14 Nisan 2015 Salı

Holly Motors (2012)

Bu sıkıcı ve insan zekâsını aptallıktan ayrıştıran muhakeme etme yeteneğinin, varoluş amacını bir kaba eti kılına gıpta etmeye götürecek kadar dibe vuran anlamsız hayatta (hemen yüzünü buruşturma; peki, senin hayatını istisnai olarak düşünelim) çoğunlukla bir yerden öte yere koşturarak geçer zaman, bilirsin; bazen bir köşede önüne mendil açmış ve dilenen biri çarpar ya gözüne -hani ‘hiç böyle değil aslında bunlar, para basıyorlar da bakma şimdi rol kesiyor’ diye düşünüp basıp geçtiğin- ha işte o kısa ve ancak bir mum ışığı kadar aydınlanma yaşadığın zamanlardan bahsediyorum. Alınganlık yok. Yoluna devam eder gidersin ve üstüne bir daha da düşünmezsin.
Hatırladın değil mi; dur bakalım acele etme, şimdi sana deseydim ki:
“O dilenci de sen yanından geçip gittikten biraz sonra, bir sokak aşağıya park edilmiş Limuzinine atlayıp Holding’ine doğru yola çıktı birader.”
Bana inanır mıydın? O sönük aydınlanma anı, zihninde haklılığının kanıtı olarak mı yer ederdi. Belki öyle ama biraz meraklı ve şüpheci biri olsaydın eğer, sokağın köşesini döner dönmez hemen bir duvarın arkasına gizlenerek her gün bir benzerinden onlarcasını gördüğün bu sıradan adamı dikizlemeye koyulurdun. Eh öyle tabi, ne var bir yere mi yetişecektin?
Yapmadın ve bu yüzden sonrasında olacakları kendi yöntemimle yazabilmem adına bana bir nevi meşruluk kazandırmış oldun. Böylece hala bu el değmemiş bakir blogu, cümleleri birbiri ardına dizerek dolduracak ve bu sebeple küçük bir ego patlaması yaşayacağım. Bu esnada şöyle düşüneceğim:
(iç ses) – “Bunalımdan çıkmanın en etkili yolu veya o sinik ağrının beyin tasının üzerinden kalkmasının en muhteşem çaresi yazmanın sebebini bulmaktır. Cümleleri sıra dışı bir üslupta dizmeye uğraşırken dakikaları atıştırırsın. Saatleri yesen de kilo yapmaz. Sadece tatmin olma duygusuyla doyarsın.”
Öyleyse şimdi oku istersen ya da sesimi hayal ederek dinliyormuş gibi yap:
Bu dilenci Limuziniyle teşrif ettiği kendisine ait dev Holding binasında fazla zaman harcamadan, “Bilmemne” Havayollarında ki pilotluk işini icra etmek üzere bindiği uçağın kokpitinden yolculara hitaben bir güven konuşması yaptı ve indiği şehirde hemen kadın doğum uzmanı olarak çalıştığı hastanenin ameliyathanesine daldı. Doğumu başarıyla yaptırdıktan sonra hiç beklemeden, aşağı mahallelerin birinde mesken tuttuğu yere gidip orada zulasındaki uyuşturucu çeşitlerinden bir bölümünü para karşılığı elinden çıkarttı ve daha sonra da eski bir tanıdığı kendisine “kelek” yaptığını düşündüğü için bu dünyadan soğukkanlılıkla temizledi…



Saçmalama, bu kadar şeyi tek bir adam yapabilir mi?” diye sorma bana. Gerçek hayatta zor belki, fakat elinde makasla kurguda oynamalar yapan biri olduğunda bal gibi oluyor. Bu filmde sana hayatı kurgulayan ise Leos Carax’ın zekâsından üzerine sıçrıyor. Belli ki Carax’ın seni seçmesinde ki sebebi, aranızda yıllar önce oluşturulmuş karşılıklı güvene dayalı bir tür sadakat değiş-tokuşu ve senin tahammülün de o güvenin önemli bir dayanağı. O güveni de cebine koyan yönetmen artık kendince, kendine has bir anlatım ya da üslup tutturarak film şeridine bastığı hayatın göreceli yapısını, suyun üstünde yürümek kadar olağan ve kolay bir akıcılıkta göstermeye başlıyor. Elbette bu kaide seninle bir nevi antlaşması olan tüm yönetmenler için de geçerlidir.
Herneyse, Carax’ın sana göstermeye çalıştığı o müstesna güne dönmeye karar verdiğinde öncelikle içindeki sayısız karakteri tek bedende toplayan bir adamın peşine takılman gerekiyor. Zor değil, yaparsın…
O gün sona erene kadar, söz konusu adamın çeşitli kimlikleri ve o kimliklerin karakteristik özelliklerini kendi bünyesine giydirip ve kısmen bir mantık potasında süzdükten sonra, kişilik kazandırdığı karakterlerin zorlu koşullarına uyum gösterebilmek adına giriştiği mücadelenin zorluğu karşısında insanın içinde derhal bu adamı saygıyla selamlamak isteği kabarıyor. Kendisini neden bu kadar zahmete soktuğu meçhulse de, onu görünce bu adamın yaşamda ki rol seçeneklerinin sınırsız ihtimallerle dolu olduğunun farkına varıyorsun. Neticesinde kendi hayatını gözden geçirmene veya şimdiye dek tanımış olduğun benliğini tersinden bir bakışla incelemene yol açar mı bu farkındalık ben bilemem. Leos Carax’ın derdinin de böyle bir uyanışın kilidini açan anahtar rolünü oynamak olduğunu sanmıyorum. Yalnız insan “ulan acaba ben neresine kıçımı dayıyorum dışarıda ki şu hayatın?” diye sormadan yapamıyor; aklında başka bir yere gitmek varken, ayaklarının bambaşka bir yere sürüklediği o anlarda özellikle…
Ne kadar hoş ve kaygan bir köprü kurdum değil mi? Bir filmin üzerinde kurabileceği olası etki veya daha da fazlası, belki de hâkimiyet üzerine… Olmadı mı? Hmm tamam, sen olmadı diyorsan; Durmayalım üzerinde fazla, kullanmayalım bu köprüyü o zaman(ya sabır), fazla kaygan…


Nasıl yapmalı öyleyse… Pekâlâ, sanırım biraz klişe merdanesini yuvarlayacağım hamur üzerinde. Her zaman işe yarar. Kendinden garantili.
Herkes içinden başka birinin hayatını düşler ve çoğunlukla bunu kendine bile itiraf edemez. Belki de o düşlerin bir kısmı, pembe dizilerin temaşa odaklı ışıltılı ve süslü hayatlarını çalmaya yeltenir. Ama herhalde anlamışsındır ki, burada bir istisnadan bahsediyorum. Biraz önce seni çevresinden dolandırdığım söz konusu adam, yani “Mr. Oscar”ın bir günü, romantize edilmiş bu istisnai düşün dışında bir yerde; hayatın içinde barınan çoğu karakterin yaşamını kendi benliğinden çıkartarak bir nevi iş gibi kendisinin rutini haline getirebilen ve her gün bunu tekrarlamak zorunda olan bir kişilik. İçinde barındırdığı ve yaşar gibi davrandığı o benliklerin sözde kendine ait yaşamları var. O yaşamların bir kısmı uç karakterlere ait olsa bile değişen bir şey olmuyor; mesela “M. Merde (Bay Bok)” bunların başında geliyor, Mr. Oscar asla taviz vermeden onları canlandırıyor ve varlıklarının silinmesine izin vermiyor.
“Holly Motors” u yazan ve çeken adam olan Leos Carax’ın daha önce tutkulu bir takipçisi olduğum söylenemezdi aslında ama hemen herkesin az çok bildiği “Les amants du Pont-Neuf \ Köprü Üstü Aşıkları, 1991” filmini seyrettikten sonra galiba Carax’ı takip etme alışkanlığı edinmiş olabilirim. O filmin de romantik-drama kalıplarında hayli güzel ve ilginç bir senaryosu var ama “Holly Motors” hiçbir kalıba uymayan, bir bakıma kendine has bir film.
Bu konuyu biraz açayım. Söylemek istediğim iyi anlaşılsın. Kısa tutmaya çalışacağım, merak etme.
Böylesine kendine münhasır filmleri kotaran yönetmenler, ticari kaygılara teslim olmadan yazdığı senaryoları, kaygısızca istediği üslupta cesaretle çekerken, gösterime sunduğu bu yaban sanatın çoğunlukla sana ve bana ait olması adına usanmadan didinip kendini bu yönde disipline edebilen kişilerdir çoğunlukla. Seyircisi ile antlaşması olan yönetmenler işte bu insanlardır. Sen onun dizayn ettiği dünyanın içine düstursuz girmekte sakınca görmezken, onlarda her projesinde inşa ettiği dünyanın içerisinde nefes almaya alışık kemikleşmiş bir takipçi olduğunu bilirler.
Senden saklamaya gerek duymuyorum; filmin alt metninde hayatın kendisine dair oldukça entelektüel bir taşlamanın yattığı buz gibi ortada. Keza insana dair elbette. Alıp seni oraya sürüklemeyi canım hiç istemiyor. Her bir karakterin sosyolojik ya da psikolojik sağaltımını yapmanın gereksiz bir ukalalık olacağını seziyorum. Evet, öyle düşünüyorum. Sanki yüzüne bir rahatlama gülümsemesinin yayıldığını seziyorum. Her neyse, daha fazla taşırmadığın müddetçe sorun yok.
Tabi ki film farklı yapısını senaryonun sağlamlığından aldığı kadar, oyuncusu Denise Lavant’ın harikulade performansına da borçlu; sokak pantomim sanatçılığından akrobatlığa, sirk palyaçoluğundan dansçılığa kadar hemen her gösteri sanatında boy göstermiş ilginç bir adam Lavant. Karakteristik bir yüze, elastiki bir vücuda sahip.
Hatırlarsan Uncle ve Thom Yorke işbirliği ile yapılan 1998 tarihli “Rabbit In Your Headlights” klibinde Lavant’ı bir otoyol tünelinde, öfkeyle kendine söylenerek yürüyen psikozlu bir adam rolünde izlemiştik. Hatırlamışsındır, yanından vızır vızır geçen araçların kimi ona çarpmamak için direksiyon kırarken bazı araçların ise sürat kesmeden gelip onu hunharca tepelediklerine şahit oluyorduk. Sonunda ise betondan bir anıt gibi ayakta kalan yine Lavant’ın oynadığı öfkeli adam oluyordu. O klipte bile hatırda kalan onun görsel performansa dayalı oyunuydu. Haksızlık olmasın, şarkı da iyiydi tabi ki.
2012 yılı yapımı “Holly Motors” tek bir insandan çıkan bin türlü yaşamı betimleyen öylesine parçalardan oluşuyor ki, bütünü oluşturan bu parçaların hemen hepsi hakkında uzun uzadıya tartışılabilir. Artık birbirimizi anladığımızı düşünerek söylüyorum, benim tercihim daima (gelecek yazıda hatırlat da bu kuralı derhal esnetelim) kafama yer eden bir sahne üzerinde düşünüp yazmak olacak. Konuşmayı çok tercih eden biri olduğum söylenemez. Dostlar arasındayken belki çenem düşüyordur. Bilemiyorum.
M.Merde karakterinin göründüğü o tuhaf sahneleri yağlayıp ballandırarak yazmak isterim ama onu keşfetmeyi sana bırakmak sanırım daha doğru olacak. Seyrettiğin anda bu zevkli keşfi sana bıraktığım için bana minnet duyacaksın. Onun hakkında yalnızca şunu söyleyebilirim, bu tuhaf ilkel adamın sinema perdesinde ilk kez ortaya çıkışı üç yönetmenin ortak çalışması olan 2008 yılı yapımı “TOKYO!” filminde yine Leos Carax’ın yönettiği bölümde olmuştu. Tek başına Tokyo’da büyük bir paniğe sebep oluyordu.
Merak eden seyreder birader!
Carax Mr. Oscar’ın karakterler arasındaki değişimini zekice bir yöntemle basitleştirmiş. Mr. Oscar’ı taşıyan geniş bir Limuzini filmin önemli bir oyuncusu haline dönüştürüp, arabayı onu taşıyan bir ulaşım aracı olmasından ziyade, iç atmosferini Mr. Oscar’ın bir nevi dönüşüm kabini gibi kullanmasını sağlamış. Arabanın içi onu tazeleyen bir tür güvenli alan gibi ve bir sonraki karakterine bürünürken yaptığı makyajı ve değiştirdiği kıyafetleri bu dünyadan izole gibi görünen arabanın geniş arka koltuğunda yapıyor.


Limuzinden dışarı bir akordeon çalgıcısı olarak çıktığı anda bana kalırsa filmin en muhteşem sekansını oluşturan karakteri de görmüş oluyorsun. Çünkü Leos Carax’ın bu sahneye gösterdiği özeni ve planı anlamamak ya da takdir etmemek imkânsız. Yönetmenin büyük kısmını tek çekim olarak planladığı sekans, birbirini sırasıyla izleyen enstrümanların eşlik ettiği, seferi bir orkestranın oldukça tutkulu ama kısa bir konserini izlettiriyor sana ve görüyorsun ki giderek çeşitlenen çalgıların oluşturduğu senkronize uyum filmin içinde verilmiş kısa süreli ve görkemli bir mola.
Geniş sütunların çevrelediği müze ya da daha çok araba garajı benzerliğinde geniş bir salonda, akordeon çalgıcısının arkasından ona eşlik eden bir yığın insanın ortak yönü belki de, Mr. Oscar’ın kendine verdiği bu dinlenme arasında yaptığı gibi, onunla benzer hayatı birey bazında paylaşan insanlar olarak ortak bir etkinlikte bir araya gelip, hayatın içinde böylesine mucizevî boşlukları kendileri için yaratabilmeleridir. Hepsinin kendi hayatı ve onu algılama tarzı var. Orada üflemelileri veya vurmalı çalgıları kullanan insanlar, o mekândan ayrıldıklarında kendi yaşamlarının içine dalmış olacaklar ve sen bunu görmeyeceksin. Arkada gitar çalan adam belki de dışarıdaki hayatında büyük bir soygun planlayan azılı bir hırsız olabilir. Bateriyi çalan kişi belki de seri katildir veya borsacıdır. Nereden bileceksin. Zaten Carax seni Mr. Oscar’ın peşine takarak tüm bu olasılıkların birçoğunu onun bedeni üzerinden göstermeyi tercih ediyor.
Takdire şayan; ha aklıma gelmişken, acaba Carax bu sahneyi kaç tekrar ile çekti, bir fikrin var mı? Yani bir kişi ritmi kaçırsa haydi sil baştan…

1 Mart 2015 Pazar

Waking Life (2001)

Ne düşünüyorum biliyor musun? Ne düşündüğümün umurunda olmadığını; haklıyım, evet – ooh, çok sağ ol- biraz sonra görürüm seni. Asıl diyeceğim şu:  
Belki inanmayacaksın ama öyle bir film var ki, insanı tıpkı açık sularda deniz tutması gibi şiddetli bir bulantı ve baş dönmesi hissiyatıyla baş başa bıraktığına bizzat şahidim. “Hiç insanı film tutar mı” deme bana. Bu film tutuyor işte. Elbette filmi ilk kez seyrettiğin anda bu dimağ istifrası kendisini daha çok belli eden bir etkiye kavuşuyor. Tabi bu kardeşin gibi manyaksan (ki öyle olduğunu umuyorum) sonraki onlarca kez seyrettiğin zamanlarda, serin ve şeffaf bir yelkenli gezintisine çıkmışsın da duru denizin üzerindeki yakamozları seyrediyormuş kadar kendini hafiflemiş hissediyorsun.
Gerçekten öyle… Dolu bir kül tablasını boşaltır gibi beyninin tasını silkeliyorsun işte, daha ne istersin! 
Daha aşağılarda bir yerde sana 2001 yapımı “Waking Life”dan bahsedeceğim sözünü vermiştim hatırlarsan, tam söz verdim sayılmaz gerçi, neyse hatırladın değil mi? Yok mu? Hafızayı zorla. Yahu gerçek takipçiler arıyorum. Tıpkı Oskar Schindler’in Itzhac Stern’i aradığı gibi tek tek dolaşıp “gerçek takipçi sen misin?” diye sormak istiyorum.
Bugün tersimden kalkmış olabilirim, ben de bilmiyorum. Aslında “Waking Life”ı yazmak için tersten kalkmak yerinde bir pozisyon olabilir. Hmm bunu daha önce düşünmemiştim. 
Pekâlâ, işte bir teşbih daha; filmin etkisi öyle sarsıcı ki, o değerli kafatasının içinde düşüncelerini organize eden mucizevî beynin, sen daha filmi henüz yarılamışken yanmaz tavanın içindeki çırpılmış yumurta benzeri bir bulamaca dönüşüyor. Bu cümle hiç zorlanmadan: 
“Herhangi birini bu filmden nasıl soğutursun” başlıklı bir makalenin giriş paragrafı da olabilir. Maalesef benim niyetim bu değil. Her şeyin bir zamanı var. 
“Waking Life” çok şey hakkında ve ilgili olduğu o şeyler: bazen üzerine kafa yorduğun ama çok fazla hatırlamadığın (çok kısa sürer o anlar) kavramların anlamları ve bu anlamların tariflerini en çok merak edilen gerçeklik üzerinden -yani ölümü merkeze alarak- çevresine ördüğü bir mantık sarmalı spiralinden anlatmaya çalışıyor. Ne demek istediğimi anladın değil mi? 
Eğer anlamadıysan kafa sallamayı bırak, çünkü az sonra yazının içinde kaybolup gideceksin. Yazıya bayılacaksın ve zevkten ateş basacak anlamında söylemiyorum; öyle anladıysan bilemem, ben sadece kafan karışacak ve belki de sıkılacaksın manasında ‘kaybolacaksın’ dedim. Ha kafa karışıklığı da zevklidir diyorsan, o zaman işte kendi “Itzhac Stern”imi bulmuşum demektir. Bu keşif umduğum gibi, senin de bir manyak olduğun anlamına gelir ve nihayet seninle iyi anlaşacağız demektir.

Tamam, öyleyse! Atıyorum taşı kuyunun içine…
Ölümü sadece rüyalarımızda deneyimleriz değil mi? Bu deneyim nihai sonu yaşamaktan farklıdır elbette. Ölüm kati bilinmezdir ama ölümün kendisi bir rüyaya dönüştürüldüğünde ne değişecektir? Elbette bilinmezlik deneyimlenecek ve ölüm yaşanmaya başlanmış olacaktır veya bir başka deyişle, insan kabulünde hiçlik formatında olan süreç artık yalın gerçekliğin kendisine ve yansımasına dönüşecektir. “Waking Life” seyircisine bu yanılgıyı sorgulatırken de bir yandan da bu kavramı acaba, bir yanılgı olarak kabul etmek mi bir yanılgı, şüphesini önüne koyuyor.
Filmde görünen hemen her karakter bir filozofun felsefi doygunluğunda, oldukça geveze ve birikimleri hayattaki tecrübeleriyle eşdeğer kalitede. Bu geveze insanlar, ölmüş olabileceği olasılığını kendi aklında bir tür problem haline getiren ve bu sorunun içinde yaşamaya hapsolan genç bir adama, onun aklını daha da karıştıran bir yığın mantık felsefesi kuramı çerçevesinde akıllarınca yardım etmeye çalışıyorlar. Çocuk birçoğunu anlıyor anlamasına da, bu diyaloglar “acaba ben öldüm mü ulan” sorusuna net bir yanıt vermekten çok uzak kalıyor. Sanki kasıtlı bir ısrarcılıkla iletişim kurduğu herkes, aklını kurcalayan bu sorunun meraklı altyapısını, görünen buzdağının altına yönlendirilmesi gerektiği ve böylece mantıken bütünün kavranmasına yardımcı olacağı imasında bulunuyorlar. Ölüm yalnız başına korkutucu ve şüpheli bir olgu değildir; yaşam bütününün içinde yer alan bir dinamiktir ve dolayısıyla merak, tek bir olgudan değil o olgunun da içinde olduğu bütünden faydalanmalıdır. Zavallı çocuğa sunulan yönlendirici ve imalı bakış perspektifi bence bundan ibaret.
Filmin başkarakterinin bile aklı ‘türlü’ gibi karışırken, filme yoğun bir dikkatle saldıran senin aklın nasıl karışmasın değil mi? Tamam, belki de reçete şudur:
Linklater’ın mantık spiralini dışa doğru genişletmek yerine merkeze doğru daraltmak bana çok da yanlış olmayan bir yaklaşım gibi geliyor. Demek istediğim, konunun merkezinde kalarak -yani ‘sevgili büyüklerim, ben öldüm mü acaba’ diye ortamda dolaşan oğlanın derdini unutmadan- dışa sarmalanan hikâyeyi temkinli bir dikkatle seyredebilirsen, bana bu senin avantajına olur gibi geliyor. Fakat bu yaklaşımda sonuçta bir kısırdöngüyü yaratacaktır. Çünkü önce o mantık spiralinin dışa doğru genişleyip sarmalanması gerekir ki, sen içe doğru takip edebilesin. 
Bu da bir kapana kısılmak anlamına gelir. Yani şu anlamda: asla hür değilsin; yaşam iradeni ancak başka bir zihnin oluşturduğu (ismine Tanrı da diyebilirsin) yaşam spiralini içe veya dışa doğru takip ederek kullanabiliyorsun. Çemberin içerisinde koşturan bir kobay faresinden farkın yok. Alınganlık gösterme şimdi; az önce bir tür manyak olduğun olasılığı üzerinde hemfikir olduk değil mi? Caymak yok. Anlaşmamız böyle. 
Yaşam bir dayatma olabilir mi? Evet, olabilir. 

İçerisinde koşturduğu çember altından çekildiğinde, fare aslında çoktandır tutsak olduğunu anlayacaktır. Çünkü aslında fare bir kafesin içindedir ve çember sadece kafesin bir enstrümanıdır. Öyle ise ölüm kafesin dışındadır ve dönüp durduğun çember yaşamsa, kafes ise belki de sadece rüyadır. Yaşam bir rüyanın içinde kilitlenmişse, demek ki uyanmak sadece ölüme açılan bir geçittir.
Dur, panik yapma… Filmi ilk seyrettiğim zaman -bu on iki veya on üç sene önceye tekabül ediyor- ben de hemen bir koşu gidip, tanıdık bir kütüğe hasretle sarılmak istemiştim. Sadelik açlığı ile “konuş ulan, sen konuş!” diye bağırmak istemiş ve tüm dikkatimi ona verme isteği ile yanıp tutuşmuştum ki o yıllarda “Twin Peaks” dizisindeki ‘kütüğü ile dolaşan kadın’ karakterini bilmiyordum bile, henüz diziyi seyretmemiştim. Neyse, konuyu dağıtmaya çalışma; teneffüse biraz daha zaman var!
Şimdi sen bu yazıyı okuduktan sonra, aklında bir nevi anlayış kuraklığı yaratıp benimle aynı hissiyata bürünmeni elbette istemem. Sonuçta okuyucu velinimetimizdir -yalana bak- belki de fare metaforu hoşuna gitmedi; istersen fok balıklarını ya da cennet kuşlarını örneklendireyim. Yalnız şunu bilmen gerekiyor üstadım, ben ne yaparsam yapayım Linklater’ın yazdığı senaryo kendi başına bir mantık felsefesi manifestosu gibi ve hiç abartmıyorum, belki de senaryoyu eline alıp okumak filmi kavrayabilme açısından seyretmekten daha etkili bir yöntem olacaktır.
Sözü fazla sündürmenin faydası yok. Bana kalırsa “Waking Life” filmini seyrederken birçok kez aydınlanma da yaşayabilirsin ya da “uzattınız ama” deyip kafayı formatlamak için üç-dört tane “Seinfeld” bölümünü peş peşe koyup da izleyebilirsin.
Bu da iyi fikir aslında; bir-iki bölüm önerebilir miyim? Aman iyi, sen bilirsin.
Zil çaldı, çıkabilirsin… 

13 Şubat 2015 Cuma

Adaptation. (2002)

Charlie Kaufman’ı bilir misin?
Nasıl bilirsin? 
“Ne hakla bilirsin!”demek istemedim; yanlış anladın; yanlış anlamış olabilir misin? Yargılarını yönlendirmek istemem. Yanılıyor olabilir miyim? Yani anlayışın konusunda…
Boş ver… Demek istediğim, Kaufman’ı tanır mısın? Bir tanısan… Tanışıyor olman mümkün, belki de değil; hani şu tuhaf senaryoların müsebbibi: vesile anlamında, sorumlu olan diyeyim. İlkinde deseydim… (ikilemlerini belli etme)
Her neyse, “Lütfen bu bahsi unutalım”… Komik ha! Değil. Peki. Hımm. Başarısız bir şakanın temelinde yapılandırılmış… Ne, ha yok sana değil; kendime anlatıyordum.
Öyleyse… 
I-ıhmm-m… Birazdan senin için şunu yazacağım. O adam:     
“Bugün hayatımın geri kalanının ilk günü.” 
… gibi bir cümleyi tuşlarını tedirgin bir özgüvenle örselediği daktilosunun aracılığıyla yazdığında, benzer bir ruh hali içinde kıvranan, kendisine güvensiz ve sıkılgan başkarakterinin ağzına yerleştirebilen bir adam. Yazdığı bu adam öyle bir karakter ki, kendisiyle sürekli didişen ve ayrıca dış görünüşünden iğrenecek kadar memnuniyetsiz ve bu paragrafın hemen tepesinde bir hüyela gibi çöreklenmiş o klostrofobik cümleyi, kendisine telkin edebilecek kadar çaresiz ve anlamsızca ortamda bulunan biri ve işte o ‘biri’ Kaufman. 
Tanıdığın olasılığını bir an için düşündüğüm Charlie Kaufman’dan bahsetmiyorum, boş sayfalara perçinlediği cümlelerin içerisinde beden verdiği Kaufman sözünü ettiğim. Kaufman’ın tarif ettiği Kaufman.
Bu arada, neden “tanıma olasılığını düşündüğüm…” diye yazdım; acaba seni küçümsüyor muyum? Oh kusura bakma; kendime sorduğum bir soru bu, sana değil…
Peki, neden yazıma sanki Kaufman’ın üslubunu kullanıyormuş gibi başladım. Hımm. Bunu fark ettin mi? Nedenin değil, onun üslubunu kullandığımın farkına vardın mı? Tuhaf olan ne biliyor musun? Bir yazının içinde bu kadar çok soru cümlesi olursa, bu yazıyı kim ve niye okusun ki? Sana değil, yine kendime so… Ama cevabı biliyorsan, lütfen çekinme ve bana bildir! Bir yolunu bulursun. Aslında bildiğinden eminim. İkisini de. Cevabı ve iletişim yöntemini. 
Her neyse, mevzu sen ve ben değiliz, hiç olmadı…


Adaptation (Tersyüz):
“Orkideler hakkında ne yazılabilir? Daha önce hiç yazılmadı. Bir senaryo oluşturulabilir mi? Bir filmin ana teması çiçekler olabilir mi?”
Kaufman tam da böyle bir senaryoyu kaleme alsın diye yapımcılar tarafından seçildiğinde, önlerinde çok iyi olduğunu düşündükleri bir örnek “Being John Malkovich, 1999” tüm görkemi ile duruyor. Bu filmin başarısından çok etkilenmiş bir yapımcı olan Valerie Thomas (Tilda Swinton), çok satan bir romanın sinema uyarlaması için Kaufman’dan bir uyarlama senaryo yazmayı düşünmesini ve bu kitabın yazılacak senaryosu hakkında ne gibi fikirlerinin olduğunu öğrenmek istiyor. Kaufman’ın fikirlerini önemsiyor. İlgili ve istekli görünüyor. Ne hikmetse Kaufman da o kısa görüşmede oldukça tutkulu ve heyecanlı hissediyor. Ne de olsa gel-gitleri bol olan ve bunları sıkıntılı seviyelerde yaşayan bir adam o; haliyle davranışlarındaki tutarsızlıklar epey fazla.
Valerie’nin Kaufman’dan senaryoya dönüştürmesini istediği kitap, Susan Orlean’ın çok dokunaklı bir öykü olarak lanse edilen “The Orchid Thief” isimli çoksatan romanı ve dediğim gibi, Kaufman başlangıçta çok tutkulu görünse de, sonuçta o gel-gitleri olan birisi ve bu manada güvenilirliği biraz tartışılır. Kendimi tekrar etmiş gibi hissediyorum, yardım et bana. Aslında bir yazar okuyucusuna bu kadar sıkça sırnaşmamalı; inandığım bir şey bu fakat hey…
“The Orchid Thief” kitabına bir senaryo yazılması fikri ne kadar parlak bir fikir olsa da, işi Charlie Kaufman’ın ellerine emanet etmek de bir o kadar riskli ve çetrefilli olayların fitilinin ateşlenmesi anlamına geliyor. Bu klişe onun kendi kafasında inandığı gerçekliğin tezahürü ve benliğini ne kadar önemsiz hissederse işin merkezine bir o kadar fazla çekildiğini düşünüyor. Güvensizliği arttıkça romanın anlatım dili ve teması içinde giderek bunalmaya başlıyor. Kitapta dolaylı anlatımlarla geçiştirildiğini düşündüğü bölümleri, senaryo diline hangi yöntemle uyarlayacağını bir türlü çözemediği gibi sayfaya ilk kelimeyi bile tuşlamaktan kendini aciz hissediyor. Bu özgüven erozyonu, eline tutuşturulan romanın yazarı Orlean’ı ve yazdığı kitabı bir takıntı haline getirmesine yol açacak kadar derinleşiyor.
Son bir soru. Kesin olmasın ama son olmasını umut ediyorum. (düpedüz yalan söylüyorum)
Yalnızlığın yaratıcılığı tetiklediği fikrine katılıyor musun? Evet, sordum bile. Göreceli olarak mı dedin? Pekâlâ. Sıkıcı ve politik. Yalnızlık sadece kimsesizlikten türeyen bir anlam taşımaz, herkesin içinde de yalnız ve hatta aidiyet duygusundan yoksun hissedebilirsin. Hayatın anlamı yatmıyor bu tarifte, basit ve çok da bilindik. Herkes aşağı yukarı bilir ve yalnızca bir kısmı gerçekten böyle hisseder.  
Bulunduğu hiçbir yerde kendini oraya ait hissetmeyen birisini daktilonun başına oturttuğun anda ister istemez en iyi tanıdığı kişiyi yani kendisini yazmaya başlayacaktır. Çok karışık bir durum olmasa gerek, ama bunu yapan kişiye göre değişir bu değil mi? Demek istediğim böylesine sıkıntılı bir psikolojiden muzdarip Kaufman’ın Kaufman’ı yazması yapmak isteyeceği en son şeyse bile, bunu gerçekleştirmesi halinde varacağı nokta bir o kadar merak uyandıran bir şey. Kendisi için bile.
Kaufman’ın kendi ruhsal iç çekişmesinden türeyen bu istemsiz durum gerçekleşmeye başladığında, asıl sorunun gecikmeye başlayan senaryo teslim tarihi değil de, asıl olarak sipariş edilen uyarlama senaryonun içine başkarakter diye kendisini koymasını yapımcılara nasıl anlatacağı problemi canını sıkmaya başlıyor. Üstelik başlarda, yazmaya uğraştığı senaryonun içinde olduğunun farkında bile değil. Dehşetle farkına vardığında ise, şok geçiren bir adamın histerik feveranı ile yalnızca kendisini her fırsatta aşağılayıp tiksinen mantığının benliğine gönderdiği yazılı bir itirafname gibi, kâğıt tomarlarının masasının üzerinde yükseldiğini görüp, ikiz kardeşine kendisini narsist biri olarak tanımlıyor.


Aslında kendine acıma duygusunun bastırıldığı gösterişçi bir narsistik refleksle işini yapmaya çalıştığı gerçeğini kavraması Kaufman’ı yazacağı senaryodan iyice koparacağı yerde, hikâyeye iyice bağlanmasına ve kitaptaki öyküyü kendi bağlamında yeniden kurgulaması fikrine yol açıyor. Artık yazacağı senaryo yalnızca orkidelerle alakalı olmayıp, Charlie Kaufman’ın orkidelerle alakalı bir senaryo yazma meselesini nereye vardıracağı sorunsalına dayandıran bir senaryoya dönüşüyor.     
Filmde böyle oluyor da peki gerçekte ne ve nasıl oluyor? Gerçekte, Charlie Kaufman 2002 yapımı “Adaptation” filmine Susan Orlean’ın “The Orchid Thief” isimli daha çok röportaj içerikli kitabından uyarladığı senaryonun içine kendisini bir karakter olarak sokup, başrolünü de yine kendisine veriyor. Yani “Adaptation” da geçen hikâyenin kendisi aslında yaşanmış gerçeğin mi kendisi? Hayır. Evet, ama kısmen. 
Lütfen bana sövmeyelim. Ben günün belli saatlerinde bana sövüyorum zaten. Şöyle çekilir misin biraz?    
Charlie Kaufman kendisini alegorik bir çarpıtma ile filmin içerisinde kullanmakla kalmıyor, kitapta işlenen hikâyeyi de yine kendisi üzerinden aynı çarpık karmaşanın etkisine maruz bırakıyor. Bu şu demek: eldeki yazını kurgulama aşamasında daha fazla gerçekliğe ve gerçeğin tersyüz edilmiş kurgusuna imkân tanıyan, tıpkı iç içe geçebilen matruşka biblolar gibi çok katmanlı ve fazlası ile nevrotik bir üslupla anlatılmış hikâyeler ortaya çıkarmak.  
Belki de bu üslubu dengeleme amacı ile filmin öyküsünün içine kendisinin bir ikizini koyarak, aslında olmak istediği Kaufman’ı göstermek istemiş olabilir. Donald Kaufman Charlie’nin aksine son derece girişken ve yapacağı şeyler konusunda hesaplı veya programlı birisi değil. Ben de senaryo yazabilirim, neden olmasın gazıyla kendisini yüreklendirerek Charlie’yi bir hayli şaşırtıyor. Aslında Charlie içten içe ona gıpta ediyor. 
Al sana gerçeğin tersyüz edilmiş hali; aklın karışmasın, dikkatli oku: gerçek hayatta Donald diye bir ikiz kardeşi yok Kaufman’ın, filmin çekilme aşamasını anlattığı gerçekle boğuşturduğu hikâyenin içinde yaratıyor onu. Öte yandan, filmin senaristleri arasında Donald’ın ismi Charlie ile beraber yazıyor. Aslında böylesine psikozlu benliğe sahip bir Charlie Kaufman da yok bana kalırsa; belki de var, neden olmasın ki, yani…
Tınnn…
Tamam, aklıselim olmak gerekiyor…  
Nicolas Cage her iki Kaufman’ı da canlandırırken hayli başarılı. Zaman zaman sakinliğini ve filmin içinde yer alan çift karakterinden ötürü kontrolünü kaybettiği anlar olmuş ve paniklemiş. Böyle anlarda yönetmenden kendisini uyarmasını, çünkü Kaufman’lar arasında gidip gelirken, hangi sahnede kimin olması gerektiği gibi ayrıntıların içinde kaybolduğunu söylüyor.  
Spike Jonze ise “Being John Malkowich” den sonra ikinci kez Charlie Kaufman’la ortaklık kuruyor ve sanki birlikte bir döngüyü tamamlamaya çalışıyorlar çünkü “Adaptation” kısmen o filmle de bağlantılı. Merly Streep ve Chris Cooper filmde hiç ön plana çıkmadan, sade oyunculukları ile ikisi de öykünün birer elementi olmayı başarıyor. 
Aklıma takılan son bir şey daha var, yazıyı bitirmeden önce bunu da söylemeliyim sana…
Yahu, bir insan kendisini ne tür bir izolasyona tabi tutup da başkalarından sıdkını sıyırır ve bu melankolik yapı sonucu ikiz kardeşine soğukkanlılıkla:
“ Sen ve ben aynı DNA’yı paylaşıyoruz; bundan daha büyük yalnızlık var mı? ” diye sorabilir.
Seni bilemem de benim kanım dondu.


30 Ocak 2015 Cuma

Barfly (1987) - Factotum (2005)

Yıllar önce İstanbul Beşiktaş’ta bir kitap evinde çalışırken, gece mesai bitiminde cebimdeki üç-beş kuruşu da çekinmeden feda edip, gece okumak için bazen bir kitap satın alır ve eve öyle dönerdim. Çalışan indiriminden faydalanıyordum elbette. Bu gecelerin birinde, kitap evinin kasasında görevli olan ve çalıştığım süre boyunca bir-iki kez yaptığımız sohbetten anladığım kadarıyla, lafını asla esirgemeyen karakterde çok düzgün bir kızla entelektüel manada tartıştığımı hatırlıyorum veya başlangıç itibarı ile öyle olduğunu söyleyebilirim.
Çıkarken satın aldığım kitabı kasaya girerken, kitabı elinde biraz evirip çevirmiş ve yazarına şöyle bir baktıktan sonra, gözlerimin içine “beni hayal kırıklığına uğrattın; bu kitap alınır mı” anlamı çıkartılabilecek bir bakış fırlatmıştı. Yorgundum ve sanırım bu ayıplayıcı bakış hiç hoşuma gitmemişti. 

-Ne oldu, ne var, dedim biraz sıkıntılı ve boğuk sesimle. 
-Bunu mu aldın? Bu adamı mı okuyacaksın, dedi.
-Evet, Bukowski’yi sevmez misin? Çok şey kaçırıyorsun.
-Senin bu adamı okuyabilen biri olman çok garip. Gerçekten beni çok şaşırttın. Bu denli sığ ve çapsız bir adamı okuman…
-Üstelik çok da severim, dedim. 

Eleştirinin dozunu kaçırdığını hissediyordum ama bir yandan da benim ne okuduğum veya kimi seveceğimle ilgili kendisini neden bu kadar sorumlu hissettiğini de anlamamıştım. Benimle mi ilgileniyordu yoksa! 

-Kadınları hor gören yazılarıyla ün yapmış, terbiyesiz biri… Yazdıklarının edebiyatla ilgisi yok.
-Yanılıyorsun, aslında son derece duyarlı biridir ve yazdığı şiirler de (eğer okumasını bilirsen) içten ve dokunaklıdır. Duru ve manalı bir öfkeyle, zarafetli bir dil kullanır.

Tek kelimesine dahi inanmıyordu. Söylediklerim kulağına sanki kendini bu utanç verici aşağılık durumdan, çaresiz bir çabayla sıyırmaya çalışan birinin manasız boş lakırdıları gibi geliyordu. Bukowski’yi sevmediğini söyleyen ve yazdıklarını açık sözlülükle aşağılayan birisiyle, daha önce hiç ciddi manada bir tartışmaya girmemiştim. Yine girmezdim aslında ama beni ne dürttü bilmiyorum. Günün tüm yorgunluğu üzerimdeydi; diğer çalışanlardan birkaçı da yanımıza gelmişti ve anlaşılan onlar da çıkmadan önce, bu entelektüel kapışmadan kimin galip ayrılacağını görmek istiyorlardı. 
Pekâlâ, bir gösteriye ihtiyaçları vardı ve yazdıkları ile beni silkeleyen bu adamı kimsenin küçümsemesine izin vermeyecektim. Üstelik kızın gözünde ben de topun ağzındaydım. Öyleyse size naçizane bir edebiyat dersi vermenin zamanı geldi dostlar. Tüm gün binlerce kitabın içinde çalışıyoruz, günün sonuna bir anlam katmanın tam sırası değil mi?
Onun benim kelimelerime ihtiyacı yok, diye düşündüm. Bırakayım da bu kapışmanın tartışma unsuru olarak Buk, bu peşin fikirli kızın gözünde kendisini kendi ifadeleri ile savunsun. Kasaya girişini yapmadan önce elinden kitabı büyük bir öz güvenle aldım. Yine baktı. İlk dönem şiirlerinden oluşan bir seçkiydi; (günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali). Yüzüme kendinden en emin ifademi yerleştirdim ve çevremde dikilen diğer çalışanları da, “tamam sizi fazla bekletmeyeceğim, bu tartışmayı şimdi sonlandırıyorum” manasına gelen kararlı bir gülümseme ile süzdüm.

-Bana kalırsa çok önyargılısın ve bence Bukowski’yi çok fazla okumamışsın. Şimdi bu kitabın herhangi bir sayfasını rastgele açıp, sana onun şiirlerinden birini okuyacağım ve dikkatli dinlersen eğer, bu adamın çok sert ama bir o kadar zarif mısralar yazdığını göreceksin. Hazır mısın?
-Boşuna uğraşıyorsun. Bu adamı yeterince okudum ve tanıdım. Fikrimi değiştiremezsin, dedi.

Israrlı inatçılığı sinirime dokunuyordu ama bir yandan da, kendine güveni ve kararlı hali sempatik ve sevimliydi. Onu şaşırtmak heyecanlı olacaktı. Bukowski şiirlerini zaman zaman evde arkadaşlarıma yüksek sesle okuduğum için bu konuda talimliydim. Gırtlağımı temizledim. Çevremdekilere yine küçük bir gülümseme ile baktım ve kitabın ortalarına doğru parmaklarımı yerleştirip gelişigüzel açtım ve kızın önüne koydum. Açtığım sayfaya baktı, ardından diğerleri eğilip baktılar. Yüzlerindeki şaşkın donukluğu fark edip en son ben baktım. Şiirin ismi büyük puntolarla yazılmıştı.

(S..KİŞ OYUNU) 

Kasten yaptığımı düşünüyor olmalıydı ama bu kitabı daha önce hiç okumamıştım. Okumuş olsam bile nasıl bir el hassasiyeti ile bu şiiri özelikle o anda cart diye gözünün önüne açabilirdim ki; imkânsızdı ve kendimi iğrenç bir biçimde tekzip ediyor olmamın da mantıklı bir açıklaması yoktu. Rezalet ve yersiz bir tesadüftü yalnızca. Gözlerini üzerimde hissediyordum. Diğerleri de aynı bakışı üzerimde test ediyor olmalılardı. 
Hemen pes etmedim; eğer ilk dörtlüğü okursam belki o benim bildiğim harikulade dizeler kendini gösterir ve yaşlı Buk’un bu önyargılı kızın gözündeki itibarını yine de bir nebze yükseltebilirim diye düşünüyordum ve beni terse yatıran başlığın altındaki dizelere önce şöyle bir göz attım. Hank yine lafını dolandırmadan söylüyordu: 

“ Gerçekten korkunç şeylerden biri de
   her gece her gece
   artık s..mek istemediğiniz
   bir kadınla
   aynı yatakta olmak.”     

Yeterliydi. Yenilgiyi kabullenmeliydim. Sanırım o da biraz bakmıştı ve haklılığının kanıtlanmış olduğunu belli eden, sabırsız bir puf sesi çıktı ağzından. Kitabı kapattım, o girişini yaptı, ücretini ödedim (çalışan indirimiyle) son kez yüzüne baktım. Yamuk bir gülümsemesi vardı. Sevimliydi. 

-Yarın görüşürüz, dedim. 

Arkama hiç bakmadan çıktım. Dışarıda Haziran serinliği vardı. Yukarıda bir yerlerde “Pis Moruk” elindeki şarap şişesini sallayarak bana gülüyor olmalıydı. İlerde bir gün ben bunu yazarım, diye düşündüm.
Gerçeğe dönüştürmek bu yazının girişine nasipmiş. Nasip, kısmet bağlamına da çok inanırım ya…                           
Charles Bukowski 1989 yılında yayınlanan “Hollywood” adlı kitabında, senaryosunu yazdığı “Barfly” filminin çekim süreci esnasında ve sonrasında yaşananları anlatır. Kendi tarzının oldukça dışında olmasına rağmen yine de okuması çok keyifli bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Bukowski’nin kitapta yazdıklarına istinaden, ilk başlarda filme dair hayli hevesli fakat projenin hayata geçirilme esnasında tam tersi bir isteksizlik içinde olduğunu hatırlıyorum. Yanılıyor olabilirim çünkü kitabı okumamın üzerinden on beş yılı aşkın bir zaman geçti. O yüzden tam tersi bir durum da söz konusu olabilir. Ne diye emin olmadığın şeyler hakkında fikir beyan ediyorsun öyleyse, diyorsun galiba değil mi? 
Pekâlâ, haklısın ama sen de o zaman kendi hafızanın şaşmaz keskinliğini bana kanıtlamak zorundasın. Maalesef kısır hafızalı bir toplum ile birlikte yatıp kalkıyoruz, o zaman kör-şaşı denklemi kuşkusuz benim olduğu kadar senin de nahoş ölçülerde problemin olmalı. Gördüğün üzere bende bir de, laf ve gedik denklemi problemleriyle alakalı karşı koyamadığım bir sempati sorunu var. Hayır efendi! düpedüz ukalasın, dediğini mi duydum. Lütfen nezaketi terk etmeyelim.

(bariz bir şekilde gaipten sesler duyma problemim olduğunun farkında değilim mi sanıyorsun; e yalnızlık birader, havaya üfürülmüş sözcüklerle haşır neşirim burada) 
    
Filmin ön gösterim gecesi yapılırken, davet listesinde ismi onur konuğu olarak yazılan Bukowski ve karısı Linda, salona girip de filmi seyretmek üzere koltuklarına geçtiklerinde, Hank yeteri derecede stres ve bunaltıyı zaten üzerine bir paratoner gibi toplamış gibi duruyormuş. Ardı ardına içtiği içkilerin de etkisiyle mi bilinmez, filmin ortalarına doğru iyice bunalan ve artık tahammülü kalmayan Buk, ekranda Henry Chinaski’yi canlandıran Mickey Rourke ne zaman görünse yuhalamaya ve küfür etmeye başlamış. Filmi izlemeye gelen diğer konukların tepkisini çekmeye başladığında, onların da şahsına bir güzel kaymaya yeltendiğinde ise Linda artık oradan gitme zamanlarının geldiğini anlamış.  Kitapta yazan bu, eğer doğru hatırlıyorsam. Yahu sen burayı bir oku da, inanmıyorsan doğrulamasını kitabı okuyarak zaten yaparsın. Müsaade et. Ne oldu sana, böyle değildin sen…
Yönetmenliğini Barbet Schroder’in yaptığı 1987 yapımı “Barfly” Henry Chinaski’yi seyircisine takdim ederken, sinemadaki tüm o arızalı anti kahraman karakterlerin ne yakınına, ne uzağına, ne de içine katmadan, başka bir konumlandırmayı tercih ederek karakteri anlatmayı seçiyor. Nihayetinde kendine has bir adam ve kendine has bir yazın stili. Hakkını vermek gerekiyor. O yıllarda epey revaçta olan Mickey Rourke da aslında rolünün hakkını veriyor ama anlaşılan Buk, filmi seyrederken tam tersini düşünmüş. 
Charles Bukowski’nin öyküleri, çoğu kimsenin şüpheyle yaklaşmasına rağmen, kendi ifadesi ile de doğrulanmış bir şekilde yüzde doksan beşi oranında otobiyografiktir ve kendisinin alter egosu (diğer ben) olan Henry Chinaski bu öykülerin anti kahramanıdır. 
Chinaski zaman zaman hayatına giren ruhu kemirilmiş, sadakatsiz ve çoğu alkolik kadınların ikamet durağıdır. Otel odalarının münzevi kiracısı veya park banklarını kuş tüyü yumuşaklığındaki yataklara tercih eden bir berduştur; bir de tabi ki süslü kelimelerle donatılmış edebiyatın karşısında elinde haşarat kovucu spreyle bekleyen itici ve edepsiz Amerikan yazarıdır. Çalıştığı hiçbir işte dikiş tutturamayıp kovulan veya kendisini kovdurtan, at yarışı bültenlerinin usta sistemcisi ve sarhoş olduğu zaman kendisini “dünyanın en büyük şairi” olarak tanımlayıp ama bunu hiç kimsenin bilmediğinden dem vuran arızalı bir alkoliktir.
Ulan iyi özetledim galiba; Hank okusa beni de yuhalar mıydı ki?
Şimdi bu tarifin yapısından hareketle, yarattığı karakterle kendisi arasındaki bağlantıyı sana göstermeye çalışayım: 
Bukowski de asla çalışmayı seven birisi olmadı. Onun tarifine göre sistem: ‘kendisini idame ettirecek işgücünün sürekliliği adına bireyleri köleleştiren acımasız bir sömürü çarkından başka bir şey değildi. İnsanın benliğini silen ve bireyleri duygusuz, teslimiyetçi ve itaatkâr bedenlere dönüştüren sistemin kendisi, asla özgür olabileceğin miktarda para kazanmana izin vermiyor ve yalnızca hayatta kalabileceğin kadar bir geliri sana reva görüyordu. Bu gelirse yalnızca seni tekrar işinin başına döndürmeye mecbur bırakan oltaya takılmış bir yemdi ve sen bu yemi afiyetle yemek zorundaydın.’
“ Kölelik yok olmadı, yalnızca bütün renkleri kapsayacak kadar genişletildi.” der Bukowski…
Otuzlu yaşlarının ortasından elli yaşına kadar, nefret ettiği bir postanede ve oranın her departman seviyelerinde ölesiye çalıştığını da unutmamak gerekir. Postane tüm iliğini kurutmuş anlaşılan. 
Senaryosunu yazdığı “Barfly” onun gençliğinde bir bar sineği olarak çoğu zaman, o taburelerin üzerinde kıçını örselettiği dönemleri anlatır. Bildiği birkaç “underground” öykü dergisine gönderdiği hikâye ve şiirlerin bir kısmının kabul edilip, gelecek vaat eden bir yazar olarak tanınmaya başlamasının arifesindeki kıt kanaat geçindiği dönemdir bu. İflah olmaz derecede alkoliktir. İntihara meyilli ve depresif ruh hali onu, bazı gecelerin sonunda takıldığı barın arkasında gözüne kestirdiği yarmalarla yumruk yumruğa dövüşmeye iter. Arada çeşitli işlere girer çıkar ve bu sayede oda kirasını ve alkol parasını denkleştirmeye çalışır. Geceleri onun yazıya dönebildiği güvenli sığınağıdır. 
Bukowski “Barfly”dan pek memnun kalmamış veya karakterinin fazla abartılı jestlerle donatıldığını düşünmüş olabilir ama filmin bir sahnesinde kendisi de bar müdavimlerinden biri olarak rol almıştır. 
Bu sahnede Henry Chinaski, biraz öncesinde yine hiç düşünmeden daldığı sert dövüşün ardından mekân değişikliği yapıp, kuruyan boğazını ıslatma hevesiyle başka bir bara girer ve orada Wanda (Faye Dunaway) adında güzel bir kadına rastlar. Bu harikulade kadının tek başına oturup da içkisini kimsenin ona eşlik etmeden içiyor olmasına şaşırır ve tabii ki buna gönlü elvermediği için derhal Wanda’nın sihirli yörüngesine doğru paytak adımlarla seğirtir. İşte o anda Bukowski, bar taburesinde oturmuş birasını yudumlarken bir yandan da yüzündeki deja vu ifadesi ile olan biteni seyretmektedir. 
Cebindeki son parayı da kendisine ve Wanda’ya içki söyleyerek harcayan Hank, içkisini dipledikten hemen sonra sözü hiç dolandırmadan kadına dürüstçe itiraf eder:

“İşte bu… Züğürdüm; bir içki daha alamam.”
“ Hiç paran yok mu? ”
“ Para yok, iş yok, kira yok; normale döndüm. ”



Varlığının mevcudiyet teşekkülünü dürüst bir sebep-sonuç ilişkisiyle bu kadar basit ve dolaysız bir sadelikte açıklayabilen adama bu kadınlar ne yapsın? Etkileniyorlar haliyle. Evet hemen hepsi çatlak ve ruhu vuruntulu kadınlar ama ruhunun ve aklının ücra köşelerinde boşluklar muhafaza eden kadınlar da hiç yabana atılmayacak kadar etkileyicidirler. Nitekim Wanda kısa bir süre düşündükten sonra, kendisini takip etmesini isteyerek onu kendi kaldığı otele götürüyor.

Hank Chinaski karakteri sinemaya birçok kez uyarlanmış, iyi veya kötü yazarı bir şekilde seyirci ile buluşturmaya çalışılmıştır. Bunların arasında en yeni tarihlisi olan “Factotum” ise yazarın 1975 yılında basılan aynı adlı ikinci romanından uyarlanmış. Bu filmde Chinaski’ye Matt Dillon hayat veriyor.
Dillon’ın Chinaski’ye hayat verirken kullandığı yöntem basitçe, fiziksel jest ve mimikleri minimum seviyede kullanmak ve rolünün gereği bedenini teatral bir oyunculuğa sürükleyecek coşkuyu biraz kısarak daha doğal ve sakin bir üslubu tercih etmek diye yorumlanabilir. Ekranda daha ağırbaşlı ama yine olabildiğince hayattan kopuk bir Chinaski izliyorsun. Kim bilir belki de aktör, yazarın “Barfly” ön gösterim gecesinde çıkardığı karmaşadan haberdardır. Bukowski’nin yaşasaydı Dillon’un yorumundan ne derece etkileneceği muamma elbette, bu bakımdan Rourke biraz daha şanssızmış diye düşünülebilir mi; hmm belki, belki de değil. 
Rourke yazarla birlikte kadeh tokuşturmuş ve onunla içki eşliğinde sohbet etme şerefine nail olmuş bir adam ve o zamanlarda Bukowski’nin kendisini canlandıracak bu genç adamın içki içme kabiliyetinden etkilendiğini ve bunu da dile getirdiğini yine o kitaptan hatırlıyorum. Yahu ister inan ister inanma artık.  
Norveçli yönetmen Bent Hammer’ın 2005 yılında çektiği filmde Lili Taylor ve Marisa Tomei gibi kaliteli kadın oyuncular da Chinaski’nin üşütük kadınlarına beden veriyorlar. Özellikle Lili Taylor’a bir saygı duruşu talep ediyorum. Kabul edenler; etmeyenler! Kabul edilmiştir.
İki film arasında konu edilen dönem arasında fazla bir fark yok gibi. Chinaski’nin neredeyse aynı yıllardaki halini anlatan “Factotum”u “Barfly” filminden farklı kılan ayrıntı ise, alkolik şairin tutunamadığı işlere de ekranda şahit olman. Hatta yönetmen filmin açılış sekansını bile bu fikir üzerinden planlamış. Chinaski’nin çalıştığı işlerdeki komik dikkatsizliğini ve içkiye olan zaafından ötürü içmek istediği zaman hiçbir sorumluluğun onu engelleyememesini sana esprili bir açılış sekansı ile izlettiriyor.
Buz kalıbı üretim fabrikasında çalışan Chinaski’yi eğer dağıtım işiyle görevlendirip de teslimatın ilk durağını bir bara yönlendirirsen,  kalıpların su haline dönüşmesi, Chinaski’nin bara adımını atar atmaz yelkenleri suya indirmesi kadar olağan bir durumdur.
Tıpkı beklenilen sonucun olağan olması gibi:

-Hey Chinaski! Kovuldun!

8 Ocak 2015 Perşembe

Fearless (1993)

Uçmaktan korkar mısın? Hayatında hiç uçak yolculuğu yapmamış biri olarak soruyorum bu soruyu. Masum bir soru. Hani “sen korkmuyorsan ben de uçayım o zaman” gibi bir merakım yok, yanlış anlama. Asıl niyetim o kadar saçma ki - sen oku yazacağım şimdi…
Aslında uçak yolculukları ile alakalı olarak, sadece bir kısım genel terimler hakkında bilgim var. Sığ denilebilecek teorik bilgiler ile uçma pratiğinin karşılaştırılamayacağını ben de farkındayım ama bu yüzden kendimi eksik falan hissetmiyorum. Ha yani bunu bil de. Yeryüzü ile arama asla kilometre farkı koymadığıma pişman değilim; bu yüzden dediğim gibi, sana gıpta ettiğim falan yok. Amacım ise (hani saçma demiştim ya) yazının ilk versiyonu pek hoşuma gitmedi ve yeni bir başlangıç paragrafı yazayım dedim, o kadar. Bu da güzel olmadı gerçi; ne oldu, kızdın mı?
Ne kadar anlayışlısın. Öyle olduğunu düşünmek zorundayım çünkü.
Bence uçma korkusu, bindiğin uçağın yeryüzüyle bir sonraki temasının bir enkaz halinde olacağı paranoyasından kaynaklıdır. Sağ çıkma ihtimali, bir Japon balığının akvaryumun dışında da nefes alabildiğinin farkına varıp, heyecanlı bir hevesle evrim zincirine yeni bir halka ekleme şansından biraz daha fazladır. Sen daha uçmaya devam et!
Bu yüzden, bir uçak düştüğünde o enkazdan sağ salim kurtulan insan evladı bir mucizenin gözler önündeki kanıtı olarak kabul edilir; buna bir itirazın yoksa devam edeceğim. Bu insanın bir de kahramana dönüştüğüne tanıklık ettiğini düşünmeye başla. Sadece kendi kıçını kurtarma telaşına kapılmayıp, hala yaşayan birkaç yolcunun da enkazdan çıkmasına öncülük etmiş olmasından dolayı kahramanlık payesi ile onurlandırılmış bir insan.
“Max Klein”in başına gelen de aynen böyle bir durum. Aniden hiç beklemediği ve asla kabul etmeyeceği bir ilginin öznesi durumuna geçmesi, insanların gözünde neredeyse “Kurtarıcı İsa” gibi nurani bir konuma yükselmesi Max’i kendi benliğine karşı o kadar sağaltıyor ki, benzeri olmayan bir psikolojik soyutlanmanın eşiğinde kendini tüm lanetlere karşı tütsülenmiş bir KORKUSUZA dönüştürürken bir yandan da kendi varlığına karşı tehlikeli bir adam haline getiriyor.
İnsanların nazarında kusursuz bir ikon haline gelip, aslında ruhen dramatik bir düşüş ve parçalanmanın eşiğinde olduğun gerçeğiyle yüzleştiğinde, kendi bedenin içine hapsolduğun bir kabuk haline dönüşüyor. Belki fazla iddialı laflar bunlar ama telaşa gerek yok, benzerlerinden bende çok olmasına karşın az ve yerinde kullanmaya özen gösteriyorum. Kendime çok kullanırım da, seni sakınıyorum.


1993 yılı yapımı olan “Fearless” usta yönetmen Peter Weir’in kariyerindeki son dört yapımdan biri. Verimlilik bakımından hayli ketum davrandığı çok açık. Her çektiği filmin bir (Ölü Ozanlar Derneği,1989) veya (Truman Show,1998) kadar klasik ve kült normlarında olmasını zaten beklemiyorum tabi ki, fakat Weir aksini düşünüyor olsa gerek.
Jeff Bridges’ın canlandırdığı “Max Klein” bir uçak kazasından yalnızca tek bir çizikle çıktığında, hayatının tüm dönemlerinde kendisine engel olarak tanımladığı her şeyi artık aştığını düşünmeye başlar. Trajedi onun için artık, içinden yararak geçtiği kocaman bir dağ gibidir; hala reaksiyon gösterdiği birkaç şey kalmış fakat onlar da insanları şoka uğratan sıra dışı tepkilere evrilmiştir.
Kendisinin ölümsüz olduğunu hissetmeye başladığı anda, bu sanrı bir meydan okuma merakına dönüşmekte gecikmez. Çünkü ölüm yanından teğet geçmiş ve onu ıskalamıştır. Tek şansını kullanmakta başarısız olmuş ve artık ona ulaşma şansını kaybetmiştir. Max ölümü yendiğine inanır. O eşiği aşmış ve bir başka benlikte tekrar yaşamaya başlamıştır.
Sana filmin konusundan bazı ipuçları veriyorum ve bu biraz haksızlık biliyorum ama Max’in fütursuz kayıtsızlığını daha başka bir yoldan nasıl anlatabilirim bilemiyorum.
“Dokuz metrelik tramplenden baş aşağı atladım, ne kadar cesaretliyim” gibi bir şey değil ki bu.
Ölümü sınamak bir bakıma dolaylı yoldan Tanrıya meydan okumak anlamına gelir. Max sanki ölçülü gibi duran duru sakinliğini, bazen istemsiz fakat çoğunlukla bilerek Tanrı ve kendi arasında olduğunu hissettiği bu yaşam düellosu kapışmasıyla gerilimli bir moda sokup, çoğunlukla da hoyrat bir cesaret gösterisiyle sonlandırıyor. Bu tehlikeli düelloları kazanmaya devam ettikçe, aklında ölümü yendiği düşüncesi de güçlü bir şekilde pekişiyor.
Max’in içsel doğasındaki ruhsal değişimin zirvesi, yüksek bir binanın damına çıktığında içinden bir volkan gibi patlayan çığlığı ile birlikte geliyor. Her türlü duygusal yükümlülüklerine kendi bilincini kapattığı o an filmin en etkili sahnelerinden birisi. Yükseklik korkun varsa eğer acilen bir yere tutunma ihtiyacı hissedebilir veya oturduğun koltuğun dibine kadar gömülebilirsin. Biliyorum çünkü ben de çok yükseklerin adamı değilim.
Statü manasında söylemedim elbette ama zaten sen anladın. Misal:
Bkn. Örnek 1 -hemen yukarıda belirttiğim üzere, uçma isteksizliği ve seni de bu yönde beceriksizce ayartma girişimi (ikna olduysan eğer bu senin kabulün; “kendi haneme bir artı puan ekledim, aman ne güzel” diye düşünecek biri değilim ve aslında uçup uçmaman umurumda değil)…
Ama uçarsan olacakları biliyorsun…
Max insanların ısrarcı yapışkanlığından bunaldığı bir anda sığınabileceği en güvenli yer olarak binanın merdivenlerinden yukarıya doğru kaçar gibi çıkması da enteresan. O merdivenleri kendi dönüşümünün bir nevi miladı sayılabilecek uçak kazasına nazire yapan bir isteklilikle ve sanki annesinin kucağına dönmeye çalışan bir evladın sabırsız taşkınlığına benzer bir acelecilikle üçer beşer çıkarken, kaçmaya çalıştığı yükseklik ancak Tanrıya meydan okuyan birinin olması gereken yeri hissedeceği bir mekân güzergâhıymış gibi geliyor bana.
Beton korkuluklarının üzerinde dengesini zar zor sağladıktan sonra Max Klein, sanki bir parantezin içine sıkıştırdığı gırtlağından yırtılıp kopan çığlığını, kanıksanmışlığa ve ikiyüzlülüğe isyan eden bir çaresizlikte, yeni benliğine bir başkaldırı ilanı uzatır gibi kendisinden ayırıyor. İnsan doğasına yönelik bu aşırı tiksinti, onu derinlere batan bir taşın sabırsız merakından daha koyu bir olgunlukla kabul gören yeni benliğine o kadar çabuk uyum sağlamasına imkân veriyor ki, dönüşümündeki sakinliği sanki bedenine bir şey şırınga edilmiş de bu ani durağanlığa ve histeri krizini andıran coşkuya sebep olmuş izlenimini veriyor.
Kendisi ile gurur duyan ifadesiyle hem yeryüzünü hem de gökyüzünü kucaklayan iki yanına açılan kolları, iç dünyasında ölüm ve dolayısıyla Tanrı ile arasında tekrarlanıp duran düellodan yine galip ayrılmış olmanın verdiği hazzı simgeler biçimde.
Max’in kendisini her şeyden soyutlaması, kuyruğunu kaybeden kertenkelenin o kuyruğa yeniden sahip olacağını bilmesine benzer bir olgunlukta. Bu bilgelik yüzünden okunuyor. Tek derdi ise, dönüştüğü bu adamı kimse anlamıyor ya da karısı gibi onu eski haliyle görmek istiyor.
Zaten binanın tepesindeki o yükseklikte Tanrının tahtına oturmasına ramak kalmışken, onun bu motivasyonunu darmadağın eden de yine karısı oluyor.
Doğmak zaten olası da, şahsına münhasır insana dönüşmek herkesin başarabileceği bir şey değil.