24 Aralık 2014 Çarşamba

A Scanner Darkly (2006)

“ ŞİMDİDEN YEDİ YIL SONRA ANAHEIM, CALIFORNIA ”
Nasıl yani… Bu ne biçim bir zaman algısı; hangi şimdi bu? Biraz sonra, yine mi şimdi olacak! Hangi anın şimdisinden başlayarak yedi yıl sonrasını tasavvur edeceğiz, diyorsun haliyle. Tamam, sakinleş ve…
Paniğe Kapılma! (Otostopçunun Galaksi Rehberi kitabının en önemli düsturu)
Diyeceğim şu ki, yapacak fazla bir şey yok. Muğlak bir zaman dilimini referans vererek perdesini açıyor “A Scanner Darkly” ve seni bilmediğin bir zamanın bilinci içerisinde tuhaf bir yolculuğa çıkarıyor.
Bu zaman boşluğu herhangi bir andan sonra gerçekleşmesi muhtemel, yakın geleceği öngören bir yarı-kehanet algısı oluşturuyor zihninde. Sadece bu kadar mı? Tabi ki değil, olması mümkün değil; K. Dick hiçbir metninde az ile yetinen bir yazar olmadı. Birçok uyarlamasına zaten aşinasındır değil mi? Tabi kim değil ki; hele bir de bilimkurgu edebiyatının tutkulu bir takipçisiysen, bu babanın kitaplarını hatmetmiş ve sana sorduğum bu soru karşısında direk gardını alıp: “yahu kalk git buradan, sorduğun soruya bak!” gibi gereksiz bir ukala tavır içine muhtemelen girmişsindir. Anlarım, hiç kaçırmam…
Pekâlâ, diyelim ki bu soru senden şüphe duyuyormuşum gibi bir intiba bırakıyor üzerinde ama bir düşün bakalım; evet böyle bir soru sordum, ama niye sordum…
–tanıdık geliyor mu, Şener Şen’in İlyas Salman’a “Banker Bilo, 1980” filminde paçasını kurtarmak amacıyla onlarca kez sorduğu merak uyandıran, o müthiş felsefi soru- tabii ki benim kefeni yırtmak gibi bir derdim yok. Tek derdim romanla film arasındaki bağlantıyı kurabilmek, yemin ederim. Çay?
Boş ver bayat zaten; gel benimle…
Şüphe! Nedir şüphe, çoğunlukla tetiği çeken parmağın kendisi değil midir? (yemin ederim film-noir repliği gibi oldu) Metnin kendisi de zaten bu ikircikli duygudan beslenmiyor mu? Dolayısıyla sinema uyarlamasının yapım aşamasında romanı (maalesef okumadım; aha yakaladım işte, gözlerini devirdin tahammülsüz pozlarında!) insanın içini kemiren şüphenin, eninde sonunda paranoyanın huzursuz kucağına çöreklendiği eleştirel bir distopya şeklinde senaryoya dönüştürmek bence çok isabetli bir tercih.
Yazarının başlıca endişesini yakalamış ve asıl noktayı ıskalamamış Richard Linklater. Zaten K. Dick’in esaslı bir takipçisi olduğu yine kendisinin çektiği 2001 yapımı “Waking Life”da, tilt makinesinin önünde zaman öldürürken bir yandan da yazardan alıntılar yapan bir adamı canlandırdığı sahnesinden çok belli. Ne filmdir ama o da; insanın dimağını çok yoran, mantığın tülbentten damıtılmış halini gördüğün, algının sorgulandığı bir manifestodur. Seyrettiğinde hortumla bir araçtan benzin çekmek gibi, beyninin midendeki suyu somurduğu hissiyatı veren korkunç bir bulantı bırakır ardında. Henüz bilinen bir reçetesi yoktur. ‘Tekeri Patlak Karavan’ın duvarında rastlarsın yakında.
Philip K. Dick tarafından 1975-77 yılları arasında yazılan “A Scanner Darkly” romanını sinemaya uyarlarken yönetmen Richard Linklater, “Waking Life” da kullandığı yöntemin aynısını uygulamış. Kabaca bir özetle, gerçeği animasyona dönüştürme tekniği şeklinde açıklayabileceğim bu usulü yönetmen bir bakıma kendi imzası haline getirmiş durumda. Bu zorlu animasyon tekniği yüzünden filmin çekim sürecinden sonraki yapım aşaması bir yılı aşkın bir sürede tamamlanabilmiş. Büyük sabır!


Çok güçlü bir uyuşturucu olan (D Maddesini) ekmek-su gibi tüketen küçük bir keş grubunun içine sızan devlet ajanı Bob Arctor’un (Keanu Reeves), beyinde kalıcı hasar ve etkili sanrılara yol açan bu maddeyi, görev icabı en az onlar kadar yoğun bir biçimde kullanması ve onun üzerindeki etkileri merkezinde gelişen öykü sanki bir hırsız-polis filmi dinamiğinde gelişen paranoyak bir distopya. Biliyorum, biliyorum; daha önce de yazmıştım…
Hem eleştirel hem de paranoyak bir distopya! Tamam mı? Sabrımı zorlama…
Arctor’un evinde yaşayan ikiyüzlü ve güvenilmez karakterli Barris (Robert Downey Jr.) ile saf ve iyi niyetli ama analitik bir zekâya sahip olduğunu zaman zaman belli eden Luckman (Woody Harrelson) her türlü uyuşturucuyu ve D. Maddesini periyodik olarak kullanan iki kafadar.
Diğerleri Arctor’un kız arkadaşı ve tabi ki madde bağımlısı Donna (Winona Ryder) ile en tutarsız ve şizofrenik karakteriyle, D. Maddesi kullanımı tavan yapmış Freck (Rory Cochrane), Arctor’un soruşturmasının hedefi konumundalar.
Bu aşamada küçük bir ayrıntıdan bahsetmem gerekiyor. Philip K. Dick’in hayat görüşü ile filmdeki karakterler arasındaki bağlantı veya eşdeğerlilik oldukça açık.
Kaotik bir yaşam düzeni ile hayatını noktalamış olan yazarın, uyuşturucu madde bağımlılığı ve ruhsal yapısındaki şizofrenik eğilimleri, yaşadığı dönemin önemli bir zaman dilimini kapsıyor. Yazar ölümünden beş yıl önce 1977 yılında “A Scanner Darkly” romanı için yapılan röportajında, (filmin DVD sürümünde, özel seçenekler kısmında röportajı altyazılı olarak seyretmek mümkün) Amerikan gizli servisleri olan CIA ve FBI’ın hakkında oluşturdukları dosyaları bizzat gördüğünü söylüyor. Evinden bazı belgelerin de çalındığını ve sorumlusunun kim olduğunu da hiçbir zaman bulamadığını ekliyor.
CIA ve FBI… İnsan bir tanesinin bile veri tabanına düşse korkudan etekleri tutuşur. İkisinin birden peşine düştüğünü ve seni takibe aldıklarını bir düşünsene! Kapını bir sabah “Siyah Giyen Adamlar” fenomenine uyan iki kişiye açtığını farz et ya da pencereden her baktığında karşı kaldırıma park edilmiş duran aynı siyah minibüsü gördüğünü…
K. Dick’in paranoya ve şizofreniye yatkın karakterini paravan olarak kullanarak bazı gerçekleri bu sayede örtbas etmiş olabilirler. Her şey beklenir bunlardan! Kennedy suikastı, UFO örtbası…
Bir buçuk ay önce eve fiber-internet bağlattım –dinle bak, önemli- ve eve gelen teknikerlerden biri, kabloyu içeriye arka taraftaki yangın merdiveni çıkışından getireceklerini söyledi. Fakat yangın merdivenine açılan kapının üzerinde bir asma kilit vardı ve anahtarı da yoktu. Kapının kilidinin kırılması gerektiğini söylediler ve öyle de yaptılar. Fevkalade güzel, peki ama bir yandan düşünüyorum da; artık o kapıda bir kilit yok. Tabi ya şimdi anlıyorum, bir oyun bu! Ya tüm amaç zaten başından beri bu ise, o kapının asla kilitli kalmaması gerektiğini düşünmüşlerse!
Yüce Manitu aşkına! Benden istedikleri ne olabilir ki; eşsiz güzellikteki Pink Floyd arşivim dışında neyim var benim…
Kolumu alnıma götürüyorum ve perde iniyor! Alkışladığını duyar gibiyim, teşekkür ederim.
Yalnız gerçekten artık bir kilit yok o kapıda, fiber-internet geldi – asma kilit gitti. Hakikat bu. O kapıdan artık dünyanın tüm gizli servis örgütleri rahatça girebilir ve belki de aralarında ilk kimin gireceği üzerine bir anlaşmazlık yaşanırsa, bu rekabet iklimi devletlerarasında bir krize ve borsada küresel ekonominin çöküşüne kadar uzayıp giden kitlesel bir histeri nöbetine yol açabilir. Açlık ve kıtlık yaşanmaya başlar. Ardından bildiğimiz medeniyetin çöküşü ve belki de uzaylı bir ırkın bu durumdan faydalanarak dünyayı işgali! Heyhat…
Şu yazı bitsin de, en iyisi ben gidip yeni bir asma kilit alayım şu yangın merdiveni kapısına. Herkesin iyiliği için.
Philip K. Dick’i bariz ama biraz abartı sosuyla çeşnilendirilmiş (sos ile çeşnilendirme tabiri aklıma hemen “Hannibal” ı getirdi; anlaşılan paranoyadan psikopatlığın doğasına kolaylıkla geçiş yapabiliyorum) bir karakterle temsil eden -bence tabi- Freck çok ilginç ve izlemesi keyifli bir kişilik. Örneğin, tencerede ne olduğu belirsiz bir şeyi kaynatırken aniden intihar etmeye karar verebiliyor. Radyoda dinlediği bir ses (K. Dick’in kendi orijinal sesi olabilir) onu bu konuda cesaretlendiriyor ve nasılsa yaşadığı çevrede intiharın çok önemsiz bir ayrıntı olarak kabul edildiğini ve asıl önemli olanın ardında bırakacağı şeyler olduğu konusunda ona telkinde bulunabiliyor.

Elbette Freck o grubun içinde kendisini D Maddesine bütünüyle teslim eden yegâne kişi. Okulun bahçesinde çeşmenin önünde su içme sırasını beklerken gördüğün, musluğu bütünüyle ağzına alıp suyu hiç dışarı taşırmayan o tuhaf çocuklara benziyor. Demek istediğim, kullandığı yoğun uyuşturucunun etkisiyle hareket ettiği açık. Şizofreni ile kuşatılmış bilincinin dışa vuran mikrofonik sesini dinliyor.
Kafasında duyduğu radyodaki ses onun intiharını bir tür edebi okuma gibi betimlerken, bir yandan da bu anlatıyla Freck’i neyi nasıl yapacağı konusunda yönlendiriyor.
Masaya oturup intihar mektubunu yazıyor ama içeriği iptal edilen kredi kartı protestosu üzerine, bağımlı doğasından beklenildiği üzere hap içerek ölmeyi planlıyor ama son anda o hapları ucuz bir şarapla değil de 2001 “Azalea Springs Merlot” şarabıyla yutmak istediği kararına varıyor ve kalkıp bir de şarabı almak üzere yolculuk yapıyor. Yatağına kütüphanesinden seçtiği favori kitabını (Ayn Rand-Fountainhead) göğsüne koyarak uzandığında, hiç üşenmeden gidip aldığı kaliteli şarabın eskortluğunda yuttuğu hapların etkisini göstermesini bekliyor ve maalesef ölmenin hizasından bile geçemiyor.
Çünkü bünyesi her türlü hap ve uyuşturucu maddesine karşı bağışıklık kazanmış olan Freck, onlarla ancak ölüm temalı bir tribe girebiliyor. Haline acıyıp üzülsen mi yoksa zavallılığı ile dalga geçip gülsen mi; karar vermek zor. Asıl trajikomik olan şey, ölmeyi beklerken bile karşısına öncelikle ruhani dünyanın bürokratik engellerinin çıkıyor olması. Yatağının hemen ayakucunda elinde döndürülerek açılan oklavalı parşömenle (ne biçim tarif ettim, gözünde canlandı mı?) ortaya çıkan, kafasında onlarca gözün fır döndüğü takım elbiseli şık bir tip, Freck’e öncelikle kendisine günahlarının okunacağını söylüyor ve bu okumanın sonsuza kadar süreceğini, hiç bitmeyeceğini de belirtiyor.
Haklı da çıkıyor. Aradan bin yıl geçtiğinde henüz altıncı sınıfa ulaşmış ve mastürbasyonu keşfettiği yıla ancak varmış oluyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder