hiçbir fikrim de yok. Var da, kastettiğim o değil, dolayısıyla anlatmaya lüzum yok. Gerçi yeterince bahsetmiş bulundum. Yahu tamam, kendin bak, orada işte…
Bir diğer konuysa Gallo’nun bu filmi olağanüstü bir duygusallıkta sahiplenmiş olması. Elbette kendi yazıp yönettiği bir film bu ve onu tüm hassasiyeti ve varlığı ile savunması gayet anlaşılabilir fakat 1998 yılında,  televizyon kanallarının birinde yayınlanan film eleştirisi programına ansızın yaptığı baskın da hayli şaşırtıcı!
O programda eleştirmenlerce yerden yere vurulan “Buffalo 66”yı stüdyoya, hiç üşenmeden bizzat kalkıp gittikten sonra “gelin bunu yüz yüze konuşalım beyler!” tavrıyla bir köşeye kurulup, entelektüel duruşundan taviz vermeden oradaki eleştirmenleri tek tek ters köşeye yatırıp, şaşırttıktan sonra bile bununla yetinmeyip bir de birkaçının film hakkındaki olumsuz düşüncelerini de değiştirebilmesi gerçekten takdire değer. Üzerinde ev kıyafeti olduğunu anlamakta zorlanmayacağın bir eşofman takımı ile birbirinden ukalâ dört film eleştirmeninin (birisi program sunucusu da olabilir) arasına dalıveriyor adam! Cesaret mi, çılgınlık mı sen düşün ve karar ver. Bu anın videosunu istersen aşağıdaki linkten seyredebilirsin. 

Böylesine cilâlayıp parlatmama rağmen, Gallo her zaman doğru kararları alıyor denemez elbette. Son yıllarda yukarıda saydığım ve asla ‘yapmaz’ dediğim şeylerin çoğuna bulaşmış bu aykırı adam. Neden böylesine vasat ve saçma projelerin içinde yer aldığını anlamadığım yapımlarda, sürpriz yumurta gibi ortaya çıkması gelenek olmuş. İçlerinden birisini, 2012 yılı bir İtalyan yapımı olan “La Leggenda di Kaspar Hauser” filmini geçtiğimiz aylarda seyretme GAFLETİNE nail oldum ve işin gerçeği filmle alâkalı olarak beklentim de yüksekti ama hayal kırıklığı o kadar büyük oldu ki, filmden birkaç saat sonra tüm yediklerimi çıkardım ve dahası örtü döşek hasta oldum. 
Nihayetinde herhâlde üşütmüşüm kuşkusuz. Örtü döşek yatmamın sebebi olarak bu lânet olası filmi işaret etmek ya da bağrı yanan biri gibi intizar etmek istemiyorum. Yersiz olur (acaba?). Yine de, istersen bir de aç karnına (yediklerini olduğu gibi çıkarma sonra) sen seyret filmi…
Yaptığı etkiyi test etmiş oluruz. 
Not: Çıkardıklarını yorum bölümüne betimleyebilirsin.