14 Nisan 2015 Salı

Holly Motors (2012)

Bu sıkıcı ve insan zekâsını aptallıktan ayrıştıran muhakeme etme yeteneğinin, varoluş amacını bir kaba eti kılına gıpta etmeye götürecek kadar dibe vuran anlamsız hayatta (hemen yüzünü buruşturma; peki, senin hayatını istisnai olarak düşünelim) çoğunlukla bir yerden öte yere koşturarak geçer zaman, bilirsin; bazen bir köşede önüne mendil açmış ve dilenen biri çarpar ya gözüne -hani ‘hiç böyle değil aslında bunlar, para basıyorlar da bakma şimdi rol kesiyor’ diye düşünüp basıp geçtiğin- ha işte o kısa ve ancak bir mum ışığı kadar aydınlanma yaşadığın zamanlardan bahsediyorum. Alınganlık yok. Yoluna devam eder gidersin ve üstüne bir daha da düşünmezsin.
Hatırladın değil mi; dur bakalım acele etme, şimdi sana deseydim ki:
“O dilenci de sen yanından geçip gittikten biraz sonra, bir sokak aşağıya park edilmiş Limuzinine atlayıp Holding’ine doğru yola çıktı birader.”
Bana inanır mıydın? O sönük aydınlanma anı, zihninde haklılığının kanıtı olarak mı yer ederdi. Belki öyle ama biraz meraklı ve şüpheci biri olsaydın eğer, sokağın köşesini döner dönmez hemen bir duvarın arkasına gizlenerek her gün bir benzerinden onlarcasını gördüğün bu sıradan adamı dikizlemeye koyulurdun. Eh öyle tabi, ne var bir yere mi yetişecektin?
Yapmadın ve bu yüzden sonrasında olacakları kendi yöntemimle yazabilmem adına bana bir nevi meşruluk kazandırmış oldun. Böylece hala bu el değmemiş bakir blogu, cümleleri birbiri ardına dizerek dolduracak ve bu sebeple küçük bir ego patlaması yaşayacağım. Bu esnada şöyle düşüneceğim:
(iç ses) – “Bunalımdan çıkmanın en etkili yolu veya o sinik ağrının beyin tasının üzerinden kalkmasının en muhteşem çaresi yazmanın sebebini bulmaktır. Cümleleri sıra dışı bir üslupta dizmeye uğraşırken dakikaları atıştırırsın. Saatleri yesen de kilo yapmaz. Sadece tatmin olma duygusuyla doyarsın.”
Öyleyse şimdi oku istersen ya da sesimi hayal ederek dinliyormuş gibi yap:
Bu dilenci Limuziniyle teşrif ettiği kendisine ait dev Holding binasında fazla zaman harcamadan, “Bilmemne” Havayollarında ki pilotluk işini icra etmek üzere bindiği uçağın kokpitinden yolculara hitaben bir güven konuşması yaptı ve indiği şehirde hemen kadın doğum uzmanı olarak çalıştığı hastanenin ameliyathanesine daldı. Doğumu başarıyla yaptırdıktan sonra hiç beklemeden, aşağı mahallelerin birinde mesken tuttuğu yere gidip orada zulasındaki uyuşturucu çeşitlerinden bir bölümünü para karşılığı elinden çıkarttı ve daha sonra da eski bir tanıdığı kendisine “kelek” yaptığını düşündüğü için bu dünyadan soğukkanlılıkla temizledi…



Saçmalama, bu kadar şeyi tek bir adam yapabilir mi?” diye sorma bana. Gerçek hayatta zor belki, fakat elinde makasla kurguda oynamalar yapan biri olduğunda bal gibi oluyor. Bu filmde sana hayatı kurgulayan ise Leos Carax’ın zekâsından üzerine sıçrıyor. Belli ki Carax’ın seni seçmesinde ki sebebi, aranızda yıllar önce oluşturulmuş karşılıklı güvene dayalı bir tür sadakat değiş-tokuşu ve senin tahammülün de o güvenin önemli bir dayanağı. O güveni de cebine koyan yönetmen artık kendince, kendine has bir anlatım ya da üslup tutturarak film şeridine bastığı hayatın göreceli yapısını, suyun üstünde yürümek kadar olağan ve kolay bir akıcılıkta göstermeye başlıyor. Elbette bu kaide seninle bir nevi antlaşması olan tüm yönetmenler için de geçerlidir.
Herneyse, Carax’ın sana göstermeye çalıştığı o müstesna güne dönmeye karar verdiğinde öncelikle içindeki sayısız karakteri tek bedende toplayan bir adamın peşine takılman gerekiyor. Zor değil, yaparsın…
O gün sona erene kadar, söz konusu adamın çeşitli kimlikleri ve o kimliklerin karakteristik özelliklerini kendi bünyesine giydirip ve kısmen bir mantık potasında süzdükten sonra, kişilik kazandırdığı karakterlerin zorlu koşullarına uyum gösterebilmek adına giriştiği mücadelenin zorluğu karşısında insanın içinde derhal bu adamı saygıyla selamlamak isteği kabarıyor. Kendisini neden bu kadar zahmete soktuğu meçhulse de, onu görünce bu adamın yaşamda ki rol seçeneklerinin sınırsız ihtimallerle dolu olduğunun farkına varıyorsun. Neticesinde kendi hayatını gözden geçirmene veya şimdiye dek tanımış olduğun benliğini tersinden bir bakışla incelemene yol açar mı bu farkındalık ben bilemem. Leos Carax’ın derdinin de böyle bir uyanışın kilidini açan anahtar rolünü oynamak olduğunu sanmıyorum. Yalnız insan “ulan acaba ben neresine kıçımı dayıyorum dışarıda ki şu hayatın?” diye sormadan yapamıyor; aklında başka bir yere gitmek varken, ayaklarının bambaşka bir yere sürüklediği o anlarda özellikle…
Ne kadar hoş ve kaygan bir köprü kurdum değil mi? Bir filmin üzerinde kurabileceği olası etki veya daha da fazlası, belki de hâkimiyet üzerine… Olmadı mı? Hmm tamam, sen olmadı diyorsan; Durmayalım üzerinde fazla, kullanmayalım bu köprüyü o zaman(ya sabır), fazla kaygan…


Nasıl yapmalı öyleyse… Pekâlâ, sanırım biraz klişe merdanesini yuvarlayacağım hamur üzerinde. Her zaman işe yarar. Kendinden garantili.
Herkes içinden başka birinin hayatını düşler ve çoğunlukla bunu kendine bile itiraf edemez. Belki de o düşlerin bir kısmı, pembe dizilerin temaşa odaklı ışıltılı ve süslü hayatlarını çalmaya yeltenir. Ama herhalde anlamışsındır ki, burada bir istisnadan bahsediyorum. Biraz önce seni çevresinden dolandırdığım söz konusu adam, yani “Mr. Oscar”ın bir günü, romantize edilmiş bu istisnai düşün dışında bir yerde; hayatın içinde barınan çoğu karakterin yaşamını kendi benliğinden çıkartarak bir nevi iş gibi kendisinin rutini haline getirebilen ve her gün bunu tekrarlamak zorunda olan bir kişilik. İçinde barındırdığı ve yaşar gibi davrandığı o benliklerin sözde kendine ait yaşamları var. O yaşamların bir kısmı uç karakterlere ait olsa bile değişen bir şey olmuyor; mesela “M. Merde (Bay Bok)” bunların başında geliyor, Mr. Oscar asla taviz vermeden onları canlandırıyor ve varlıklarının silinmesine izin vermiyor.
“Holly Motors” u yazan ve çeken adam olan Leos Carax’ın daha önce tutkulu bir takipçisi olduğum söylenemezdi aslında ama hemen herkesin az çok bildiği “Les amants du Pont-Neuf \ Köprü Üstü Aşıkları, 1991” filmini seyrettikten sonra galiba Carax’ı takip etme alışkanlığı edinmiş olabilirim. O filmin de romantik-drama kalıplarında hayli güzel ve ilginç bir senaryosu var ama “Holly Motors” hiçbir kalıba uymayan, bir bakıma kendine has bir film.
Bu konuyu biraz açayım. Söylemek istediğim iyi anlaşılsın. Kısa tutmaya çalışacağım, merak etme.
Böylesine kendine münhasır filmleri kotaran yönetmenler, ticari kaygılara teslim olmadan yazdığı senaryoları, kaygısızca istediği üslupta cesaretle çekerken, gösterime sunduğu bu yaban sanatın çoğunlukla sana ve bana ait olması adına usanmadan didinip kendini bu yönde disipline edebilen kişilerdir çoğunlukla. Seyircisi ile antlaşması olan yönetmenler işte bu insanlardır. Sen onun dizayn ettiği dünyanın içine düstursuz girmekte sakınca görmezken, onlarda her projesinde inşa ettiği dünyanın içerisinde nefes almaya alışık kemikleşmiş bir takipçi olduğunu bilirler.
Senden saklamaya gerek duymuyorum; filmin alt metninde hayatın kendisine dair oldukça entelektüel bir taşlamanın yattığı buz gibi ortada. Keza insana dair elbette. Alıp seni oraya sürüklemeyi canım hiç istemiyor. Her bir karakterin sosyolojik ya da psikolojik sağaltımını yapmanın gereksiz bir ukalalık olacağını seziyorum. Evet, öyle düşünüyorum. Sanki yüzüne bir rahatlama gülümsemesinin yayıldığını seziyorum. Her neyse, daha fazla taşırmadığın müddetçe sorun yok.
Tabi ki film farklı yapısını senaryonun sağlamlığından aldığı kadar, oyuncusu Denise Lavant’ın harikulade performansına da borçlu; sokak pantomim sanatçılığından akrobatlığa, sirk palyaçoluğundan dansçılığa kadar hemen her gösteri sanatında boy göstermiş ilginç bir adam Lavant. Karakteristik bir yüze, elastiki bir vücuda sahip.
Hatırlarsan Uncle ve Thom Yorke işbirliği ile yapılan 1998 tarihli “Rabbit In Your Headlights” klibinde Lavant’ı bir otoyol tünelinde, öfkeyle kendine söylenerek yürüyen psikozlu bir adam rolünde izlemiştik. Hatırlamışsındır, yanından vızır vızır geçen araçların kimi ona çarpmamak için direksiyon kırarken bazı araçların ise sürat kesmeden gelip onu hunharca tepelediklerine şahit oluyorduk. Sonunda ise betondan bir anıt gibi ayakta kalan yine Lavant’ın oynadığı öfkeli adam oluyordu. O klipte bile hatırda kalan onun görsel performansa dayalı oyunuydu. Haksızlık olmasın, şarkı da iyiydi tabi ki.
2012 yılı yapımı “Holly Motors” tek bir insandan çıkan bin türlü yaşamı betimleyen öylesine parçalardan oluşuyor ki, bütünü oluşturan bu parçaların hemen hepsi hakkında uzun uzadıya tartışılabilir. Artık birbirimizi anladığımızı düşünerek söylüyorum, benim tercihim daima (gelecek yazıda hatırlat da bu kuralı derhal esnetelim) kafama yer eden bir sahne üzerinde düşünüp yazmak olacak. Konuşmayı çok tercih eden biri olduğum söylenemez. Dostlar arasındayken belki çenem düşüyordur. Bilemiyorum.
M.Merde karakterinin göründüğü o tuhaf sahneleri yağlayıp ballandırarak yazmak isterim ama onu keşfetmeyi sana bırakmak sanırım daha doğru olacak. Seyrettiğin anda bu zevkli keşfi sana bıraktığım için bana minnet duyacaksın. Onun hakkında yalnızca şunu söyleyebilirim, bu tuhaf ilkel adamın sinema perdesinde ilk kez ortaya çıkışı üç yönetmenin ortak çalışması olan 2008 yılı yapımı “TOKYO!” filminde yine Leos Carax’ın yönettiği bölümde olmuştu. Tek başına Tokyo’da büyük bir paniğe sebep oluyordu.
Merak eden seyreder birader!
Carax Mr. Oscar’ın karakterler arasındaki değişimini zekice bir yöntemle basitleştirmiş. Mr. Oscar’ı taşıyan geniş bir Limuzini filmin önemli bir oyuncusu haline dönüştürüp, arabayı onu taşıyan bir ulaşım aracı olmasından ziyade, iç atmosferini Mr. Oscar’ın bir nevi dönüşüm kabini gibi kullanmasını sağlamış. Arabanın içi onu tazeleyen bir tür güvenli alan gibi ve bir sonraki karakterine bürünürken yaptığı makyajı ve değiştirdiği kıyafetleri bu dünyadan izole gibi görünen arabanın geniş arka koltuğunda yapıyor.


Limuzinden dışarı bir akordeon çalgıcısı olarak çıktığı anda bana kalırsa filmin en muhteşem sekansını oluşturan karakteri de görmüş oluyorsun. Çünkü Leos Carax’ın bu sahneye gösterdiği özeni ve planı anlamamak ya da takdir etmemek imkânsız. Yönetmenin büyük kısmını tek çekim olarak planladığı sekans, birbirini sırasıyla izleyen enstrümanların eşlik ettiği, seferi bir orkestranın oldukça tutkulu ama kısa bir konserini izlettiriyor sana ve görüyorsun ki giderek çeşitlenen çalgıların oluşturduğu senkronize uyum filmin içinde verilmiş kısa süreli ve görkemli bir mola.
Geniş sütunların çevrelediği müze ya da daha çok araba garajı benzerliğinde geniş bir salonda, akordeon çalgıcısının arkasından ona eşlik eden bir yığın insanın ortak yönü belki de, Mr. Oscar’ın kendine verdiği bu dinlenme arasında yaptığı gibi, onunla benzer hayatı birey bazında paylaşan insanlar olarak ortak bir etkinlikte bir araya gelip, hayatın içinde böylesine mucizevî boşlukları kendileri için yaratabilmeleridir. Hepsinin kendi hayatı ve onu algılama tarzı var. Orada üflemelileri veya vurmalı çalgıları kullanan insanlar, o mekândan ayrıldıklarında kendi yaşamlarının içine dalmış olacaklar ve sen bunu görmeyeceksin. Arkada gitar çalan adam belki de dışarıdaki hayatında büyük bir soygun planlayan azılı bir hırsız olabilir. Bateriyi çalan kişi belki de seri katildir veya borsacıdır. Nereden bileceksin. Zaten Carax seni Mr. Oscar’ın peşine takarak tüm bu olasılıkların birçoğunu onun bedeni üzerinden göstermeyi tercih ediyor.
Takdire şayan; ha aklıma gelmişken, acaba Carax bu sahneyi kaç tekrar ile çekti, bir fikrin var mı? Yani bir kişi ritmi kaçırsa haydi sil baştan…