1 Mart 2015 Pazar

Waking Life (2001)

Ne düşünüyorum biliyor musun? Ne düşündüğümün umurunda olmadığını; haklıyım, evet – ooh, çok sağ ol- biraz sonra görürüm seni. Asıl diyeceğim şu:  
Belki inanmayacaksın ama öyle bir film var ki, insanı tıpkı açık sularda deniz tutması gibi şiddetli bir bulantı ve baş dönmesi hissiyatıyla baş başa bıraktığına bizzat şahidim. “Hiç insanı film tutar mı” deme bana. Bu film tutuyor işte. Elbette filmi ilk kez seyrettiğin anda bu dimağ istifrası kendisini daha çok belli eden bir etkiye kavuşuyor. Tabi bu kardeşin gibi manyaksan (ki öyle olduğunu umuyorum) sonraki onlarca kez seyrettiğin zamanlarda, serin ve şeffaf bir yelkenli gezintisine çıkmışsın da duru denizin üzerindeki yakamozları seyrediyormuş kadar kendini hafiflemiş hissediyorsun.
Gerçekten öyle… Dolu bir kül tablasını boşaltır gibi beyninin tasını silkeliyorsun işte, daha ne istersin! 
Daha aşağılarda bir yerde sana 2001 yapımı “Waking Life”dan bahsedeceğim sözünü vermiştim hatırlarsan, tam söz verdim sayılmaz gerçi, neyse hatırladın değil mi? Yok mu? Hafızayı zorla. Yahu gerçek takipçiler arıyorum. Tıpkı Oskar Schindler’in Itzhac Stern’i aradığı gibi tek tek dolaşıp “gerçek takipçi sen misin?” diye sormak istiyorum.
Bugün tersimden kalkmış olabilirim, ben de bilmiyorum. Aslında “Waking Life”ı yazmak için tersten kalkmak yerinde bir pozisyon olabilir. Hmm bunu daha önce düşünmemiştim. 
Pekâlâ, işte bir teşbih daha; filmin etkisi öyle sarsıcı ki, o değerli kafatasının içinde düşüncelerini organize eden mucizevî beynin, sen daha filmi henüz yarılamışken yanmaz tavanın içindeki çırpılmış yumurta benzeri bir bulamaca dönüşüyor. Bu cümle hiç zorlanmadan: 
“Herhangi birini bu filmden nasıl soğutursun” başlıklı bir makalenin giriş paragrafı da olabilir. Maalesef benim niyetim bu değil. Her şeyin bir zamanı var. 
“Waking Life” çok şey hakkında ve ilgili olduğu o şeyler: bazen üzerine kafa yorduğun ama çok fazla hatırlamadığın (çok kısa sürer o anlar) kavramların anlamları ve bu anlamların tariflerini en çok merak edilen gerçeklik üzerinden -yani ölümü merkeze alarak- çevresine ördüğü bir mantık sarmalı spiralinden anlatmaya çalışıyor. Ne demek istediğimi anladın değil mi? 
Eğer anlamadıysan kafa sallamayı bırak, çünkü az sonra yazının içinde kaybolup gideceksin. Yazıya bayılacaksın ve zevkten ateş basacak anlamında söylemiyorum; öyle anladıysan bilemem, ben sadece kafan karışacak ve belki de sıkılacaksın manasında ‘kaybolacaksın’ dedim. Ha kafa karışıklığı da zevklidir diyorsan, o zaman işte kendi “Itzhac Stern”imi bulmuşum demektir. Bu keşif umduğum gibi, senin de bir manyak olduğun anlamına gelir ve nihayet seninle iyi anlaşacağız demektir.

Tamam, öyleyse! Atıyorum taşı kuyunun içine…
Ölümü sadece rüyalarımızda deneyimleriz değil mi? Bu deneyim nihai sonu yaşamaktan farklıdır elbette. Ölüm kati bilinmezdir ama ölümün kendisi bir rüyaya dönüştürüldüğünde ne değişecektir? Elbette bilinmezlik deneyimlenecek ve ölüm yaşanmaya başlanmış olacaktır veya bir başka deyişle, insan kabulünde hiçlik formatında olan süreç artık yalın gerçekliğin kendisine ve yansımasına dönüşecektir. “Waking Life” seyircisine bu yanılgıyı sorgulatırken de bir yandan da bu kavramı acaba, bir yanılgı olarak kabul etmek mi bir yanılgı, şüphesini önüne koyuyor.
Filmde görünen hemen her karakter bir filozofun felsefi doygunluğunda, oldukça geveze ve birikimleri hayattaki tecrübeleriyle eşdeğer kalitede. Bu geveze insanlar, ölmüş olabileceği olasılığını kendi aklında bir tür problem haline getiren ve bu sorunun içinde yaşamaya hapsolan genç bir adama, onun aklını daha da karıştıran bir yığın mantık felsefesi kuramı çerçevesinde akıllarınca yardım etmeye çalışıyorlar. Çocuk birçoğunu anlıyor anlamasına da, bu diyaloglar “acaba ben öldüm mü ulan” sorusuna net bir yanıt vermekten çok uzak kalıyor. Sanki kasıtlı bir ısrarcılıkla iletişim kurduğu herkes, aklını kurcalayan bu sorunun meraklı altyapısını, görünen buzdağının altına yönlendirilmesi gerektiği ve böylece mantıken bütünün kavranmasına yardımcı olacağı imasında bulunuyorlar. Ölüm yalnız başına korkutucu ve şüpheli bir olgu değildir; yaşam bütününün içinde yer alan bir dinamiktir ve dolayısıyla merak, tek bir olgudan değil o olgunun da içinde olduğu bütünden faydalanmalıdır. Zavallı çocuğa sunulan yönlendirici ve imalı bakış perspektifi bence bundan ibaret.
Filmin başkarakterinin bile aklı ‘türlü’ gibi karışırken, filme yoğun bir dikkatle saldıran senin aklın nasıl karışmasın değil mi? Tamam, belki de reçete şudur:
Linklater’ın mantık spiralini dışa doğru genişletmek yerine merkeze doğru daraltmak bana çok da yanlış olmayan bir yaklaşım gibi geliyor. Demek istediğim, konunun merkezinde kalarak -yani ‘sevgili büyüklerim, ben öldüm mü acaba’ diye ortamda dolaşan oğlanın derdini unutmadan- dışa sarmalanan hikâyeyi temkinli bir dikkatle seyredebilirsen, bana bu senin avantajına olur gibi geliyor. Fakat bu yaklaşımda sonuçta bir kısırdöngüyü yaratacaktır. Çünkü önce o mantık spiralinin dışa doğru genişleyip sarmalanması gerekir ki, sen içe doğru takip edebilesin. 
Bu da bir kapana kısılmak anlamına gelir. Yani şu anlamda: asla hür değilsin; yaşam iradeni ancak başka bir zihnin oluşturduğu (ismine Tanrı da diyebilirsin) yaşam spiralini içe veya dışa doğru takip ederek kullanabiliyorsun. Çemberin içerisinde koşturan bir kobay faresinden farkın yok. Alınganlık gösterme şimdi; az önce bir tür manyak olduğun olasılığı üzerinde hemfikir olduk değil mi? Caymak yok. Anlaşmamız böyle. 
Yaşam bir dayatma olabilir mi? Evet, olabilir. 

İçerisinde koşturduğu çember altından çekildiğinde, fare aslında çoktandır tutsak olduğunu anlayacaktır. Çünkü aslında fare bir kafesin içindedir ve çember sadece kafesin bir enstrümanıdır. Öyle ise ölüm kafesin dışındadır ve dönüp durduğun çember yaşamsa, kafes ise belki de sadece rüyadır. Yaşam bir rüyanın içinde kilitlenmişse, demek ki uyanmak sadece ölüme açılan bir geçittir.
Dur, panik yapma… Filmi ilk seyrettiğim zaman -bu on iki veya on üç sene önceye tekabül ediyor- ben de hemen bir koşu gidip, tanıdık bir kütüğe hasretle sarılmak istemiştim. Sadelik açlığı ile “konuş ulan, sen konuş!” diye bağırmak istemiş ve tüm dikkatimi ona verme isteği ile yanıp tutuşmuştum ki o yıllarda “Twin Peaks” dizisindeki ‘kütüğü ile dolaşan kadın’ karakterini bilmiyordum bile, henüz diziyi seyretmemiştim. Neyse, konuyu dağıtmaya çalışma; teneffüse biraz daha zaman var!
Şimdi sen bu yazıyı okuduktan sonra, aklında bir nevi anlayış kuraklığı yaratıp benimle aynı hissiyata bürünmeni elbette istemem. Sonuçta okuyucu velinimetimizdir -yalana bak- belki de fare metaforu hoşuna gitmedi; istersen fok balıklarını ya da cennet kuşlarını örneklendireyim. Yalnız şunu bilmen gerekiyor üstadım, ben ne yaparsam yapayım Linklater’ın yazdığı senaryo kendi başına bir mantık felsefesi manifestosu gibi ve hiç abartmıyorum, belki de senaryoyu eline alıp okumak filmi kavrayabilme açısından seyretmekten daha etkili bir yöntem olacaktır.
Sözü fazla sündürmenin faydası yok. Bana kalırsa “Waking Life” filmini seyrederken birçok kez aydınlanma da yaşayabilirsin ya da “uzattınız ama” deyip kafayı formatlamak için üç-dört tane “Seinfeld” bölümünü peş peşe koyup da izleyebilirsin.
Bu da iyi fikir aslında; bir-iki bölüm önerebilir miyim? Aman iyi, sen bilirsin.
Zil çaldı, çıkabilirsin… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder