8 Nisan 2016 Cuma

The Last Of The Mohicans (1992)

Kendini bildin bileli, içinde sana eşlik eden biri var. Ya da bir şey…
O şey: Karanlık
İçindeki karanlık (ki hala olduğunu bilmiyorsan, haberin olsun, büyük olasılıkla var) her sabah uyandığında oradadır. Kollarını uzatıp gerinirken, seninle birlikte esner. Tazyikle işediğinde hemen ensendedir, sırasını bekler. Ayna ile işin bittiğinde, köşesinde bir yerde, göz ucuyla görebilirsin onu. Hayatta yükümlü olduğun tüm sorumluluklarında ve onların içindeki detaylarda o da bir tutam söz sahibidir; hatta bazen tüm kontrolü eline geçirir. 
Böyle anlarda düşüncelerindeki kasvetin, seni boğazlayacak raddeye getirene kadar belirgin bir kıvama geldiğini hissedersin. Öfken, bir sinema projektörünün merceğinden perdeye yansıyan ışık halesi kadar geçirgen bir netlikte ama tüm bilincini karartacak kadar yoğundur. Belki mantığın seni daha iyimser bir düşünceyle, öfkenin sebebini tartmanı veya onu besleyen nedeni tümüyle yok saymanı kulağına fısıldayabilir. Fakat o öfkeyi besleyen ana damarın içeriğinde HINÇ birikmişse, hiçbir sesin yumuşatıcı tonu o damarın akışkanlığını sağlayacak çözeltici etkiye ulaşamaz. 
Artık sen sadece içinde barındırdığın o karanlıksındır. Kederin bir dövme gibi alnının tam ortasında kabarır ve aynada göz ucuyla gördüğün o korkutucu bakışa istersen tüm gün boyunca bakabilirsin. Tam karşındadır, köşelere saklanmaz. Gözünün içine baktığın adamın, yıllardır tanıdığın ve bildiğin kişi olduğuna emin olamazsın. Bu adamın yüzündeki her bir çizgi çok daha derin, suratının her bir kıvrımı öncekinden daha köşeli, ifadeyi ortaya çıkaran hatların ise fazlasıyla keskinleşmiş olduğunu görür ve şok olursun! Öfkenin salgıladığı bir cerahattir hınç ve çoğunlukla akıp gittiği yatağa ‘keder’ zemin oluşturur.
Şimdi bana diyeceksin ki: yahu sen ne alengirli adamsın böyle; şu güzelim filme bile gizemli, kasvetli giriş cümleleri, tekinsiz paragraflar düzüyorsun… Derdin ne senin yahu?
Ben de sana hak vermekle beraber, yine de ‘büyük olasılıkla doğru olan’ yargın hakkındaki rahatsızlığımı belli edecek bariz beden hareketlerinde bulunup (misal, sağ elimle sol omzumu tutar ve hafif öne bükülürüm veya kafamı sola yatırır, çenemdeki sakalları tırnağımla çekiştiririm ya da burnumdaki kılları…) ve ardından belki de kendine güvensiz kısık bir sesle “pekâlâ, devam edebilir miyim” diye sorarım. Sonra da biran önce dikkatini alttaki paragrafa yönlendirmek için uğraşırım.   
Açıklamam gerekirse ki öyle galiba; yazının girişini bunalımlı bir dürtüyle, koyu karanlık cümleleri birbiri ardına sıralamış olmamın sebebi acaba… 
Hani vardır ya; sanki insan bilinci, ilerlemesi çok da mümkün olmayan bir ormanın balta değmemiş bir bitki örtüsü yoğunluğu içerisinde, ağaç dalları ve sarmaşıklarla örülmüş o vahşî tabiatın bakir doğasına benzer bir karmaşıklıktadır.
Dersem… 
Sonra bu teşbihi alıp, zihin denilen karanlık piramidin keşfedilmemiş dehlizlerine götürüp, mezar odacıklarına kadar sürünmesini bekleyerek, orada bile dallanıp budaklanmasını umacak hain emellerle amacımı(?) çeşnilendirsem ki daha çok benliğin bilinçaltına hâkim olan alter egosunun yansıttığı tutuma yaraşır bir edim olur bu; üstelik niyet, yalnızca aklın mekanizmasını baştan inşa etmekle yetinmez, kuşkusuz ruhun masumiyetine etki edecek tüm telkinleri (sonuçta ruhun etkin olduğu mahalleye en yakın sokaktır bilinçaltı, değil mi?) esirgemeyecek bir acımasızlıkla oraya da sızacaktır. Galiba orada bile maddeleşerek diline o acı cıvamsı madeni tadı getiren ve zehirli bir organizma gibi büyüyüp maksatlı bir kuvvet haline dönüşebilen hınç duyma arzusunu biraz daha lâyıkıyla ve hiç şüphesiz hararetli bir anlatımla vurgulamak istememden kaynaklı olabilir mi? 
Baştan aşağı bu zehre bulanmış karakterleri sinema perdesinde fazlası ile görebilirsin. Bu karakterlerin çoğu yan rollerde karşına çıkar. Tabi 1956 yapımı “Moby Dick” bu duruma istisna oluşturur. Gregory Peck’in canlandırdığı, büyük bir beyaz balinayı obsesiflik derecesinde avlamayı kafasına takmış bir adam olan Kaptan Ahab, aynı zamanda bu büyük beyaz balinaya sınırsız bir hınç besler. İlk baskısını 1851 yılında yapmış ve Amerikalı yazar Herman Melville tarafından yazılmış bir edebi eserdir öncelikle “Moby Dick”.      
Michael Mann’in 1992 yılında çektiği “The Last Of The Mohicans” filmi de, esasında Amerikalı yazar James Fenimore Cooper tarafından yazılmış ve ilk baskısını Şubat 1826 tarihinde yapmış edebi bir eserdir. Kitabın beyaz perde uyarlamasında, (Gri Saç) olarak adlandırdığı İngiliz Kraliyet Subayı Albay Munro’ya katıksız bir nefretle hınç duyan kişi filmin yan karakterlerinden birisidir; Wes Studi’nin başarı ile canlandırdığı o yan karakter, bir Huron Kızılderilisi olan Magua’dır.
Magua bir Huron olmasına rağmen kendisini esir alan ve karısını bir başkasının karısı yapan Mohawk Kızılderililerine sadakatini sunar. Onlardan biri gibi davranır. Mohawk’lar, köyünü yakıp çocuklarını öldüren İngilizlerin safında savaşmış ve onların müttefiki olmuşlardır. Magua’nın İngilizlere karşı duyduğu nefret dolaylı bir şekilde Albay Munro’ya karşı hınç beslemesine sebep verir. Tüm bu kanlı senaryonun sorumlusu olarak onu görür. İçindeki acının ve nefretin cisimleşmiş halidir Albay Munro. Günün birinde onun kalbini çıkarıp yiyeceği günü sabırsızlıkla beklediğini açıkça ifade eder. Evet, doğru okudun. Gri Saç’ın kalbini söküp onu dişleriyle parçalama isteği duyacak kadar büyük bir garez besler Magua. 
Bu arada seni baştan uyarmak isterim ki seninle aramda nahoş bir garez oluşmasın, aman diyeyim. Söylemek istediğim, eğer filmi hala seyretmediysen yazının içindeki bir takım spoiler (ipuçları) bilgiler karşına çıktığında sinirlenebilir ve olur ya, sen de bana karşı kinlenebilirsin. Canım ne olacak sanki sen işine bak, dememeli! Ne bileyim, belki bu yüzden peşime düşebilir veya falcı kadınlara gidip büyü yaptırabilirsin. 
Tamam, sadece paranoyak hayal gücümün beynime pompaladığı lüzumsuz kuruntular bunlar, biliyorum ama ya değilse! İstersen gel sen, aşağıya koyduğum filmin görüntüsünü de hiç seyretme o zaman. Epeyce bir spoiler içeriyor. Yani ne bileyim; bu sayede belki de iç organlarımı hoyratça bırakılmış diş izlerinden ve iştahla kopartılmış derin ısırıklardan korumuş olurum.
Ne? 
Okuyan da sana “Zombilerin Şafağı” filmini betimliyorum sanacak, öyle mi? Deli miyim neyim? Olsun. Okumuş adamın yargısından niye çekineyim. Aksini yapanlarla benim derdim.             
Filme dönersek, “The Last Of The Mohicans” elbette Michael Mann’in detaylara verdiği önem sebebi ile her türlü etkileyici bir sinema şaheseri. Ama belki de hangi motivasyonla oturup seyrettiğin veya konunun neresine odaklandığın ile de değerlendirilebilecek bir film var karşında. Su katılmaz bir romantiksen eğer Nathaniel Poe “Hawkeye” ile Cora Munro’nun arasında çok kısa bir sürede gelişen aşka odaklanabilir ve hikâyeyi bulutların üstünden takip edebilirsin. Kimse bir şey diyemez. Zaten Michael Mann odak noktası olarak bu iki karakteri seçmiş.

Yok, Amerikan tarihine ilgim ve sempatim var diyorsan; 18. Yüzyılın ortalarında bu topraklarda yaşanan savaşa, iç çekişmelere dikkat kesilebilirsin. Fakat bu konuda fazla bir detay verdiği söylenemez. İngilizlerin bu toprakları kraliyet sömürgesi olarak görüp, üzerinde yaşayan her insanı da kralın hükmündeki sadık tebaası ve ona hizmet etmekle yükümlü kulları düşüncesiyle aşağılayıcı, küstah ve riyakâr bir mantık gütmelerinin vurgulanması dışında.
Filmin ağır topu elbette (Hannibal) karakterini beyazperdede ilk kez gösteren “Manhunter (1986)” ve seyirciyle tanıştıran (o filmde Doktor Hannibal’ı Brian Cox oynamıştı) yönetmen olan Michael Mann diyebilirim fakat neredeyse oynadığı her filmde bir tür dönüşüm geçiren Daniel Day Lewis aynı zamanda o filmlerin akılda kalmasını sağlamış, bir tür kimyasal formül etkisine sahip bir adam! 
Daniel Day-Lewis şimdiye dek oynadığı tüm filmlerinde olduğu gibi bu filmde de karakterin kendisi olmayı çok iyi beceriyor. Yurt dışında eğitim görmüş ve bir Mohican yerlisi tarafından büyütülmüş Hawkeye’yi canlandırırken Michael Mann’in onu çok da yönlendirdiğini sanmıyorum. Kendisi zaten o karakterin kendi olarak sete gelen ender aktörlerden; “The Last of the Mohican”dan sadece üç yıl önce çektiği “My Left Foot” ile en iyi oyuncu Oscar’ını alırken bana kalırsa en büyük başarısı, o filmi seyreden herkeste perdede gördükleri adamın acaba gerçekten de merkezi sinir sistemi arızalı, kas koordinasyonu olmayan birisinin mi canlandırdığı şüphesine düşürmesiydi. Az şey değil, büyük yetenek!


Fakat sana asıl bahsetmek istediğim karakter ise, bir içim su gibi güzelliği ve çekici zarafeti ile kendisine hayran bıraktıran, Albay’ın bir diğer kızı “Alice Munro” yu canlandıran aktris Jodhi May. Cora’nın küçük kız kardeşi Alice’i bana kalırsa beklenmedik bir performansla canlandıran aktris, 1992 tarihli filmde oynadığında sadece 17 yaşındaymış. Yanlış anlama; daha çok gençmiş, nasıl da oynamış yahu, demiyorum. Söylemek istediğim, duygusal yoğunluğu bakımından filmin en kilit anı sayılabilecek o gerilimi yüksek sahnesinde, Mann’in hiç tereddüt bile etmeden bu güzel hatunu kadrajın hedefine koyması ve May’in de bu güveni fazlası ile telâfi edecek gayreti göstermesine dikkatini çekiyorum. O kilit sahne ise elbette Magua ile arasında yaşanan ikilem dolu kısa an! 
Alice’in saf ve pürüzsüz çekiciliği ile Magua’nın vahşî garezi arasında çok sade bir karşıtlık oluştururken, bu tezadı sana o kadar basit bir anlatımla aksettiriyor ki, adam resmen “ben (Heat)in yönetmeni olacağım ilerde, bu ne ki…” diyor yüzüne karşı. E sen de şapka çıkartıyorsun. Henüz seyretmediysen de inan bana çıkartacaksın.    
Alice Munro karakteri çok basit bir anlatımla: hiç vahşi yaşamı deneyimlememiş ve bu sebeple de iyi niyetli merakını gizleyemeyen bir genç kız ve babasına oldukça düşkün biri. Fakat filmin süresi boyunca onun yavaş yavaş bir dönüşüm yaşadığına şahit oluyorsun. Dışarıdaki vahşi hayatın, hiç de öyle okuduğu yazılardaki gibi masalsı bir havası olmadığını gördükçe tedirginliği önce korkuya, daha sonra ise bir içine kapanma haline dönüyor. Belki tek tesellisi kendisini ‘Son Mohikan’ olarak nitelendiren Chingachgook’un (okunuşunu kendin bul, burada şimdi muska duası tercüme eder gibi hecelemelerle uğraşamam) tek oğlu olan Uncus’ın ona olan ilgisi.  
Aralarındaki ilişki biraz plâtonik sevide kalmış da olsa, o son sahnede ki isyankâr hassasiyet, demek ki plâtonik aşkın da dikkate alınmayan tutkulu seviyeleri varmış dedirtiyor. Henüz demediysen de inan bana seyrettikten sonra diyeceksin. (hiç üşenmeden, utanmadan, telkinin kralını yapıyorum sana!)


Filmin müziği 90’lı yılların başından itibaren bir fenomene dönüştü ve bugün bile hala çok dinlenen ve hatta futbol tribünlerini coşturan müzikal bir materyal olarak da kullanılır oldu. E iyi mi oldu dersen, aslında tribünlerde güzel görüntülerin ortaya çıkmasını sağlamıyor da değil derim. Çok da önemli değil açıkçası. 
Bu arada unutmadan, kitabın hikâyesinin filmdekinden daha farklı olduğu söyleniyor. Romandaki romantizmin farklı olarak tersten bir anlatımla sunulmuş olmasıyla alâkalı yani Uncus’ın aslında Albay’ın büyük kızı Cora’ya abayı yaktığı, üvey kardeşi Nathaniel Poe “Hawkeye”nin ise hassas küçük kız kardeş Alice Munro’ya ilgi duymasıyla gelişen bir hikaye söz konusuymuş. Bilemem. Ben okumadım. 
Eğer sen, dur hele ben okurum şimdi diyorsan,  “Son Mohican” 472 sayfa olarak Abis yayınevi tarafından Türkçeye çevrilerek basımı yapılmış. 
Okursan, beni de bir zahmet bilgilendirirsin. Umarım.




1 Mart 2016 Salı

Pink Floyd Live at Pompeii (Directors Cut) (1972)

Yaşam olgusunu, zihninde ve bedeninin her bir parçasında ve o parçaların her bir hücresinde ya da belki de ruhunun bütün katmanlarında algılamanı ve hissetmeni kolaylaştıran, ona değer katan tek ve ayrıksı tabaka ÖLÜMDÜR.
İnkâr ile uzaklaştırılan ve unutulmaya çalışılan ÖLÜM nihayetinde yaşamın içinde barınır. Peki, hepsi bu kadar mı? Yaşam ve ÖLÜM söz konusu olduğunda,  tüm idrak kanallarındaki geçişi kolaylaştıran ve onu hazmedilmesi kolay bir lokma haline getiren yanılgımızın şah damarı bu kaygan mantığın pürüzsüz boynunda mı nabız veriyor? Düşün!
Karşıt kutuplar birbirinden bağımsız olamazlar ve etkileşim daimidir ve belki de bu süregelen uyum ve denklik, ÖLÜMÜ tek başına yaşamı değerli kılan bir etmen olarak değil, asıl değerin kendisi olarak ÖLÜM, yaşamı sadece bir düzenek olarak içinde barındıran döngünün kendisi olmalıdır. Öyleyse ÖLÜMÜ bir etken ve aynı zamanda etkin bir devinim olarak görebiliriz. (fikir yürütüyorum; ana kaynak Yin&Yang felsefesidir, biline…)   
İki karşıtlığı birbirinden iten tek detay ise NEFEStir! 
Telâşla yaşamın içine çekildiğinde, başlama anın içine çektiğin derin bir NEFEStir. Çoktandır uyanmış yüreğinde sakin ve sabit vuruşlarla hızlanır kan dolaşımı ve tenin artık başkalarının dokunuşlarına maruz kalmaya açıktır.   
NEFESine, ritmik ve boğuk vuruşlarla eşlik eder yüreğin, hâlen…
Yaşam ve ÖLÜM arasındaki döngüyü ve karşıtlık yaratan etkileşimi, dokunaklı bir ironiyle beraber anlaşılabilir sözlere ve bazen de sadece müziğin içine yedirebilen ve dışarıdan ‘ahkâm kesmek’ olarak değerlendirilebilecek cesaret ve atılganlıklarını, ustalık gerektiren zarafetli bir dile çevirmeyi başarabilmiş en iyi gruptur Pink Floyd. Onlar anlatmaya çalıştıkları konuyu asla işaret etmezler, sadece orada olduğunu söylerler. Zaten bildiğin ama düşünmekten imtina ettiğin ve belki de korktuğun meselelerdir onlar.  
Yazıyı ilk cümlesinden itibaren kasvete boğmak istemezdim ama onlar ÖLÜMÜ ve deliliği gündelik hayatın olağan meselelerine dönüştürebilme kabiliyetleri sayesinde benden ve onları dinleyen herkesten, aklın ötesinden didiklenmiş metafizik alâmetlerden ziyade gözün ilişiğinde duran, yalnızca bakmayı seçersen farkına varabileceğin, yaşama ve insana dair ipuçlarını avucuna tutuşturdukları bir emniyet halatı gibi çekiştirmeni diğer bir deyişle SORGULAMANI beklerler!
Belki de NEFES bu yüzden değerlidir; boğazına çöken ve hayatı kısıtlayan, baskıcı ve bağnaz bir anlayışın pençesindeyken bile ilk önceliktir çünkü NEFES!
ÖLÜMÜN idrakinde bile son vedandır.      
Belki de yine bu yüzden, Meddle albümünden “Echoes” ile açılışı yapar Pink Floyd! Önce derin derin içine çektiğin NEFESin boğuk sesini ve ardından suya düşen bir tek damlanın ve onun yankısını duyarsın: berrak ve kristal bir ses; bir daha düşer ve bir daha… 
Sanki yankıya nazire yapmak istermiş gibi! Vezüv’ün eteklerine çarpıp geri gelir halüsinatif müziğin tınısı.  


1971 yılında İtalya’da ki Pompei amfitiyatrosundaki konserinde hiç kimseye çalar grup. Prensip, sanki muazzam bir devin, kuytu bir köşeye ilişmesi gibi sıra dışıdır. Floyd bir bakıma sessizliğin kendisi olmaya yeltenmiştir ve bunu gerçekleştirirken de, bu ıssız antik Roma kentine müziklerinin içinde akışkan bir rolü olan olağanüstü ses, ritim ve melodileri nazikçe ama beceri dolu bir üslûpta sızdırmayı başarmıştır. 
Vezüv’ün kızgın külleri altına gömülerek yok olan kentin kalıntılarına, güçlü amfilerden Pink Floyd’un psychedelic müziğinin iniltili ve büyülü vibrasyondaki melodik titreşimlerini sızdırmayı planlıyorsanız, dünyanın en zalim ve acımasız volkanının yok ettiği Pompei’ye hiç şüphesiz biraz NEFES ve bir kalbin kan pompalayan uyumlu sesi ile giriş yapmak çok anlamlı bir metafor karşıtlığı oluşturacaktır.
Kentin tüm ahalisinin birdenbire antik Roma’dan kalma heykellere dönüştüğü düşünülürse, bu metafor şahit olanın vücudundaki tüm tüyleri diken diken eden bir ürpertinin hiç de azımsanmayacak tetikleyicisi olabilir. Dahası bir zamanlar yaşayan, kanlı canlı bedenler olan o dehşetengiz heykeller, Pink Floyd’un alışılmadık ıssız konserinin tek şahidi ve dinleyicileri sayılabilir.     
Gerçektende Pompei’nin mozaik ve heykel sanatlarında ki olağanüstü görselliğini yansıtan arkeolojik kalıntılar, grubun tuhaf ve gizemli ama bir yandan da enerjik müziğinin içine dâhil olduğunda, seyredenin bilinçaltına hitap eden bir hipnotizma etkisi yaratır; aklın inkâr mekanizmasının dişlilerini madeni bir gıcırtı sesiyle uyandıran tek gerçek, aslında o beceri gerektiren sanatın emekçilerinin de dehşet anını sonsuza dek donduran ve insanoğlunun önüne bir ibret abidesi gibi bırakılmış, sanatın ince işçiliğinden uzak ama maalesef daha çarpıcı o taşlara dönüşmüş olduğu kavrayışıdır.


Pompei’nin büyülü atmosferini şimdilik bir kenara bırakıp projenin fikir babasının hikâyesine biraz değineyim.
Yetmişli yılların başında Adrien Maben’in, sanatın görsel ve işitsel temalarını bir filmde iç içe kullanma ve zarif bir üslûpta birleştirme isteği, kafasını kurcalayan önemli bir mesele haline dönüşürken, o yıllardaki usullere aykırı müzikal anlayışları ve kameralardan uzak duran gizemli karakterlerini de hesaba katarak, Pink Floyd’un kafasındaki bu belki aşırı idealist proje için mükemmel bir seçim olacağını düşünür. Grubun menajeri ile bağlantıya geçtikten bir süre sonra süreç ilerler ve Pink Floyd’un gitaristi David Gilmour ile bir görüşme ayarlanır. Ona aklındaki fikrin, gerçeküstü sanat ile müziğin bir nevi evliliğine olanak sağlayan ve bunu görselleştiren bir film yapmak olduğunu söyler. Gerçeküstücülük akımının önemli temsilcilerinden sayılan Rene Magritte ve Giorgio de Chirico’nun çizimlerini hatta Jean Tinguely’nin deneysel heykellerini bu projenin içinde kullanmayı plânlıyordur.
Fakat filmin görsel temasını oluşturan materyallerin yetersizliği ve Floyd’u projenin bir parçası haline getirmesi beklenen konseptin de Maben’in daha sonra kabulleneceği üzere heyecandan uzak, kötü bir fikirden ibaret olması sebebiyle Gilmour ikna olmaz ve ileriki bir tarihte yeniden görüşmek amacıyla ayrılırlar. 
Maben daha sonra kız arkadaşı ile turistik gezi amacıyla gittiği İtalya’nın Napoli şehri yakınlarındaki Pompei’de, bireysel ‘uyanışını’ yaşar ve projesi için burasının biçilmiş kaftan olduğu kanaatine varır. Ona göre burası tam da Pink Floyd’un olmak isteyeceği bir yerdir çünkü Pompei’de bulunan her insan birçok olguyu aynı anda hissedebilir; yıkılmış antik şehrin duvarlarında ÖLÜMÜ veya ihtiras dolu seksin kokusunu duyumsayabilirsiniz. David Gilmour ile yeni bir buluşma ayarlanır ve Adrien Maben Floyd’u Pompei’ye götüreceğini hatta grubu Vezüv sırtlarında yürüteceğini anlatarak onu ikna eder. Gilmour bu fikri grup arkadaşlarına iletir ve Floyd bu filmin içinde olmaya karar verir. 
Maben 1971’in Ekim ayında çekimlere başlar ve ertesi yılın ilk aylarında filmin Paris’te yapılan stüdyo çekimleri için bulundukları esnada Pink Floyd elemanları ile mola aralarında birebir söyleşiler de yapar. Bu röportajlar grup elemanlarının söyleşilere karşı genel tavırları nedeniyle biraz ciddiyetsiz bir havada geçmesine rağmen çok değerli materyaller olarak tarihe geçer. Bu soru-cevap şeklindeki söyleşiler siyah-beyaz olarak filme yerleştirilmiştir. 
1973 yılına girildiğinde ise Maben, Roger Waters’ı arayarak aklında bazı yeni fikirler olduğunu söyler. Pink Floyd’u bu sefer stüdyoda albüm kayıtları için çalışırken kaydetmek istiyordur. Canlı performanslarına Pompei’deki konser sayesinde şahit olan izleyici, bu sayede grubu albüm kayıtları esnasında kullandıkları teknikler, yaptıkları müzikal deneyler ve stüdyodaki çalışma prensipleri bakımından da izleme şansına erişmiş olacaklardır. Hesapta  “Live at Pompei” filminin bir sonraki sürümü olacak olan bu filmde üslûp tamamıyla aynı ama anlam farklı olacaktır. Waters Maben’in bu önerisine olumlu yaklaşır (şaşırtıcı!) ve ona eğer Londra’daki Abbey Road Stüdyolarına gelirse çekimleri tamamlayabileceği karşılığını verir. Şanslı bir tesadüfle Maben, Pink Floyd’u Abbey Road stüdyolarında Rock tarihinin en klâsik albümlerinden birini, “The Dark Side Of The Moon” süitini kaydederken yakalar ve bu kayıt anlarını da filme alır. Grubun kayıtlara verilen aralarda Abbey Road kantininde vakit öldürmesini ve aralarında yaptıkları konuşmaları da kayda almayı ihmal etmez.
Paris’teki o kısa söyleşilerde grup elemanlarının hayat felsefeleri ya da Pink Floyd’un müzikal felsefesi hakkında bazı ipuçları yakalamayı da başarır Maben. Meselâ grubun davulcusu Nick Mason sahnedeki müzikal icraatlarını daha çok “çılgın bir bilim adamının lâboratuarı” benzetmesi ile açıklamaya çalışır. Mason’un bu mizahî ifadesi önemlidir çünkü çoğunlukla enstrümanlarından dökülen notalar emprovize olarak geliştirilmeye açık bestelerdir ve uzun yıllar boyunca (The Dark Side Of The Moon yayınlanana kadar) bu prensibi devam ettirmişlerdir. 
Filmde de Mason’un bu benzetmesinin hemen ardından grup “Saucerful Of Secrets” parçasına girişir ki, benzetme hakikaten abartı değildir, Floyd çaldığı enstrümanlara acımasızca, hoyrat bir saldırganlıkta dalar. Hemen her notada kaos vardır. Parça dört bölümden oluşan bir enstrümantaldir. İlk bölüm olan “Something Else” çalınma şiddeti değişkenlik gösteren zil seslerinden ibarettir. Bu bölümde Waters’ın saldırgan stili Vezüv’ün merhametsiz kükreyişini andırır. Zilleri ellerindeki bagetlerle şaşırtıcı bir öfke ile döver Roger Waters. Mason onu kendi zillerine yaptığı daha yumuşak dokunuşlarla takip eder. Gilmour bu bölümü ‘savaş hazırlıkları’ tabiri ile tasvir eder.
Ardından Nick Mason’a ait davul partisyonlarından oluşan ikinci kısım “Syncopated Pandemonium” başlar. Mason’un çok seri bir ritim tutturduğu bu bölüme Gilmour’da gitarından çıkardığı yankılı çığlık efektleri ile katkıda bulunur. Rick Wright onları, piyanonun tuşlarını dirseğiyle örseleyerek takip eder. Roger Waters zillerden hırsını alamamış olmalı ki, kalkıp gongunun başına geçer ve benzer bir hiperaktif öfke patlamasını onun üzerine boca eder. Gongu parçalamak istercesine kuvvetli vuruşlarla sarsar. Bu bölüm bir anlamda savaşın kendisini temsil eder. 
Daha sonra savaşın sebep olduğu zararları temsilen “Storm Signal” bölümü başlar. Bu bölüm daha fazla klâvye ve Wright’ın ‘Türk Lokumu’ tabiri ile ünlenen karakteristik çalma stili ile bezenmiştir. Ardından “Celestial Voices” adlı son bölüme yumuşak bir geçiş ve Gilmour’un doyumsuz vokali ile beraber şarkı sona erer.  
Parçanın yapısal mühendisliğini, yükselen ve alçalan dinamizmini Waters ve Mason beraber tasarlamışlardır. Nick Mason’un grubun sahnedeki halini tarif ederken kullandığı mizahî benzetme, tam da bu şarkıda kendini gösterir. Grup elemanları sanki onu haksız çıkarmamak için, tüm konsantrasyonlarıyla, kendi ‘lâboratuarlarında’ çılgın denemeler yaparlar. Seyretmesi ise eşsiz bir deneyimdir.


Floyd 70’li yılların başında, özellikle Syd Barrett gruptan dışlandıktan sonra, kendi sound arayışlarının henüz ilk adımlarını atarken, ortak bestelenen o kendine özgü kült şarkılardan birkaçını da “Live At Pompeii” de çalar. Roger Waters’ın sözlerini bir Çin Şiirleri kitabından esinlenerek yazdığını söylediği “Set The Controls For The Heart Of The Sun” ve grubun en sevilen enstrümantal parçalarından bir tanesi olan “One Of These Days, I’m going to cut you into little pieces” bunlardan ikisidir. Maben iki parça içinde özel olarak kamera düzenekleri kurmuş ve öyle filme almıştır. 
“Set The Controls…” Pompei’de akşam saatlerinde çekilerek ışıklandırma parçanın ritmine uygun düzenlenirken, “One Of These Days” de kameralar farklı açılardaki konumlara yerleştirilmiş ve grubun dört elemanı da ayrı ayrı filme alınmıştır. Fakat verilen emeğin tersine, Waters ve Wright’ın kaydedilmiş görüntüleri maalesef kurgu masasına gidemeden kaybolmuştur. Gilmour’da bu parçada sadece kısa bir an gözükür. Koca parça tüm azametiyle Nick Mason’ın kucağına oturmuş ve hani neredeyse (çalan tek kişi olarak gözüktüğünden mi bilinmez) kendisi “One Of These Days” parçası ile özdeşleşmiştir. 
Şarkıyı çalarken görüntülenen tek kişinin kendisi olması belki de biraz dezavantaj olarak da değerlendirilebilir. Çünkü Mason parçanın en atak kısmında bagetlerinden birini elinden uçurur ve acele ile yenisini bacaklarının arasından çıkartırken de kayda alınır. Bu doğal tepki ve olağan kazayı seyrederken bir yandan da Floyd’un parçayı kesmeyip ustalıkla kayda devam etmesini izleriz. Nick Mason’ın bir bateristte olması gerektiğine inandığı refleks davranışlardan birisi olan  “eğer yanlış bir şey yaptıysan, ters ters basçıya bak!” kaidesinden şaşmayıp Waters’a bozuk bir bakış fırlatması da manidardır.
“Pink Floyd: Live At Pompeii” hem Maben’in sanatsal vizyonu hem de grubun meşhur olan asla playback yapmama prensibinden taviz vermemeleri sebebiyle, taşınması mecbur kılınan müzikal âletler, dev kolonlar ve kilometrelerce uzunluğundaki kabloların yarattığı aşırı maliyet hesapları, nakliye problemleri, yönetmenin birçok defa yaptığı şeyi sorgulamasına çanak tutmuşsa da, Pink Floyd’un sonraki yıllarda bir konser filmi yapma istekliliği göstermemesi ve bu alanda oldukça ketum davranması yüzünden oldukça değerlidir. 
1980 Eylülünde Londra’nın Earl’s Court salonunda verilen ve filme de alınan grubun en başarılı albümlerinin başında gelen “The Wall” konsept albümünün konserinin de asla resmi yollardan piyasaya sürülmediğini hesaba kattığımda, kendi adıma en azından, grubun en iyi dönemi sayılan 70’li yılları bu anlamda heba ettiklerini söyleyebilirim.
Waters 1985 yılında grubu terk ettikten sonra, Floyd konser filmleri hakkındaki ketumluğunu da bir kenara bıraktı ve çıkan her iki albümün de konser kayıtları piyasaya sürüldü.
O nedenledir ki, “Pink Floyd Live at Pompeii” bir müzik akımının yaratıcısı olan bu adamları tanımak açısından çok değerli bir doküman olmasının yanı sıra Psychedelic dönemin öncüleri olarak onları bu filmde, Floyd markasını taşıyan müziklerini Vezüv yanardağının eteğinde yer alan antik kent Pompei’nin kalıntıları arasındaki amfitiyatroda çalarlarken izlemek ve hatırlatmam gerek, henüz deneysellik anlayışından uzaklaşmamış ve konsept albüm yapma fikrinin o alacakaranlık şafağında dolanırlarken seyretmek bir mücevher değerinde ve asla unutulmayan bir deneyim. 
Ve önemli çünkü…
Sanat belki de hiç olmadığı kadar tarihin en talihsiz dramatik anının içine enjekte edilirken, öte yandan Pink Floyd’un zihinlerde çağrışımlar yaratan o sanrılı müziğinin esrarlı tınıları,  Vezüv’ün 24 Ağustos 79 yılında gökyüzünü siyah kül bulutlarıyla kapatan o şiddetli püskürmesi ertesinde, sonsuza kadar taşa dönüşmeye mahkûm edilmiş Pompei’nin o sessiz ve insanın kanını donduran görüntüdeki ahalisi içinde sanki yaşama kısacık bir an için dönüşü gibi…   
Sanki kısa soluklu bir NEFES gibi.    

25 Ocak 2016 Pazartesi

Buffalo '66 (1998)

Öncelikle biraz onu tarif edeyim sana:
Birbirine dolanmış uzun ve kıvırcık kömür karası saçların altındaki yüzüne yerleşmiş göz çukurlarının içinde, hani neredeyse pörtlemiş gibi görünen mavi gözleri ve sakini olduğu bu mahalleden kaçıp kurtulmak istercesine öne doğru çıkıntı yapan sert bir çenenin altında, yay gibi gerilmiş dudaklardan çıkan ve bu düzeneğe hiç oturmayan, ince ve yırtıcı tonda bir ses… Dersem eğer; 
Sen de “AA, ulan bizim Gallo bu” dersin belki…
Bizim Gallo evet, haklısın. 
İşte o bizim Gallo, yani Vincent Gallo oyunculuk kariyeri boyunca, bana soracak olursan, bir kucak çocuğu olmadığını kanıtlamış ender aktörlerden birisidir ve onu alıp asla vıcık vıcık bir romantizm şekerlemesinin içine saramazsın. Sen zaten yapmazsın da, ben onu lâfın gelişi öyle söyledim. Bazen lâf böyle bodoslama üstüne üstüne gelir ya hani. Her neyse işte, olmaz çünkü kanı uyuşmaz, o kalıba oturmaz, ne bileyim, seni bulutların üzerinde gezintiye çıkaracak rehber vasfından uzaktır. Ya da büyük bütçeli bir aksiyon filminde, dünyayı kurtarmaya çalışırken ortalığı kan gölüne çevirip, tozu dumana katan bir adale yumağı da değildir.
Gallo, tabiri uygunsa, sinemada kendi yolunda ilerleyen bir çatlaktır.
Kendisinin yazıp yönettiği ve aynı zamanda başrolünde oynadığı “Buffola 66”, işte tam da onu tanımlayan sıfatlara merkez oluşturan bir yapı taşı niteliğinde zannedersem.  
Ama Gallo’yu belki de benim gibi ilk defa, 1992 tarihli bir Emir Kusturica filmi olan “Arizona Dream”de aktörlük hayalleri kuran Paul Leger karakterini canlandırdığında fark etmiş olabilirsin. Bu filmdeki rolü, üzerine yapışacak kadar, o kadar fazla karakteristik özelliklere sahipti ki, birazına değinmeden geçmem imkânsız. Neden imkânsız olsun, değil tabi ki ama bana ne, hatırlatmak istiyorum. Uzun sürmez.
En akılda kalıcı sahnelerin birinden bahsedeceğim; kuzeni Axel rolündeki Johnny Deep, biraz da alaycı bir yaklaşımla ona aksanındaki tuhaflığın nedenini sorduğunda, biraz içerlemiş bir tavırla ve sanki kendi doğasından gelen bir hakkı savunan ve buna kayıtsızca inanan biri edasıyla, bütün ünlü aktörlerin New York aksanına sahip olduğunu söylerken ona, diyordu ki:
“Funny New York accent, huh?”
Sonra devam ediyordu: 
“Is De Niro FUNNY? Is Pacino FUNNY? Is Rocky FUNNY? Was Rocky FUNNY?”
Asla ve asla yüzüne dokunulmasına izin vermeyen, “Raging Bull” filminde De Niro’nun Joe Pesci’yi karısını düzmekle itham ettiği sahnenin repliklerini ezbere bilen bir sinema fanatiğidir “Arizona Dream” deki rolünde Vincent Gallo.
Tüm benliğini saran aktör olma hayalleri ile katıldığı küçük çaplı bir yetenek yarışmasında, seçici jürinin karşısına geçip, Alfred Hitchcock klâsiği olan “Nort by Northwest” filminde Cary Grant’i bir uçağın kovaladığı sahneyi, büyük bir tutkuyla ve hiçbir mimiği, refleksi atlamadan, kendini yerden yere atarak canlandırması, “Arizona Dream”i hafızamıza kazıyan ve onu kült mertebesine yükselten olağanüstü sahnelerden biriydi. Hatırlarsın. Sırf bu sahne hakkında bile sayfalar dolusu yazı döşeyebilirim buraya!
Hal böyleyken “Buffalo 66” da ise, hapisten yeni salınmış ve neredeyse altına işemek üzere olan Billy Brown’u canlandırır ve bu hayli talihsiz durum yüzünden pejmürde bir aerobik salonu içinden, biraz balıketli bir kız olan Layla’yı (Christina Ricci) zorla kaçırıp onu alıkoyacak kadar da ileri gitme cüretini gösterir. Götürürken de epey hırpalar. Kendine güvensiz tipleri canlandırmakta özel bir yeteneği olduğunu düşünebilirsin bu adamın.
Neden böylesine anlamsız bir saçmalık yaptığını düşünürken sen, aklına birkaç olasılık gelir: mesanesini zorlayan şiddetli basınç mutlaka beynini muhafaza eden kafatası duvarlarını nemlendirmiş ve üzerinde zorlukla yürüyebildiği mantık düzleminde ayağını mı kaydırmıştır?
Hayır! Sadece basit bir isteği vardır: Anne ve babasını görmeye gittiğinde, birkaç saat boyunca onun karısı gibi davranması ve bunu yaparken de olabildiğince ikna edici olması gerekiyordur. Ebeveynlerine bir karısı olduğu hakkında yalan söylemiştir ve doğruyu söyleyecek cesareti yoktur; hapiste yattığını bile bilmiyorlardır. Zaten annesi (Angelica Houston) hiçbir şeye ilgisi olmayan ve sadece taraftarı olduğu takımı önemseyen koyu bir Amerikan Futbolu hayranıdır. Alışılmadık bir anne karakteri doğrusu.

Babası ise hayal kırıklığı yaşamış bir şarkıcı eskisidir ve o da yalnızca midesini düşünen ve yiyeceği öğünlerden asla feragat etmeyen, sinirli ve saldırgan bir adamdır. Bir ara Layla’yı bile sertçe azarlar. 
Hikâyenin akışı daha çok bir kara-komedi tarzında ilerliyorsa da Vincent Gallo’nun mizah anlayışında ilginç ve ağır bir dram janrı da her zaman bulunuyor. Oyunculuk ya da yönetmenlik fark etmeksizin o koyu kıvam daima çevresindeki atmosferi çevreleyen bir aura gibi ve o bu durumdan faydalanmasını çok iyi beceriyor.  
Öte yandan Vincent Gallo, sanki Tarantino’nun açtığı yoldan ilerleyerek, sinema dünyasında kült mertebesine erişmiş oyunculara da yer veriyor ve bir anlamda onları da onurlandırıyor. Mickey Rourke ve Ben Gazzara filmde görülen isimlerin başında geliyor meselâ ve hepsinin Gallo ile ortak sahneleri var. Bu bana göre çok önemli bir ayrıntı ve belki de fazla duygusal. 
Christina Ricci ise apayrı bir fenomen; iç gıcıklatan kilosu ile elbisesinden her an taşacak izlenimi uyandırıyor. Olumlu anlamda söylüyorum bunu. Aslında olumsuzu nasıl olur bu gözlemin hiçbir fikrim de yok. Var da, kastettiğim o değil, dolayısıyla anlatmaya lüzum yok. Gerçi yeterince bahsetmiş bulundum. Yahu tamam, kendin bak, orada işte…
Bir diğer konuysa Gallo’nun bu filmi olağanüstü bir duygusallıkta sahiplenmiş olması. Elbette kendi yazıp yönettiği bir film bu ve onu tüm hassasiyeti ve varlığı ile savunması gayet anlaşılabilir fakat 1998 yılında,  televizyon kanallarının birinde yayınlanan film eleştirisi programına ansızın yaptığı baskın da hayli şaşırtıcı!
O programda eleştirmenlerce yerden yere vurulan “Buffalo 66”yı stüdyoya, hiç üşenmeden bizzat kalkıp gittikten sonra “gelin bunu yüz yüze konuşalım beyler!” tavrıyla bir köşeye kurulup, entelektüel duruşundan taviz vermeden oradaki eleştirmenleri tek tek ters köşeye yatırıp, şaşırttıktan sonra bile bununla yetinmeyip bir de birkaçının film hakkındaki olumsuz düşüncelerini de değiştirebilmesi gerçekten takdire değer. Üzerinde ev kıyafeti olduğunu anlamakta zorlanmayacağın bir eşofman takımı ile birbirinden ukalâ dört film eleştirmeninin (birisi program sunucusu da olabilir) arasına dalıveriyor adam! Cesaret mi, çılgınlık mı sen düşün ve karar ver. Bu anın videosunu istersen aşağıdaki linkten seyredebilirsin. 

Böylesine cilâlayıp parlatmama rağmen, Gallo her zaman doğru kararları alıyor denemez elbette. Son yıllarda yukarıda saydığım ve asla ‘yapmaz’ dediğim şeylerin çoğuna bulaşmış bu aykırı adam. Neden böylesine vasat ve saçma projelerin içinde yer aldığını anlamadığım yapımlarda, sürpriz yumurta gibi ortaya çıkması gelenek olmuş. İçlerinden birisini, 2012 yılı bir İtalyan yapımı olan “La Leggenda di Kaspar Hauser” filmini geçtiğimiz aylarda seyretme GAFLETİNE nail oldum ve işin gerçeği filmle alâkalı olarak beklentim de yüksekti ama hayal kırıklığı o kadar büyük oldu ki, filmden birkaç saat sonra tüm yediklerimi çıkardım ve dahası örtü döşek hasta oldum. 
Nihayetinde herhâlde üşütmüşüm kuşkusuz. Örtü döşek yatmamın sebebi olarak bu lânet olası filmi işaret etmek ya da bağrı yanan biri gibi intizar etmek istemiyorum. Yersiz olur (acaba?). Yine de, istersen bir de aç karnına (yediklerini olduğu gibi çıkarma sonra) sen seyret filmi…
Yaptığı etkiyi test etmiş oluruz. 
Not: Çıkardıklarını yorum bölümüne betimleyebilirsin. 

30 Aralık 2015 Çarşamba

Wristcutters: A Love Story (2006)

Birisine bir gün her şey yeterli gelir ve artık bittiğini anladığı an, tüm âleme (eğer serde narsistlik de varsa, yazılı olarak) ilân eder:
“Tüm hayal kırıklıklarımı tıkıştırdım bohçama ve öteki dünyanın otoyolunda otostop çekmeye çıktım!”
Teşbih gayet anlaşılır ve açıktır ki, mantık düzleminde konumlanmış tüm kanaatler zelzeleye uğramış ve hepsi yerleşik ve oturmuş kalıbından sökülmüş ya da yerinden oynamıştır. Böylece hayata karşı verilen bu nefsi müdafaa kapışmasında, kayışı kopartan bu zavallı insan evlâdının, usulen haklılık gerekçesi tam ve yerinde bulunmuş ve öte dünyaya iltica girişimi muhtemelen kabul görmüştür.
Resmi yazı paragrafı gibi oldu biraz. Mührü vur! İmzayı yapıştır! Bürokratik teamüllere uygun. Ne! Yoksa sen, orada olmadığını mı düşünüyordun. Bürokratik bokun püsürün demek istiyorum. En süründüreninden hem de, neyse konu bu değil…
“Wristcutters: A Love Story” neşesinin içinde tuhaf ve soluk renkli bir ıstırabı, az buçuk çekinerek, önüne iteleyen bir film. Ne güzel. Kaşıkla gitsin.
Sana, aşk acısının en makbulünü tarif etmeye kalkışıyor ama hiç öyle didaktik mesajlar vermeye kalkışmadan, sıradan ve olağan hallerle yapıyor bunu. E sen de bir kıyaslama yapacak tecrübeye sahipsin elbette. Bu tarif oldukça anlaşılır. Aşkından bu dünyada ağlıyorsun, kederinden boşalan salya sümüğü öteki dünyada siliyorsun. Muhteşem. Yanlış anlama, ağlak bir Türk filmi melodramı benzeri bir şey değil bu, hatta filmde ağlayan biri bile yok. Öyle değil. Yani yarım kalmış meselelerin peşini asla bırakmama inadını anlatmaya çalışıyorum, esprili bir dille, belki de yapmasam daha iyi anlatabileceğim. Aman kime ne!
Sanıyorum senin de kabul edeceğin gibi, öte dünyaya gidiş biletini kendi iradenle kesmenin sebepleri değişkendir ve haklıydı-haksızdı konusunu didiklemek sıkıcı ve manasızdır hatta tartışmak bile çoğu zaman anlamsız ve saçmadır. Çünkü gitme sebebini yalnızca giden bilir. Elbette bundan farklı düşünüyor olabilirsin. Orasına ben karışmam…
Aşk çoğunlukla baskın bir sebeptir. Değil mi? Bana katıldığını düşünüyorum.
“Wristcutters: A Love Story”in hiç sıkmayan ve eğlenceli bir karamsarlığın hemen kendini ele verdiği hikâyesinde, çok geçmeden fark edeceğin en büyük ayrıntı belki de: tüm âşıkların başının üzerinde bir hale gibi taşıdığı o uğursuz gözü karalık ile birlikte, hiperaktif kimyanın zihni çırpmaya başladığı dakikalarda, kontrolün yitirilmeye başlandığı andan itibaren aslında kontrolün hala kendinde olduğu algısına yelken geren o yanıltıcı ruh halidir. Aşk şüphesiz, insanda bir tür donanımsal arızaya yol açan fakat her halükarda, kaçınılmaz olarak, ona sahip olunması arzusunun baskın çıktığı bir illüzyondur. Sonucunda muhtemel ‘zincirleme kaza’ benzeri felâketleri tetiklese de…


Zia (Patrick Fugit) ismindeki genç adam da bu arzuya kendisini kaptırıp, akıntının içinde kaybolup giden ahaliden. Terk edilme acısını bastırabilmenin en iyi çaresinin bileklerini doğramadan geçtiğini düşünerek banyosunu kan deryasına çeviriyor. Elbette sadece kendini öldürenlerin gittiği tuhaf bir dünyaya gözlerini açacağını bilmeden yapıyor bunu; sıkıcı ve rutin işlerin hala devam ettiği, hatta yaşamak (!) için bir işe ihtiyaç duyacağın türden bir ara dünya burası!
Aklıma hemen, böyle bir hikâye Tim Burton’un elinde neye dönüşürdü acaba, sorusu geliyor. Kumlardan yılan benzeri tuhaf yaratıklar mı çıkardı yoksa şekli ve tabiatı insana benzemeyen eciş bücüş varlıklar mı doldururdu ekranı? Başka bir dünyayı betimlerken seni o dünyaya yabancılaştıracak tüm elementleri bir bir sıralar ve büyük oranda da bu yabancılaşma üzerinden hikâyeyi yürütürdü gibime geliyor. Goran Dukic’in neyse ki böyle bir derdi yok. Herkesin, ölümünden kendisinin sorumlu olduğu bu ara dünyayı sadece daha renksiz ve silik bir gri tonda göstermeyi tercih ediyor.
Zia kendisinden birkaç ay sonra, bileklerini doğrama sebebi olan sevgilisi Desiree’nin (Leslie Bibb) de kendi canına kıydığını, alışveriş için gittiği markette kafasını boylu boyunca ikiye ayırmış bir başka ahbabından öğrendiğinde, pişmanlığını bir kenara koyup tüm benliği ile sevdiği bu kadını aramaya girişiyor. Kendisi burada ise, onunda bu dünyada bir yerde olması gerekiyor çünkü.
İşte sana aşkın, kan vücuttaki dolaşımını yapmadığında bile etkili hararetini koruduğunu gösteren önemli bir ayrıntı; bu meret her türlü durumda zihni kontrolüne alabiliyor. Ölüysen bile…
Bu noktadan sonra ise, arayıp da bulamayacağın (kolaylıkla bulamayacağın) tarzda bir tür yol filmi seyretmeye başlıyorsun ve evet, çok da eğleniyorsun. Zia, çılgın bir amatör Rus Rock grubunun solisti olan Eugune ve onun kendisi kadar tuhaf arabası ile Desiree’ye yeniden kavuşmak amacıyla yollara düşüyor. Bu arada Eugune demişken, bu adamı kim yazdıysa eline sağlık demek gerekiyor. Oynayanı da muhteşem olunca, ortaya hayli orijinal bir karakter çıkmış. Ona hayat veren aktör Shea Whigham’ı “Boardwalk Empire” dizisine aşina isen, Eli Thompson rolüyle belki hatırlarsın.


Yol hikâyelerinin değişmeyen en önemli (çoğunlukla) unsuru arabalardır; öyküye karakterden fazlasını katarlar. Senin de bildiğin gibi, uzun yola çıkacağın arabanın dikkatli seçilmesi gerekir. Dikkat etmen gereken bir sürü detay vardır. Meselâ, freni tutuyor mu? Aklına gelsin! Ha! Farlar sağlam mı? Ne bileyim işte, yağı suyu tamam mı? Sağ ön koltuk altında bir kara delik mevcut mu? Tabi. Bu da önemli. Elinde ne tutuyorsan sıkı tut, kayıp koltuğun altına giderse haydi geçmiş olsun. Kara delik tarafından yutuldu bile. Zia’nın bu anlamda güneş gözlüklerinin seri katili olduğu söylenebilir. Hemen hemen hiçbir şey elinde sağlam kalmadan başka bir boyuta sürüklenip gidiyor.
E söylüyorum sana, burası enteresan bir dünya!
Bir başka güzellik de yoldan aldıkları Mikal. Kendine has çocuksu bir güzelliğe sahip bir kadın Mikal ama aynı zamanda baş kaldıran bir yapısı da var. Kendisinin bu dünyaya yanlışlıkla getirildiğine inanıyor ve bu yüzden yetkililerle görüşmek için yollara düştüğünde ise Zia ve Eugune ile karşılaşıyor. İkisi ve içinde her şeyi yutmaya eğilimli bir kara delik barındıran arabaları ile birlikte yollara düşmek onun için hiç sıkıntı değil. Gidilecek yönü bile biliyor aslında. Mikal’e can veren Shannyn Sossamon’u izlediğinde, benim gibi ona hayran olacağına (tamam, çoğunlukla güzelliğine; niye ki oyunculuğu da gayet iyi, e o zaman güzelliğini ne sıkıştırıyorum araya, e güzel kadın çünkü, tamam kapatıyorum parantezi) eminim.


Tom Waits!
Bu kadar tuhaflığın arasında onu da görmek hoşuna gider mi? Zaten kambersiz düğün olmaz deyişine yakışan bir öngörüyle her tuhaflığın içine kendisini atmasını bilen bir üstat. Onu seyretmek apayrı bir zevk. Çünkü komik bir adam ama bu özelliğini, kendisini saçma bir mizahın mizanseni haline getirmeden becerebilen ve oyunculuğu da gayet iyi kotarabilen bir zırdeli. Haydi, onu da yazdık kadroya.
Başka ne söylenebilir ki…
Bilemiyorum, belki de sen karalarsın bir şeyler… Senden de okumuş oluruz onları.
Sadece küçük bir son söz;
Bu film, bohçanda ne kadar çok hayal kırıklığı varsa gideceğin yerde benzer dolulukta bohçalara sahip insanların arasına karışacaksın, diye fısıldıyor kulağına. Öncesinde biraz cesaretli olmak gerekiyor belki ve…
Unutulmaması gereken önemli bir ayrıntı! Bir anlamda, gidiş biletinin kırmızı mürekkepli yarı silik damgası…
Bileklerini aralayacağın dikine yırtıklar…
Hani tren rayları nizamında, bir yolculuğu anımsatan.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Ink (2009)

Sokak kaldırımlarında satılan o ucuz CD’leri hatırlar mısın? Gösterime yeni çıkan veya çıkmasına daha birkaç ay olan filmler, önce o kaldırımlardaki tezgâhların malı olurdu.
Bazen aralarında, hiçbir yerde rastlayamayacağın, tuhaf filmler de olurdu ve eğer şanslı isen o filmleri yakalayabilirdin.
Bağımsız ve düşük bütçeli filmlere karşı olan tutkum, yıllar öncesinde (yanılmıyorsam 2000’lerin başıydı) başlamış ve sanki kan içmeye çıkmış bir vampir açlığında ya da burnu kilometreler ötesinden leşin kokusunu alan bir çakal duyarlılığında, o sokak senin bu kaldırım benim, bıkmadan arayışlarını sürdüren bir amatör sinefil yaratığına dönüşmüştüm.
Sokak kaldırımlarına serilen tezgâhların üzerinde, küçük poşetlerinin içinde rengârenk görülen ve ufak film afişleriyle albenisi yükseltilen bu CD’ler, bir pazarlama sömürüsüydü belki ama benim için açlığımı giderecek üstelik de alternatifsiz (cepte beş kuruş yoktu) bir açık servis menüsü gibiydiler. Çoğu zaman, aralarında ileride kült statüsüne erişebilecek potansiyeli olan filmleri keşfetmeye çalışırdım. Bir kısmını arşive kaldırır ve CD çantama özenle yerleştirirdim; kafama estiği zaman çıkarır ve keyifle izlerdim.
Tutkunu olduğum birçok yönetmenle bu sayede tanıştım. Entelektüel manada demek istiyorum yani, yoksa kimse ile el sıkışıp öpüşmedik tabi! Ayrıca sevmem el sıkmayı. Öpüşmekten de kaçınırım. Demek istediğim… Ne açıklattırıyorsun ki, anladın sen!
Her neyse…
Büyük yapım şirketlerinin pek yüz vermediği bu yapımlar ile yüksek bütçeli filmlerin arasındaki fark günümüzde görsel ve işitsel teknolojinin de devreye sokulmasıyla daha da açıldı. Sen de farkına varmışsındır gerçi; artık bir öyküyü sinemaya aktarmak, yönetmenin ve senaristin piyasaya meydan okuma cesaretine veya büyük şirketlerin yapımlarına sıçrama yapabilmek adına göstereceği maharete bağlanmış durumda. Bu mahareti seçkin kılan filmlerse çoğunlukla, bir post-apokaliptik bilim kurgu (kıyamet sonrası kurgusu) öyküsüne sahip senaryoları çok kısıtlı bir bütçeyle ve yıldız olmayan, tanınmamış oyuncularla çekilen bir yapımda, kararlılık ve azimle, tatmin edici sonuçlar alma becerisinde kendini gösteriyor ya da yapımcı firmalar tarafından yönetmenin potansiyeli böyle bir yapımla ölçülüyor da denilebilir. 
Ne kadar iddialı lâflar ediyorum değil mi? Farkındayım. Dur bakalım, hayırdır…
Ama haksız da sayılmam. Hemen bir örnek: Güney Afrika’da geçen bir bilim kurgu hikâyesi olan “District 9”u yazan ve yöneten Neil Blomkamp, daha sonra büyük bütçeli bir yapım olan “Elysium” u çekti; şu anda ise üzerinde uğraştığı proje, herkesin bildiği bir klâsik olan “Alien” serisinin beşinci filmi üzerine ve Sigourney Weaver’ı bile tekrar “Ellen Ripley” karakterine döndürmeyi başarmış görünüyor. Gerçi Ridley Scott projeyi biraz daha ertelemesini rica etmiş keza kendisi “Prometheus (2012)” un devamı niteliğinde olacak olan “Alien: Paradise Lost” filminin hazırlıkları içinde fakat kulağıma şimdi fısıldanan bir bilgiye göre de (tabi yersen) Scott yeni projenin ismini bir kez daha güncellemiş ve bu defa adını “Alien: Covenant” şeklinde açıklamış. Teşekkür ediyorum gaipten gelen fısıltıya ve yazıma kaldığım yerden devam ediyorum efendim. Efendim? Ha, yine bir ses sanki mırıl mırıl… geçelim!
Ne diyordum? Kariyer şeceresini, tırnağı ile kazıyarak oluşturmak bu olsa gerek. İster saygı duy ister duyma. Henüz işin başında olanlar da var. Yaa…  
Yakın sayılabilecek tarihli (2009) bir yapım olan “Ink” işte bu tarife yakışır özellikte bir yapım. Dediğim gibi, büyük bütçeli filmlere ve yapımcı firmaların yönetmen listesine bir sıçrama formülü olarak kullanılan, artık klişeleşmiş bir kıyamet sonrası öyküsünü anlatmıyor sana ama 2008 yapımı bir bilim kurgu fantezisi olan “Franklyn”e benzer, yani nedir o, başka bir gerçeklik üzerinden hikâyeyi geliştirerek, yarı düşsel bir bilim kurgu öyküsü vaat ediyor izleyicisine. Bir baba-kız ilişkisi üzerinden ilerleyerek, az buçuk melodram sosu da eklemiş yazan ve yöneten Jamin Winans.
Winans’ın henüz büyük bütçeli bir yapım için seçildiğini söylemek mümkün değil. En son çektiği 2014 tarihli “The Frame” de yine kendisinin yazıp yönettiği ve bilim kurgu öğeleri taşıyan bağımsız bir sinema örneği ve bu filmin de hayli enteresan bir hikâyesinin olduğunu bilmeni isterim okur. Olur ya, karşına çıkarsa geri çevirme diye...


“Ink”e gelince, o içinde bulunduğu düşsel gerçeklik dünyasında, kendisine saygı duyulmasını sağlayabileceği bir statünün peşinde koşan ve bu yüzden küçük bir kızın ruhunu çalmaktan çekinmeyen, küçük histeri nöbetleri geçiren, enteresan bir varlık. Yırtık-pırtık paçavralardan gelişigüzel dikilmiş siyah kıyafeti ve yüzünü büyük oranda saklayan başlığı ile Ink, korkutucu görünümünün ardında kendine has bir merhamet duygusunu da taşıyor denilebilir. Ne yaptığını ve neden yaptığını bilen fakat bu yüzden vicdanî muhasebesini bir türlü içine oturtamayan bir umacı o; maalesef kâbusların efendileri olarak bilinen, “Incubi” adındaki varlıkların arasına katılmak ve onlardan birisi olma arzusu genellikle ağır basıyor. 
Ink ekranda sanki fazlası ile sinema dünyasının çeşitli karakterlerinden esinlenilmiş biri gibi dursa da, aslında bu durum pek rahatsızlık yaratmıyor. Belki de bende öyle bir etkisi olmadı, bilemiyorum. Rahatlıkla söyleyebilirim ki Ink, tanıdık yapısı yüzünden ağızda nostaljik tatlar bırakan bir karakter ama sadece o kadar. Kesinlikle çalıntı veya şu filmdeki bu karakterin ters-yüz edilmiş hali değil. Örnek vermek gerekirse, özellikle kıyafet tarzı Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin Nazgül Efendilerini andıran bir görüntüde; belki de aynı terzinin müdavimleridirler! (resmen yazı can çekişiyor…)  
Tabi bir de filmin görsel efektlerindeki teknik detaylar konusu var. Seni tatmin eder mi, orasını bilemem… Bence o detaya takılmadan seyretmek en iyisi olacaktır. Çünkü film sanki bir ev kamerası eşliğinde çekilmiş intibası uyandırıyor ama Winans kamera arkasında oldukça becerikli işler yaparak bir anlamda filmini kurtarıyor.


Ink’in küçük kızı odasından kaçırma sekansı da bunlardan biri. Kızı korumaya ve onun elinden kurtarmaya çalışan “İyilik Melekleri” ile Ink’in arasında yaşanan kavga, seyredilmesi bir hayli zevkli ve sanki “Matrix” üçlemesinden kopup gelen bir dövüş koreografisi sekansı ansızın yakalayıveriyor seni. Gerçi her nedense, hepsi birer Ninja ustalığında dövüşüyorlar ama dediğim gibi, bazı ayrıntılara takılmamak en iyisi Doc!
Marty McFly üslûbu ve tonlaması ile sana “Doc” diye seslendim az önce, duydun mu?
Ya evet…
………….?
Niye yaptım acaba?