6 Kasım 2015 Cuma

Kafka (1991)

Kendine has bir mizaçtan türeyen seçkin benzersizliğini -sık geçirdiğini düşündüğüm- depresyon buhranlarından süzdürmüş bir dehanın, kabiliyet panayırındaki o TEKİNSİZ YARATICILIĞINI beslediği öz kaynak, sadece öz güven yoksunluğu olabilir mi? Ne dersin okur?
Adamına göre değişir, biliyorum. Biraz daha açayım.
Diyelim ki:
Franz Kafka yazıp çizdiklerini değersizleştiren bir son planlaması yaptığında bile, aslında bu edimin onları nadide ve ilginç eserler mertebesine taşıyacağının gayet farkında olarak, kasıtlı bir bilinçle mi böyle bir fikri aklında kurguladı dersin?  Ya onun kendisine olan güvensizliği (özel hayatından ziyade bir yazar olarak) bir şaşırtmaca ya da hedef saptırmadan ibaretse. Söylemek istediğim, korunmaya gereksinim duyduğu şeye karşı bir tür kamuflaj oluşturmak ve bu kamuflaj ile geçmişinden birini ya da aksine tamamen kendisini korumaya yönelik, ne bileyim, belki bir tür psikolojik güvenlik barikatı olarak kullanmayı seçmiş olamaz mı? 
Korumaya çalıştığı kişi geçmişinden biriyse eğer, o kişi kimdi? Bilmiyorum, sen söyle. Belki de hiçbir zaman anlaşamadığı babasıydı…  
Boş sayfanın önüne geçip neden komplo teorileri oluşturmaya başladım, bilemiyorum. Üstelik Kafka hakkında! Öyle sinsi planların peşinde koşacak biri gibi durmasa da, ne bileyim işte, düşünmeden edemiyorum. Neyim var benim…
Belki de sadece korkunç güvensizliğinin mantığına daha ağır bastığı bir ana yenik düşmüştü. Ya da varoluşunu bencilce kuşatan karanlık bir lanet olduğunu ve asla bununla baş edemeyeceğini düşünüyordu. Bu hezeyanlı paranoyayı kafasında iyice harlandırdıktan sonra ise, tüm yazdıklarını işaret edip “yakın ulan hepsini” demiş olabilir. 
Adama karşı bir garezim falan yok. Yeminle yok! Belki kızgınım sadece…
O da niye? Uzun hikâye ama (gerçi biliyorsun) kısaca söyleyeyim, 1991 yapımı “KAFKA” filmi için yazdığım KOSKOCA yazı, habersiz, destursuz çekti gitti! Silindi, müdür! E peki neredeyse 90 yıl önce göçmüş birinin bunda ne suçu, günahı var, diyebilirsin. Haklısın, yok. 
Kuruntumun sebebi, hani Kafka’nın -teorik olarak- üzerine yapışmış o kasvetli bahtsızlık, insanın içini tüketen teslimiyetçi kadercilik, ne bileyim, sen seç birini, işte tüm bu devasa lanet hortlayıp gelip benim yazıma musallat olmuş gibi hissediyorum ve bu duygu içimi kemiriyor; gücenmiş uzak akraba gibi bir köşede somurtarak oturup bir terslik çıkarmanın fırsatını kolluyorum sanki. 
Ya da çok daha kötü bir psikolojik afet; beyaz bir tişört ve beyaz bir pantolon giydirip beni sokağa, insan güruhunun içine bırakmışlar da, kendimi bu facia usulsüzlükten kurtarma yolunu bir türlü bulamıyormuşum gibi hissediyorum. Bakma öyle; kasığında fecaat bir basınç ile işeyecek kubur aradığın o koşturmacılı, telâşlı kâbusları hatırla! Aynı şey!
Yazı da iyiydi ha! (yazıyı okumadığın için havasını basacağım ya mutlaka) 
Bursa’nın siyah üzümü gibi tatlı bir mizahı vardı. Soğuk, soğuk böyle… Gülme iması güden yapmacık parantezlerden hoşlanmadığım için kusura bakma.  
Hafızamı biraz zorlayayım, nasıldı, neler karalamıştım?  
Sanırım önce filmin yönetmeni Soderbergh’i, çok fazla ayrıntıya girmeden hatırlatmış ve birkaç satır sonra da bu filmde yıllardır beni etkisine almış ve hala da almayı sürdüren sahneye geçiş yapmıştım. Hey gidi günler! Zaten Soderbergh’i paragraflar açarak yazmaya çok da lüzum olduğunu düşünmüyorum. Adamın filmografisini, aşağı yukarı bildiğini düşünüyorum. Bilmiyorsan senin ayıbın.
Soderbergh filmi kafasında çekmeye başladığında belli ki onu, bir Kafka biyografisinden çok farklı bir uzama yerleştirmeyi planlamış ve bu plan doğrultusunda, ellili yılların Film Noir (Kara Film) türünde bir bilimkurgu olan, 1998 yapımı “Dark City” nin de senaryosunu yazan Lem Dobbs’ın kapısını çalmış ya da yapımcı firmaya kapısına gitmeleri yolunda baskı yapmış; tam tersi de olabilir, yapımcı firma Soderbergh’e Dobbs ile çalışması için telkinde bulunmuş da olabilir. Her iki olasılıkta gösteriyor ki, bu konuda hiçbir fikrim yok. Bu konudaki bilgisizliğimin çok da bir önemi yok, önemli olan, “Kafka” yarı otobiyografik kesitlerden oluşan ama bir yandan yazarın önemli kitaplarından bazılarını belirsizce alıntılayıp, distopik bir dedektiflik hikâyesi türüne dönüştüren enteresan bir film olması.


Zaten daha filmin başında, çok garip bir cinayete şahit olduğunda, “ne oluyor, bu da ne?” diye telâşlı bir meraka hemen kapılıveriyorsun. 
Bu faili meçhul cinayeti üstünkörü soruştururken kendini bir anda çok büyük bir olay örgüsünde, hasıraltı edilen detaylı bir kumpasın kilit adamı durumuna sokuyor. Motivasyon kaynağı ise, sabah uyandığında kendini dev bir böcek olarak bulan bir adamın hikâyesini yazan birine göre oldukça insancıl…
Kafka’yı canlandıran Jeremy Irons’ın gergin yüzüne tuval oluşturan solgun cildi, çoğunlukla siyah-beyaz çekilmiş filmin tedirgin edici, donuk ve tehditkâr atmosferine birebir uyuyor. Seyreden kişiyi mesafeli bir yaklaşıma sokan bu duyguyu, Soderbergh’in bilerek filmin genel atmosferine oturttuğunu düşünüyorum. Prag’ın, Gotik ve Barok mimarisi ile çevrelenmiş sokaklarında, esrarengiz bir cinayet, bürokrasinin temellerine kadar inen bir kumpas hikâyesi seyrederken, şehir sana olası şüphelilerden birisi gibi görünmeyi başarıyor. İşte bu Soderbergh’in yeteneği!
Kültürel ve tarihi bağlamda köklü bir şehir olan Prag’ı, bir dedektif maharetinde oradan oraya koşturduğu Kafka ile beraber hikâyesinin temeline oturtabilecek kadar zeki bir adam Soderbegh. Burada bahsettiğim söz konusu zekâ: Kafka’nın kişiliğinden kaynaklı o esrarengiz huzursuzluğu körükleyen, kaygılı bir mesafeyle daima ayrıksı duran ve bu tesiri çevresine hissettiren kişilik yapısını, onun doğup büyüdüğü şehrin atmosferine tabiri caizse aşılamasında ve bir anlamda Prag’ın, Kafka’yı sanki bir aile şefkati ile sarmalayan, kuşkulu ama görkemli bir yandaşa çevirmesinde yatıyor. 
Öyle ki, sanki şehir onun üzerini bir Elf pelerini intizamında örtüyor ve kaynağı belirsiz tehditlerden, gerçi Şato gayet de kesin bir tehdit, şöyle düzelteyim öyleyse, kaynağından çok nerede ve ne zaman geleceği kestirilemeyen tehditlerden (ha! şimdi oldu), sembolik manada Kafka’yı himayesine almış da sanki onu sakınıyormuş gibi koskoca Prag!
Sembolik manadan kastım, görüntü yönetmeninin filme olan dokunuşunun konuya olağanüstü bir nitelik kazandırması ve bu sayede mekânın, filmin aktörlerinden birine dönüşüyor olması malum; anladın değil mi? 


Peki, soruşturmasının sonucunda Kafka mecburen Şato’nun içine girdiğinde ne oluyor dersin? Prag ile Kafka arasındaki benzer duygusal örtüşme varlığını sürdürebiliyor mu? Kesinlikle hayır! Yönetmen o andan itibaren, başlangıçtan itibaren gözünün içine serptiği gri kurumu temizleyiveriyor ve Kafka’yı izole edilmiş dünyasından çıkarıp daha yalıtkan ve tehlikenin artık elle tutulabilir olduğu bir dünyaya sokuyor. Şatonun içi, dışarının güvenli izolasyonunun sağladığı renksizliğin aksine, daha sıcak bir tehdidin kıyısında hissettiren, yüzleşmenin ve gerçekliğin canlı rengârenkliğinde ve burada Kafka kendisini bir anda o kadar yabancı, o kadar tehlikeye açık hissediyor ki, bir süre için orada olma amacını bile unutuyor.
Soderbergh’in öyküye kattığı bu sembolizm bence filmin değerini yükselten ve onu kült seviyesine yaklaştıran bir unsur. Siyah-beyaz & renkli ayrımını bu denli güçlü anlamlar ve imalar katarak kullanan bir başka film hatırlamıyorum; en azından benim seyrettiklerim arasında böylesine belirgin bir vurguyla işlenmiş olanı yoktu. 
Tabi filmin müzikleri de bahsettiğim vurguyu yaratmakta oldukça etkili oluyor. Emin olmamakla beraber, filmin kaotik yapısını sağlamasında yardımcı olan o telli çalgı sanıyorum ki bir harp ve farklı bir roman müziği arka fonda akıp gidiyor. Öyle dansöz oynatan tarz değil anlayacağın. Merak ediyorsan sorumlusu Cliff Martinez adlı bir Amerikalı ve çalıştığı yönetmenler arasında Nicolas Winding Refn’de bulunuyor. 
“Kafka”yı seyredersen eğer senin üzerinde de aynı etkiyi bırakır mı bilemiyorum. Belki de sen, bambaşka bir yönüyle, daha farklı bir sekansıyla filmi beğenirsin. Benzer etkiyi yapmasından daha tercih edilebilir bir durum olur elbette. 
Öyleyse…
Ne?
Ha! İlk yazıdan daha mı iyi oldu bu yazı diye düşünüyorsan; hiç lâfı dolandırmadan, hemen sana ne düşündüğümü söyleyeyim:
Tabii ki hayır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder