8 Ocak 2015 Perşembe

Fearless (1993)

Uçmaktan korkar mısın? Hayatında hiç uçak yolculuğu yapmamış biri olarak soruyorum bu soruyu. Masum bir soru. Hani “sen korkmuyorsan ben de uçayım o zaman” gibi bir merakım yok, yanlış anlama. Asıl niyetim o kadar saçma ki - sen oku yazacağım şimdi…
Aslında uçak yolculukları ile alakalı olarak, sadece bir kısım genel terimler hakkında bilgim var. Sığ denilebilecek teorik bilgiler ile uçma pratiğinin karşılaştırılamayacağını ben de farkındayım ama bu yüzden kendimi eksik falan hissetmiyorum. Ha yani bunu bil de. Yeryüzü ile arama asla kilometre farkı koymadığıma pişman değilim; bu yüzden dediğim gibi, sana gıpta ettiğim falan yok. Amacım ise (hani saçma demiştim ya) yazının ilk versiyonu pek hoşuma gitmedi ve yeni bir başlangıç paragrafı yazayım dedim, o kadar. Bu da güzel olmadı gerçi; ne oldu, kızdın mı?
Ne kadar anlayışlısın. Öyle olduğunu düşünmek zorundayım çünkü.
Bence uçma korkusu, bindiğin uçağın yeryüzüyle bir sonraki temasının bir enkaz halinde olacağı paranoyasından kaynaklıdır. Sağ çıkma ihtimali, bir Japon balığının akvaryumun dışında da nefes alabildiğinin farkına varıp, heyecanlı bir hevesle evrim zincirine yeni bir halka ekleme şansından biraz daha fazladır. Sen daha uçmaya devam et!
Bu yüzden, bir uçak düştüğünde o enkazdan sağ salim kurtulan insan evladı bir mucizenin gözler önündeki kanıtı olarak kabul edilir; buna bir itirazın yoksa devam edeceğim. Bu insanın bir de kahramana dönüştüğüne tanıklık ettiğini düşünmeye başla. Sadece kendi kıçını kurtarma telaşına kapılmayıp, hala yaşayan birkaç yolcunun da enkazdan çıkmasına öncülük etmiş olmasından dolayı kahramanlık payesi ile onurlandırılmış bir insan.
“Max Klein”in başına gelen de aynen böyle bir durum. Aniden hiç beklemediği ve asla kabul etmeyeceği bir ilginin öznesi durumuna geçmesi, insanların gözünde neredeyse “Kurtarıcı İsa” gibi nurani bir konuma yükselmesi Max’i kendi benliğine karşı o kadar sağaltıyor ki, benzeri olmayan bir psikolojik soyutlanmanın eşiğinde kendini tüm lanetlere karşı tütsülenmiş bir KORKUSUZA dönüştürürken bir yandan da kendi varlığına karşı tehlikeli bir adam haline getiriyor.
İnsanların nazarında kusursuz bir ikon haline gelip, aslında ruhen dramatik bir düşüş ve parçalanmanın eşiğinde olduğun gerçeğiyle yüzleştiğinde, kendi bedenin içine hapsolduğun bir kabuk haline dönüşüyor. Belki fazla iddialı laflar bunlar ama telaşa gerek yok, benzerlerinden bende çok olmasına karşın az ve yerinde kullanmaya özen gösteriyorum. Kendime çok kullanırım da, seni sakınıyorum.


1993 yılı yapımı olan “Fearless” usta yönetmen Peter Weir’in kariyerindeki son dört yapımdan biri. Verimlilik bakımından hayli ketum davrandığı çok açık. Her çektiği filmin bir (Ölü Ozanlar Derneği,1989) veya (Truman Show,1998) kadar klasik ve kült normlarında olmasını zaten beklemiyorum tabi ki, fakat Weir aksini düşünüyor olsa gerek.
Jeff Bridges’ın canlandırdığı “Max Klein” bir uçak kazasından yalnızca tek bir çizikle çıktığında, hayatının tüm dönemlerinde kendisine engel olarak tanımladığı her şeyi artık aştığını düşünmeye başlar. Trajedi onun için artık, içinden yararak geçtiği kocaman bir dağ gibidir; hala reaksiyon gösterdiği birkaç şey kalmış fakat onlar da insanları şoka uğratan sıra dışı tepkilere evrilmiştir.
Kendisinin ölümsüz olduğunu hissetmeye başladığı anda, bu sanrı bir meydan okuma merakına dönüşmekte gecikmez. Çünkü ölüm yanından teğet geçmiş ve onu ıskalamıştır. Tek şansını kullanmakta başarısız olmuş ve artık ona ulaşma şansını kaybetmiştir. Max ölümü yendiğine inanır. O eşiği aşmış ve bir başka benlikte tekrar yaşamaya başlamıştır.
Sana filmin konusundan bazı ipuçları veriyorum ve bu biraz haksızlık biliyorum ama Max’in fütursuz kayıtsızlığını daha başka bir yoldan nasıl anlatabilirim bilemiyorum.
“Dokuz metrelik tramplenden baş aşağı atladım, ne kadar cesaretliyim” gibi bir şey değil ki bu.
Ölümü sınamak bir bakıma dolaylı yoldan Tanrıya meydan okumak anlamına gelir. Max sanki ölçülü gibi duran duru sakinliğini, bazen istemsiz fakat çoğunlukla bilerek Tanrı ve kendi arasında olduğunu hissettiği bu yaşam düellosu kapışmasıyla gerilimli bir moda sokup, çoğunlukla da hoyrat bir cesaret gösterisiyle sonlandırıyor. Bu tehlikeli düelloları kazanmaya devam ettikçe, aklında ölümü yendiği düşüncesi de güçlü bir şekilde pekişiyor.
Max’in içsel doğasındaki ruhsal değişimin zirvesi, yüksek bir binanın damına çıktığında içinden bir volkan gibi patlayan çığlığı ile birlikte geliyor. Her türlü duygusal yükümlülüklerine kendi bilincini kapattığı o an filmin en etkili sahnelerinden birisi. Yükseklik korkun varsa eğer acilen bir yere tutunma ihtiyacı hissedebilir veya oturduğun koltuğun dibine kadar gömülebilirsin. Biliyorum çünkü ben de çok yükseklerin adamı değilim.
Statü manasında söylemedim elbette ama zaten sen anladın. Misal:
Bkn. Örnek 1 -hemen yukarıda belirttiğim üzere, uçma isteksizliği ve seni de bu yönde beceriksizce ayartma girişimi (ikna olduysan eğer bu senin kabulün; “kendi haneme bir artı puan ekledim, aman ne güzel” diye düşünecek biri değilim ve aslında uçup uçmaman umurumda değil)…
Ama uçarsan olacakları biliyorsun…
Max insanların ısrarcı yapışkanlığından bunaldığı bir anda sığınabileceği en güvenli yer olarak binanın merdivenlerinden yukarıya doğru kaçar gibi çıkması da enteresan. O merdivenleri kendi dönüşümünün bir nevi miladı sayılabilecek uçak kazasına nazire yapan bir isteklilikle ve sanki annesinin kucağına dönmeye çalışan bir evladın sabırsız taşkınlığına benzer bir acelecilikle üçer beşer çıkarken, kaçmaya çalıştığı yükseklik ancak Tanrıya meydan okuyan birinin olması gereken yeri hissedeceği bir mekân güzergâhıymış gibi geliyor bana.
Beton korkuluklarının üzerinde dengesini zar zor sağladıktan sonra Max Klein, sanki bir parantezin içine sıkıştırdığı gırtlağından yırtılıp kopan çığlığını, kanıksanmışlığa ve ikiyüzlülüğe isyan eden bir çaresizlikte, yeni benliğine bir başkaldırı ilanı uzatır gibi kendisinden ayırıyor. İnsan doğasına yönelik bu aşırı tiksinti, onu derinlere batan bir taşın sabırsız merakından daha koyu bir olgunlukla kabul gören yeni benliğine o kadar çabuk uyum sağlamasına imkân veriyor ki, dönüşümündeki sakinliği sanki bedenine bir şey şırınga edilmiş de bu ani durağanlığa ve histeri krizini andıran coşkuya sebep olmuş izlenimini veriyor.
Kendisi ile gurur duyan ifadesiyle hem yeryüzünü hem de gökyüzünü kucaklayan iki yanına açılan kolları, iç dünyasında ölüm ve dolayısıyla Tanrı ile arasında tekrarlanıp duran düellodan yine galip ayrılmış olmanın verdiği hazzı simgeler biçimde.
Max’in kendisini her şeyden soyutlaması, kuyruğunu kaybeden kertenkelenin o kuyruğa yeniden sahip olacağını bilmesine benzer bir olgunlukta. Bu bilgelik yüzünden okunuyor. Tek derdi ise, dönüştüğü bu adamı kimse anlamıyor ya da karısı gibi onu eski haliyle görmek istiyor.
Zaten binanın tepesindeki o yükseklikte Tanrının tahtına oturmasına ramak kalmışken, onun bu motivasyonunu darmadağın eden de yine karısı oluyor.
Doğmak zaten olası da, şahsına münhasır insana dönüşmek herkesin başarabileceği bir şey değil.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder