19 Temmuz 2017 Çarşamba

War for the Planet of the Apes (2017)

birincisi if a tree falls: a story of the earth liberation front, ikincisi de the day the earth stood still olan listeye üçüncü filmi de bugün eklemiş bulunuyorum: war for the planet of the apes! aşağıda yazdıklarımı war for the planet of the apes filmi uyandırdı, ve aynı duyguları-düşünceleri daha önce yazının başında adı geçen filmler uyandırmıştı.. zaman zaman öğrencilerime o filmleri izletiyordum, şimdi de üçüncü alternatif olarak bu filmi o listeye ekliyorum.. 

DOĞAL OLARAK, YAZI BOL SPOILER İÇERİR :)

ilk iki planet of the apes filmini evde dvd'den izlemiştik ve uzun süredir üçüncüsünü bekliyordum.. oh sonunda geldi! oh hem dublajsız hem de üçüncü boyutsuz iki seans varmış ve birine ucu ucuna da olsa yetiştik! hem de ilk hafta! 

beklentimin ne olduğunu hatırlamıyorum, sadece önceki filmlerde uyanan heyecanım dinmemişti ve artık hikayenin bir sona varması gerekiyordu, sanırım bunu bekliyordum.. peki neyle karşılaştım? haysiyetten yoksun, bişeref, sağduyusuz ve tabii ki haddini bilmez insanoğlu hakkındaki genel düşüncelerimin yönetmen tarafından da bu kez daha net olarak filme yansıtılmasıyla.. ilk anda içimdeki tüm mutluluğun yok olacağını sanmıştım, maymunlara haince saldırılıyordu.. ama filmin gidişatı maymunların hak ettikleri zaferi kazanacağını göstermeye başlayınca azıcık da olsa ferahladım.. içim rahat izledim filmin dörtte üçünden fazlasını.. 

zaten bu maymunlar neden dağa çıkmıştı? insanların zulmünden kurtulup, özgür yaşamak için.. orada da yine insanlar yüzünden birbirlerine düşmüşlerdi (daha çok ayrıntı için, ikinci filmi bir daha izleyip hatırlamam lazım) sonunda da dağda/ormanda bir avuç denecek kadar nüfusla, insanlardan uzak, sadece kendilerini korumaya çalışan abilerimiz-ablalarımız olarak hayatlarına devam ediyorlardı.. işte hikaye bu haldeyken, savaştı, esaretti derken can alıcı birkaç sahne demo'nun* içindeki insan sevmeyen yanı yine uyandırdı.. film boyunca yaptıkları terbiyesizlikleri "hadi savaş halidir, savaşta birçok şey mübahtır" diyerek sineye çekmeye çalıştım.. ama filmin sonundaki çatışmada albay'ın askerleri, dışardaki büyük insan ordusuyla savaşırken, hem de muhtemelen kaybedecek durumdalarken, sen kalk çatışmadan uzaklaşmaya çalışan maymunlara ateş aç!!!! lan adi insan! kendi dötünü kurtarmaya baksana sen.. sana hiçbir faydası olmayacak eylemlere neden girişiyorsun?? o sahnede karşıdan gelen düşman askerlerini bırakıp, hem de kendin ateş altında canını kurtarmaya çalışıyorken, bir yolunu bulmuş ve olay yerinden zararsızca uzaklaşmaya çalışan maymunlara ateş etmeye başlamanın mantığını anlayan varsa beri gelsin.. 

filmin daha da sonlarında, caesar yanmakta olan karargâhtan duvara doğru koşuyorken, vurulmasına ne demeli peki.. iki ayrıntı var burada: ilki, onu vuran askerin, filmin başında maymunlara esir düştüğünde, onu öldürmesinler diye korkudan altına edercesine yalvaran tabansız insan kişisi olması.. ve caesar açıkça barış yanlısı olduğunu iletmişti bu tabansızı ve ele geçen diğer arkadaşlarını öldürmeyerek, albay'a barış çağrısı sayılabilecek bir mesajı onlarla yollayarak.. ikincisi de eylemin oluşmasındaki motivasyon eksikliği/eylemin gereksizliği: bu vefasız, asshole insan** bir anda caesar'ı -hayatını bağışlayan maymunu- hiç bir sebep yokken, saldırıya uğramamışken, canını halen ona borçluyken sinsice, arkadan vurdu!!!! o anda başka insanlarla savaşılıyor ve ceasar'ı öldürmenin tek bir faydası bile olmayacak! AMAN TANRIMMM!!! insan gerçekten pek de adi bir varlıkmış, heyhat! ben zaten biliyordum da, yönetmen kitlelere de duyurmuş oldu aynı film içinde en az ikinci kez, hem de şüphe götürmez biçimde.. ceasar canını bağışladığı o askerin attığı ok yüzünden öldü filmin sonunda..

ceasar'ın ölümü bizi filmdeki ikinci önemli noktaya getiriyor.. maymunlar ne de güzel ölüyorlar, benden başka kimsenin dikkatini çekti mi acaba? oh ne harika, patır patır harcanıp gidiyorlar demek istemiyorum tabii ki :)) yaşamlarının son anının nasıl olduğuna dikkat ettiniz mi? huzur içinde ölüyorlar.. son nefeslerini veriyorlar ve bu kadar.. vücuttaki havanın boşaldığını görüyoruz sadece.. maymunlar ölürken o an pek fazla romantikleştirilmiyor, acı verici ya da beklenmeyen olarak resmedilmiyor.. filmde yattığı yerde ölen iki veya üç insan vardı sanırım.. ve üç de maymun: ceasar, luca ve askerlerin kampında ceasar'ın işkence ağacından indirdiği maymun.. üçü de çırpınmadan, acılar içinde kıvranmadan (ki, üçüncü maymun kesinlikle acılar içindeydi), olayı büyütmeden, huzur içinde bu dünyadaki son nefeslerini verdiler.. çok dramatikleştirmediler bu yaşam formunun sonlanmasını.. benim gözümden sebebi şudur: hayvan, doğanın ayrılmaz bir parçasıdır, soğukta giyinmesi gerekmez***, sıcakta da toprağa sığınıp serinler mesela.. aynı zamanda, hayvan ölürken başka bir dünyaya gitmek, bununla ilgili hesaplar gibi şeylerle kafayı bozmuş değildir, sadece doğal olanı yaşar, doğal süreçle geldiği şekilde.. daha önceki sahnelerden birinde de gördük ki, çığ düşerken bütün maymunlar o ana kadar yaptıkları gibi yine doğaya sığındılar ve ağaçlara tırmanarak kurtuldular.. çünkü maymun nesli biliyor ki "biz doğaya bile-isteye hiç zarar vermedik ki, o da bize vermeyecektir".. bu durumda, ölüp doğaya karışmanın dramatikleştirilmesi, sanki çok beklenmedik ve korkunç bir şeymiş gibi karşılanması koca bir saçmalık değil de nedir a dostlar?

hasıl-ı kelâm, hayvan her şart altında iyidir.. her şart altında hayvan, insandan daha iyidir.. saftır, temizdir.. köşe bucak koşarak kendilerinden kaçtığım arılar da dahil, insanın içinde var olan o karanlık, hayvanda yoktur.. sebepsiz öldürmez, gereksiz öldürmez.. ben bu filmde de bunu gördüm.. aslında gördüğüm tam olarak bu değildi yahu.. ama silmiyorum bu paragrafın başında yazdıklarımı.. bu filmde gördüğüm şuydu: insan kötü bir şey.. vefasız, kıymet bilmez, haddini de bilmez, doğada çıplak haliyle hayatta kalamayacak olmasına rağmen doğaya saygı duymaz, ondan korkmaz, empati yoksunu bir varlıktır.. demo neden çocuk sevmez sorusu akla geliyor: çünkü o kundaktaki halinden çıkar çıkmaz, hemmen, hiç vakit kaybetmeden insanlık yapmaya başlayacak, bu da yetmezmiş gibi insanlık konusunda uzmanlaşacak ve erişkin bir insana dönüşecektir o masum bebek.. 

* selam ey okuyucu, ben demo :)

** bkz. hakaret olarak insan sözcüğünün kullanılması


görsel şooordan 

11 Mayıs 2017 Perşembe

Frank (2014)

Dur bir saniye, dur! Kenara çekil biraz; çekil, kusacağım şuraya!

Şu dünya üzerinde, ancak belirli bir azınlığı oluşturan insan kalabalığı için, muhtemelen iki kafatasını dolduracak kapasiteyle çalışan bir beyni muhafaza ettikleri söylenebilir. Maalesef sadece o kadar.

Kalabalığın önemli bir bölümü, kafatasının içinde sadece büyük bir boşluk taşır ve aslında kendilerinde hiç var olmamış bir şeyin ağırlığından bîhaber olduklarından, taşıdıkları sandıkları şeyin hafifliğiyle övünürler! Suratlarının her bir çizgisi ve dönemecinde kendini belli eden o kibirli böbürlenme aslında: büyük bir yanılgıyla saç ve kemiğin altında bir yerde var olduğunu sandıkları zekâyı, üstelik şu adamda ya da bu kadında olan da değil; daha üstün bir zekânın göz kamaştıran parıltılarını, beyin kıvrımları arasında ki devasa bir alan içinde, karanlığı dağıtan ışıltılı havaî-fişek patlamaları benzerliğinde saçtıklarını düşünerek ve dahası gerçekten şaşırtıcı bir pişkinlikte, hakikaten saçma –yo hayır- düpedüz mide bulandıran salak bir tevazu kimliğinde, ‘böylesine seçkin bir kelleyi bakınız ne kadar kolaylıkla ve zorlanmadan omuzlarımın üzerinde taşıyorum görüyor musunuz’ mealinde bir ifade telâşının şişkinliğinden öte bir şey değildir.

O küçük azınlığın yurttaşlarıysa hemen göze batmak konusunda oldukça yeteneklidirler. Kişilikleri ayrıksı bir bütünlüğe sahiptir. Yollarını suyun akışına göre belirlemekten hoşlanmazlar. Bilirler ki, akıp giden o suyun içinde tek bir damla bile değillerdir. Sadece bir yolunu bulup, mümkün olan en kısa sürede başka bir yöne doğru akışkanlıklarını kaydırmak suretiyle, kendi oluşturdukları su yatağında akıp gitmeyi tercih ederler.

Söz konusu olacak adamın, yani okuyacağını umduğum bu yazının içeriğini oluşturacak adamın, genel olarak ayrıksı bir karakteri var. Yani geneli oluşturan nüfustan ‘genel olarak’ ayrıksı!

Anlatabiliyor muyum bilmem? Gerçekten bilemiyorum; bilmediğim bir şeyi de haliyle sana soruyorum. Beni anlamanı isterim ama sadece anladığını ummaktan başka ne yapabilirim ki. Belki sen sadece kafanı sallamak dışında bir şey yapabilirsin. Anlıyorsun değil mi? Aramızdaki bu iletişim kaygısı ne ara oluştu acaba? Merak etmiyor musun? Evet, ben de…

Adamdan bahsediyordum. Edecektim…
İsmi Frank.


Frank’in iki tane kafası var! Gerçek anlamda; öyle söz gelimi değil; inan bana. Ahşap olanı kan ve kemik olanın üzerinde! Aklı ve hayal gücü ikisini de dolduracak kadar geniş! Müzisyen.

Müzisyenliğini şimdilik şu köşeye emanet bırakalım; güvenilir görünüyor. Ben onun kafalarından bahsetmek istiyorum sana. Çok bir şey söylemeye gerek yok aslında. Onu herkesten farklı kılan bu görüntüsü yalnızca bir ihtiyaçtan kaynaklı. Masumane bir kendini sakınma ihtiyacı diyorum ben. Zaman zaman herkesin duyumsayacağı bir gereksinim bu ve onu doyurmak azmiyle, belki sempatik ama oldukça tuhaf bir kukla kafanın içine gizlenmeyi seçmiş birisi o.

Elbette Frank’in ruh sağlığı konusunda dakikalarca yorum yapabilirsin. Yani psikolojide, onun bu özgür seçimine tanı olarak konulacak bir sürü tarif ve isim var. Orası kesin. Fakat tarifler ve tanılar asla eğlenceli değillerdir. Dolayısıyla yelkeni bu öğretilerin rüzgârıyla şişirmeyelim. Her zamanki gibi senin ve benim üfürüğümüzle yetinsek de idare ederiz. Alışkanlıkları bırakmanın sırası değil.
Bir alıntıyla devam etmenin tam sırası!

Mesela Bukowski, çoğu zaman insanlar için, “birer bok çuvalıdırlar” deyişini kullanır. Düz yazılarında veya şiirlerinde, bu yargısını hiç değiştirmez. Belki de bu ön yargılı gibi gözüken ithamla aslında onlardan çoğunlukla uzak durduğunu anlatmak ister. Haksız sayılmaz. O da, kendi yelkenine güzel üfürürdü.

Frank’in tavrı da bu mantığa yakın görünüyor sanki. Yöntem olarak naif, etkili ve hayli dikkat çekici ki dikkatleri üzerine toplamak gibi bir niyeti olduğunu hiç sanmıyorum. İnsanların arasında olma zorunluluğu doğduğunda bile kendini onlardan sakınmanın veya aslında orada olmamanın çaresini arıyormuş gibi geliyor bana. Anlamsız veya acınası bir şeymiş gibi görünebilir ama bu onun seçimi.

Kendisini izole eden bu abartılı haline (tabi kendince hiç öyle değil) belki de biraz empati duygusuyla yaklaşmak gerekiyor. En azından onlarla kendi arasına fiziki bir bariyer koymasının niyeti yalnızca herkesten uzak durmak istemesinden kaynaklıysa eğer, kendi adıma rahatlıkla bu düşünceyle empati oluşturabilirim diyorum.

Sen aynı fikirde olmayabilirsin. Öyle misin?

Farkında olmayabilirsin ama az önce ikimiz aynı kayıkla açıldık. Unuttun mu? Yahu, yelkene üfürüyoruz ya beraber!

Frank izolâsyonu gereği o kocaman ve olasılıkla tahta alaşımlı kafayı bedeninin doğal bir parçasıymış gibi kabullendiği yetmezmiş gibi, bir de sanki onunla beraber doğmuş gibi yaşıyor hayatı! Evet! Hijyenik koşullar düşünüldüğünde mide bulandıran ayrıntılar gelebilir aklına. Haklı olabilirsin. Dediğim gibi, bu onun tercihi.

Yine de, dışarıdaki dünyayı üzerindeki ahşap kafanın göz oyukları ardına sakladığı çekingen bakışlarının merakıyla izlerken, büyük bir nezaket göstererek, yüzünde oluşan ifadeleri tarif etmekten de çekinmiyor. Hoş bir ayrıntı değil mi? Tiksinti duyuyorsa en küçük detayına kadar yüzünün aldığı şekli anlatmaya başlıyor! Memnuniyetinde, yüzüne yayılan gülümsemesinin hangi yönlere doğru kıvrıldığını betimlerken, gözlerinin içinde tomurcuklanan sevecen bakışı anlatmayı da unutmuyor. Al sana olağanüstü ve takdire şayan bir jest işte! Sıra dışı ama elbette biraz da sinir bozucu. Onun bu iyi niyetli jestinden herkesin hoşlandığını söylemek biraz zor.

Frank’in müzikle olan bağına gelirsek, melodilere olan duyarlılığı ve beğenileri de aynen dış görünüşü kadar sıra dışı. Besteleri ve şarkı sözleri, müzik piyasasında ki genel akımı oluşturan beğeni ölçülerinden hayli uzak! Kendi grup arkadaşları bile bazen onun ne yapmak istediğini anlayamayabiliyorlar ama sonsuz bir güven duydukları da kesin. Sözler, bazen sıradan objelere karşı hissedilen gıpta etme duygusuyla ya da onlara karşı yapılan komplimanlarla ilerleyebiliyor.

Melodiler, karışık ve tekdüze seslerin kombinasyonundan oluşabildiği gibi bazen bir melodiden bile bahsetmek mümkün olmayabiliyor. Bir kapı gıcırtısının, Samanyolu Galâksisinin o huşu veren tiz ve boğuk sesleri ihtiva eden karmaşasından oluşan halüsinatif uğultusu kadar etki yaptığı veya bir yaprak hışırtısının bile tek başına, bir şarkının ana teması olarak düşünebilecek kadar coşkun ve kaygısız biri.

Fakat yaptıkları işten keyif aldıkları kesin. Aralarına sonradan katılan Jon Burroughs’un dışında gruptaki her eleman ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor sanki. Jon dışında kimsenin popüler olma kaygısı yok. Frank’in içe dönük karakterini grup elemanları da içselleştirmiş ve çaldıkları enstrümanlar bir tercüman gibi sadece içgüdülerinin dışavurumuna yardımcı olmaya yarayan aracılar haline gelmiş.

Biraz kısa tutmak istiyorum bu yazıyı. Nedenini henüz bilmediğim ve çok da umursamadığım herhangi bir sebepten ötürü belki de. Sözün özü:

“Frank” herhangi bir sahnesine dikkat kesildiğim ve sana “şu sahneye mutlaka bakmalısın!” diye işaret edeceğim bir film değil, çünkü her sahnesiyle keyif veren, iyi ki yapılmış diyebileceğin, diğer yapımların dışında olan ama korkutucu bir mesafeyle değil de onların hemen biraz ötesinde duran bir yapım. Ne dedim ben? İyi bir tarif olmadı. Yalnız, hatırlarsan tarif ve tanıların sana ve bana pek bir faydasının dokunmayacağında karar kılmıştık. Öyleyse endişelenecek bir şey yok. Son paragrafı göz ardı edebilirsin.

Son diyeceğim,
Filmi unutulmaz yapan ve neredeyse birer kült haline dönüşen o şarkıları, gerçek hayatın içinde ve sıradan görünen bir konserde dinleyebilmek mümkün olsaydı eğer acaba ne olurdu? Çok düşünmene gerek yok çünkü bu gösteri çoktan yapıldı bile. 2014 yılında grubun her bir üyesini canlandıran aktörlerin sahne üzerinde, canlandırdıkları karakterlere yeniden bürünerek, o tuhaf besteleri canlı olarak çaldıkları küçük çaplı bir konserde, Soronprfbs’u canlı olarak seyretme fırsatı yaratılmış.

Frank’i o tuhaf kafası dışında kanlı-canlı, sempatik görüntüsünün altında yatan ince nezaketiyle birlikte seyretmek New York’lulara nasip olmuş. Onlar için gerçekten güzel bir deneyim olmalı.

Peki Frank gerçekten kim; merak ettin mi?


27 Ocak 2017 Cuma

Miller's Crossing (1990)

İnsan zihni ya da doğasının ne kadar enteresan güdülerle donatılmış olduğunu hiç sordun mu kendine; hiç aklının bir köşesine kurulup oturdu mu böyle bir düşünce? Bu güdülerin, en uygunsuz anlarda bile aklımızı ele geçirecek kabiliyette olması gerçeği var bir de kuşkusuz! 
Yaşamı gerçekten tuhaf şartlanmalarla kabulleniyoruz. 
Örnek mi: Neden, öldükten sonra bedenimize ne olacağı ile bu kadar endişeliyiz? Biraz düşünsene, iç karartan, anlamsız bir endişeyle sarmalanmışız.
Hadi, bu endişeyi alevlendirecek geçerli bir sebep yaratalım. O da dolaylı bir sebep... 
Diyelim ki; kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdesin. Niye mi? Belki de, az sonra hayatını sonlandırmak amacıyla birkaç kiralık katil tarafından sürüklenmişsin bu ücra yere! Öldürüleceksin! Ne yapmışsın kim bilir. Bana sorma. Kendine sor. Ben sana sadece son dakikalarını saydığını söylüyorum. 
O esnada aklına yaşadığın tüm hatıralar hücum etmeye başlıyor. Aralarında iyisi yani eğlencelisi de var, hatırlamak istemediklerin de. Bir kısmı seni salya-sümük ağlatmayı başarabilecek düzeyde. Bazılarını sen mi yaşamışsın; bunu bile hatırlamıyorsun, içinde derinlere bir yere gömüp bırakmışsın. Bilinçaltı bataklığına sürüp orada terk etmişsin. Senin için en gaddar kaçış yolu hangisiyse onu uygulamışsın. Uzatmayayım, zaten biraz sonra senin adına hiçbir şeyin önemi kalmayacak. Adımlarını kendi ölümüne doğru yalpalayarak atıyorsun. 
Birdenbire aklına böyle bir yerde ölmek istemediğin düşüncesi geliveriyor ve umutsuzca bu düşünceye bağlanıyorsun. Giderayak bir amaca tutunmuş oluyorsun belki de, ne bileyim. 
Sonra bu düşünce, o kısacık kalmış yaşam sürende içinde iyice kök salmaya başlıyor ve anîden geride kalacak olan cansız bedenini dert etmeye başlıyorsun (hoppala!) öyle ya, sen bu bedenden ayrılıp gittiğinde (kafanda ki bilgi bankasında bu şekilde kodlanmış) ardında bırakacağın bedenine ne olacak; öylece terk edilip gidilecek mi yoksa yalandan açılmış bir çukura gelişigüzel itelenip üstü mü örtülecek? Bir mezar taşı bile reva görülmeyecek mi? E koydun taşı, peki kim gelip de ziyaret edecek bu yabanıl ve dolayısıyla medeniyetten uzak yerde. Buraya getirildiğinden hiç kimsenin haberi yok ki!

Haberleri olsa zaten ölmene ne gerek var. Yardım ederler, polisi ararlar, niye öleceksin ki…

Yo olamaz! Sen bunu hak etmedin!  
Biraz sonra öleceğin gerçeğinden uzaklaşarak, tüm benliğinle endişelerini, ardında bırakacağın bedeninin akıbeti hakkındaki kuruntulara yoğunlaştırıyorsun. Hani neredeyse, çocuğunu bir hayır kurumu kapısına bırakıp giden çaresiz bir ana-baba hissiyatına yakınsın. Bu bedene ne olacak! Bu hiç âdil değil. O bunu hak etmedi! 
Akıl alır gibi değil.
Sinema, bedenini huzura kavuşturmaya çalışan tekinsiz ruhları konu edinen filmlerle dolu. Yazılan senaryolarda öldürülerek bir yere atılmış ya da rastgele gömülmüş bedenlerinin peşine düşen ve bu uğurda yaşayan insanlardan medet uman ruhlardan geçilmiyor. Televizyon dizilerinin bile bir kısmı mutlaka bu konuya değinen bölümlerden oluşturuluyor. Bazılarını seyretmek keyifli; tamam, kabul.
Coen’ler de böyle yapmış demeyeceğim. “Miller’s Crossing” çok daha farklı bir hikâyeye sahip. Amerika’nın 1920’li yıllarına tekabül eden ve Prohibition diye adlandırılmış bir dönemde, içki yasağını kanunlaştıran, sıkıntılı bir zamanın içerisinde farklı bir aşk öyküsünü odağına koyan bir film. İçerisinde Coen’lere ait tüm tanıdık klişeleri bulabileceğin, romantik olduğu kadar elbette komedinin drama ile kol kola gezdiği ve hani neredeyse Coen Kardeşlerin filmografisinde klâsik bir yapıt haline dönüşmüş, çok iyi bir yapım.
Fakat biraz yukarıda tarifini yapmaya çalıştığım bedenin akıbeti meşrepli, endişe telâşına düşmüş insan modelini, Coen’ler bu filmde, anlattıkları mevzunun içine o kadar isabetli bir gerçeklikle yerleştirmişler ki; daha fazla söze ne hacet! 
Kendisi önde, az sonra beynini Miller’s Crossing denilen ormanlık alanın ince, kuru sarmaşıklar dolanmış toprağına saçmak üzere olan adam arkasında, ağır aksak ilerlerken gördüğün bu iki kişiden önde yürüyeni, yani bahsettiğim güdülerin zihnine olanca hızıyla hücum etmesi an meselesi olan Bernie, ciğeri yerinden sökülürcesine feryat ederek, cellâdı olarak tayin edilen, arkasında elindeki silâhla ağır ağır yürüyen Tom Reagan’dan merhamet dileniyor; istemsizce sarsak bir yürüyüş modunda. Tökezliyor, sık sık arkasını dönüp dehşet bürümüş gözlerini kocaman açarak Tom’a ve elindeki silâha bakıyor, telâşlı bir monolog eşliğinde tekrar tökezliyor…


Peki, Bernie Bernbaum bu sonu hak edecek ne yapmış. O küçük çaplı bir düzenbaz; boks maçlarına bahis oynatırken bir yandan da ayarlanmış maçları başkalarına tüyo karşılığında satarak kazancını üçe-dörde katlıyor. Johnny Caspar adında, çocuğunu severken dövmekten hoşlanan bir mafya babası, bu boks maçlarını kendisi ayarlamasına rağmen umduğu parayı bir türlü kaldıramayınca tüm cinleri tepesine vuruyor ve Bernie için katli vaciptir izni koparmaya çalışıyor. O icazet kendisine verilmeyince de bu işi kendi bildiği yollardan halletmeye niyetleniyor. Tom Reagan işe böyle dâhil ediliyor.
Hesap Miller’s Crossing’de kesilmek üzere Bernie paketleniyor. Tom bu öldürme işinin kendisine itelendiğinden habersiz. Silâh eline tutuşturulduğunda ne yapacağını bilemiyor ama renk vermemek zorunda çünkü hali kazırda yürüyen bir plân var ve bu plânın ifşa olmaması çok önemli. Belki daha da önemlisi Bernie’nin, her gece yatağını paylaştığı kadının kardeşi olması! Yani Tom Reagan ikilemde. Yapabileceğinden çok emin değil. 
Bernie bunu hissediyor ve Tom’un bu ikircikliğinden, bir şekilde hayatını kurtarmak için faydalanmayı umuyor ama ortada kesin olan bir şey var. O da hissettiği dehşet. Seyrettiğinde “bu gerçek olmalı; rol kesiyor olamaz!” diyorsun kendine; canım John Turturro’dan bahsetmiyorum, o rolünün hakkını fazlasıyla veriyor, onun canlandırdığı karakter olan Bernie’yi söylüyorum. Yani, Bernie’nin kıçımı bir şekilde nasıl olsa kurtarırım umuduyla vicdan sömürüsü yaptığına insanın inanası gelmiyor, diyorum. Korkunç bir panik içinde salya sümük ağlarken, inleyerek iç çekerken ve o mantıksız sarmalın içine, bedenime ne olacak, bir hayvan gibi ölemem, böyle bitemez, nidalarıyla tepetaklak yuvarlanmaya başlamışken, dizlerinin üstüne çöküp feryat figan yalvarması, en soğukkanlı psikopatın bile durduğu pozisyondan rahatsızlık duyup, destek ayağını ötekiyle değiştirmesine yol açacak bir acıklılıkta!



Bu ormanda, ağaçların ve dökülmüş yaprakların arasında bir hayvan leşi gibi terk edilmeyi hak etmiyorum, diyor Bernie. Sonra da kendince en etkili sözü devreye sokuyor ve sürekli tekrarlıyor:
   
“Yüreğine bak!”

“Yüreğine bak!!”

“Yüreğine bak!!!”

Bal gibi, Tom’un ikilemde olduğunun farkında! Onun vicdanına hitap ederek, öğürür gibi böğürmesi bunun kanıtı! Öğürerek böğürmek; hoşuma gitti bu tanımlama!
Sahne, tüm plânlaması ve çekim açılarıyla, kurgusuyla tam bir başyapıt değerinde. Demek ki adamlar Empire dergisinin 1998 yılı baskılarından birinde boşuna dememişler:
    
“kusursuz bir dünyada tüm filmleri Coen kardeşler çekmeli”  

27 Aralık 2016 Salı

Pi (1998)

Sen mantığından gıdıklanır mısın?
… … …
Görelim!
Diyelim ki, gelecekte olabilecek her şey aslında zaten olup bitmiş bir olasılıklar yumağı içerisinde kodlanmış vaziyette ve bizler bu bahsettiğim olasılıklar yumağı içerisinde şüphesiz şu anda yani olan anın içinde bulunuyoruz; öyleyse geleceği örgütleyen ve taahhüt eden ve ismine kader denilen kavramın teoride var olduğu söylenebilir (mi dersin?)
Öyle ya, kader zaten geleceğin önceden yazılmış olduğu peşinen kabullenilen bir kavram değil mi? 
Peki, bu süreklilik, karmaşık bir yumağın içinde değil de, şimdi ve gelecek olan an yalnızca bir spiralin kıvrımlarında bulunuyorsa ve ya bizler sonsuza değin içe doğru kıvrılan bir zaman spiralinin içinde, binicisini üzerinden atmaya çabalayan, inatçı bir rodeo atı gibi tepinip duruyorsak! 
Tanıdık bir tabir: Yaşam Döngüsü
Yaşamın tasviri: anafor gibi kıvrılarak dönen bir spiralin içindeki kararlı ve birazda ulvî olduğuna inanılan bir kuvvetin biriktirdiği o güçlü vakumla dibe doğru daireler çizerek yutulurken, ister istemez o spiralin yüzeyine sürtünerek kayan belleğimizin hamuru içine karışıp, bu sayede seni sana dönüştüren bir malzemeler yığını halinde yoğrulmuş ve rastlantılarla dolu bir istikamet yolunda yuvarlanan, engebeli anılar bohçası! 
bu tarife kendince eklemeler yapabilirsin veya kendi tarifini kendin yapar “işte aslı budur!” diyebilirsin. Başka bir seçenek de, olduğu gibi kaldırıp çöpe atabilirsin; sana kalmış!) 
Bu keşmekeş (yaşam), bir insan zekâsı için hesaplanabilir bir dinamiğe dönüştürülebilir mi? Döngünün içerisinde bulunan gelecek, kesin öngörülerle tahmin edilebilir kıvama getirilebilir mi?  
Efendim? 
Anlıyorum seni… Bu giriş, niyet itibarıyla gıdıklamaktan çok kafana gözüne tekme-tokat dalmaya benzedi. Mesafeyi biraz açtık ya, tekrardan üslûbun akışkan duruluğunu, sadeliğini yakalamak zaman alıyor. İdare et. Migrenin yok değil mi? Başın ağrıyor mu? 
Max’in felâket ağrıyor meselâ! 
Bak, filme bir yağ gibi süzüldüm; fark etmişsindir herhâlde! Evet, Max Cohen filmin başkarakteri. Tanıştırayım:
Max - okur; okur – Max… 

Farazî tokalaşma faslınız bittiyse yazıya devam edeyim. Kafatasını ağır ve güçlü bir yer matkabı ile delmek istercesine şiddetli, vahşi bir baş ağrısıyla baş etmeye çalışıyor az önce tanıştırdığım bu tuhaf görünümlü adam. Sonrasında onu bir enkaza dönüştüren, geldiğini kapıyı tıklatan ürkek bir çocuk gibi küçük seğirmelerle belli eden sinir bozucu, lânet bir ağrı! Onunla yüzleştiğindeyse kafasını koyacak değil vuracak bir yer araması ise üzücü. 

“Pİ”nin tuhaf bir hikâyesi var. Biraz değinmek gerek sanırım. 
Max bir matematik dehası ama otistik şiddette özellikler göstermiyor. Onun kendine has anti-sosyal karakteri ve insanlardan genellikle uzak durma eğilimi var. Özel biri. İlgi duyduğu konu ise çok fazla özel hatta eşsiz denilebilir. Bir köstebek yuvasına dönüştürdüğü dairesinde saplantı haline getirdiği gerçekliği bulmak için kafa patlatıyor. Seğirmelerden sonra gelen ağrıyla baş etmeye çalışırken yaptığı gibi değil; yani kafa patlatması diyorum, o anlamda değil, lâfı teşbihle yelliyorum sadece; mizah eksik kalmasın hani. Bakma bana sen.  
Çeşitli elektronik malzemelerle donattığı küçük dairesinde, sabırsızca etrafta fır dönerken, ekranda belirmesini umduğu rakam çizelgesi onun için sadece birbirini takip eden anlamsız sayılar kümesi değiller. Aslında başlangıçta öyleler çünkü farklı bir şeyin peşindeyken tamamıyla tesadüf eseri karşısına çıkıyor bu rakamlar silsilesi ve o da bu işe bir anlam veremiyor. Çevresindeki birkaç insandan biri olan eski matematikçi Sol Robeson’a yaptığı kısa ziyaretlerinden birinde bu konudan bahsedince, onun bu rakamlara olan telâşlı ilgisi Max’i hem şaşırtıyor hem de üzerine daha fazla kafa yormaya başlamasını sağlıyor.
Kendisini ziyaret eden ya da zorla yaşamına dâhil olmaya çalışan kişiler sayesinde bu rakamların temsil ettiği gerçekliği ya da temsil etiği düşünülen gerçek bilgiyi demek daha doğru olur, az çok kavrayabiliyor. 


Merak etme, spoiler verme gibi bir niyetim yok! Bu bilginin ne olduğundan bahsetmeyeceğim sana. 
Aslında bu rakamlar silsilesinin peşinde olanlar bir hayli ilginç. Tuhaf bir Yahudi cemiyeti meselâ! Ezoterik öğretileri korumayı ve bu öğretilerin sadece kendilerine ait olduğunu düşünen, düşünmekle kalmayıp bu hakikat ve sırları bilmenin hakları olduğuna inanan bir cemiyet var karşısında ve başlangıçta Max’e epey dostça bir yaklaşımla yanaşmaya çalışıyorlar ama dertleri çıktısını almadığı ama zihnine kazıdığı o rakamlar dizgisi çünkü içerisinde saklı olan bilgi çok değerli ve asla kimseyle paylaşılamaz! 
Rakamlara haris olan ve ne pahasına olursa olsun onları ele geçirmeye çalışan ve Max’in peşine düşen diğer gözü dönmüşler ise bir borsa firmasının tetikçileri! Max’in odasına kurduğu bilgisayar ağıyla borsadaki hareketliliği takip ettiğini biliyorlar. Bu sistem sayesinde geleceği öngördüğünü düşünüyorlar ki Max’de onların düşüncesine paralel sayılabilecek bir düşünceyle, matematik hesaplamalar ile borsanın hareket trendini kesin ölçülerle çözdüğünü düşünüyor aslında.  
Elbette borsa firmasının birinci motivasyonu paranın değeri ile alâkalı olarak sermayeyi sürekli kılacak ve riskten uzak bir dengenin oluşturacağı yeni bir sistem kurmak. Değerin tahmin edilebilir olmasının ötesinde bilinebilir olmasının peşindeler. İçlerindeki bu hırs ve arzuya bir ad vermek gerekirse, bir nevi ‘kapital ezoterizm’ demek yanlış olmaz sanırım.  
Filmi sana başından sonuna özetleme gibi bir niyetim yok. Seyrettiysen de zaten “ne anlatıyorsun bunları bana, usta!” demişsindir bile; biliyorum seni, dersin sen. 
Hayır, derdim şu; Aronofsky hikâyesini de yazdığı filminde öyle şeyler söylüyor ki, gerçekliğinden şüphe etmek neredeyse olanaksız hale geliyor. Diyor ki: Tüm bilgi, üç haneli bir rakamın içindedir. Bu rakamın sembolize ettiği bilgi, evrensel nitelikte ve varoluşun tüm soru işaretlerini birer birer ünleme çeviren olağanüstü değerdedir. Bu bilgi gerçek gizemin kendisidir! 



Şimdi. Soru neydi? 
“…gelecek, kesin öngörülerle tahmin edilebilir kıvama getirilebilir mi?”    
Film sana diyor ki: evet, matematiği kullanarak bu mümkündür!
Bak sen! Ben bundan korkarım işte! Niye korkarım:
Elbette birçoğumuz okul yıllarında, bilhassa matematik dersi saatlerinde kafamıza doğru uçuşan tebeşirlerin muhatabı olmuşuzdur. Sen de dahil! Bırak şimdi.
Dolayısı ile matematik hiçbir zaman benim harcım değildi. Aramızda hep bir soğukluk vardı. Senin için de aynı olduğunu tahmin ediyorum; ne tahmin etmesi canım, umut ediyorum. Hatta bırak umudu, samimîyim bak, dua ediyorum! Gel beni yalnız bırakma; matematik söz konusu olduğunda resmen beslenme esnasında önünden hızla geçen trene bakanlar habitatına dönen bu kumpanyaya gel sen de katıl! Yeter ki gel sen; olmadı gider başka bir yerde doyururuz karnımızı!  
Matematiğe hâkim olabilmek herkesin harcı değil. Haksız mıyım? Öteki alanların her birinden daha fazla ilgi, keskin bir dikkat ve analitik bir zekâyı gerektiren aynı zamanda az-buçuk psikolojik soyutlanmayı da tetikleyebilen bir dal. Gerçi psikolojik soyutlanmayı tetikleyecek bir sürü şey geliyor aklıma. Neyse, demek istediğim geçmişte “matematik dersini çok seviyorum ben” diyen çocuğa “sen manyak mısın” derdik! 
Sadece tembel değil bir de bağnazmışız!
Bırakalım beni! (şimdiden beraberce çalışmamız ne kadar güzel; ikimiz beni bırakıyoruz!) 
Öyleyse, matematik hesaplamaların ve içindeki formüllerin gerçektende Aranofsky’nin kurmacasının birebir cevabı olabileceğini ve herhangi bir gizemin ya da varoluşun en büyük gizeminin, adına ne dersen de, çözümü bulmakta ki en etkili yöntem olduğunu manalı buluyorsan, aklına yatıyorsa, yönetmen zaten varmak istediği mantığa ulaşmış oluyor.  
Virgülden sonra ilk 65 basamağı:
3,14159 26535 89793 23846 26433 83279 50288 41971 69399 37510 58209 74944 5923…
olan bir sayılar kümesi içinde gizleniyor olabilir bu gizem. Virgülden sonra şimdilik 73 milyar basamağı bilinebilen rakamlar dizgisi! 
İçinde bir yerde bize sırıtıyor, el sallıyor ya da göremiyoruz diye lânetler yağdırarak küfrediyor olabilir. Tüm sorularımızın cevabını, tüm dertlerimizin devasını belki de tüm vahşîliğimizi sonlandıracak, uysal ve bilinçli varlıklara dönüştürecek bir panzehir içeriyor da olabilir. 
Üstelik bu kutsal bilgi çok sade bir tevazu içerisinde 73 milyar basamağın içinde yalnızca 3 haneyi kapsayacak kadar büyük! 

7 Haziran 2016 Salı

iştahsız zihnin mırıldanmaları...

Keyifli olduğun günlerden biri ama bu durum çok çabuk değişebilir. Bunu biliyorsun. Birçok defa böyle oldu. Değişkenlik gösteren sayısız günün içinde bulundun. O günlerden kalan atıklar yer edip birikti hatıralarına.  Hiçbirinde asla böyle devam etmedi. Hepsinde bir şeyler daima o günü değiştirdi. Gün hiç başladığı gibi bitmedi. Asla bitmez! Bunu biliyorsun…
Dur! Dur bir saniye! Bunu bilemezsin! Her gün aynı olmaz. Bazı günler pekâlâ başladığı gibi sürer; olamaz mı yani, uyandığın anda hissettiğin duyguyla özdeş…
Hayır, hayır! Mümkün mü bu? Değil. Hiç olmadı. Sen de bunu biliyorsun.
Belki, hayır tamam, belki uyandığın anda hissettiğin o kıvılcımdan daha sönük, ilkinden daha az iyimser, normal, sadece normal hislerle bitirdiğim günler olmuştur. Evet! Neden olmasın! Bilâkis oldu. Bakma öyle, hatırlamıyorum şimdi ama oldu diyorum. Mutlaka öyle bir günü yaşamışımdır. Ne yani, kendimi bana mı anlatıyorsun? 
Hayır, her zamanki gibi beni kendime anlatıyorsun!
NE! Hayır! Yani, evet. Haklıyım. Kendimi dinleyip duruyorum. Hep münakaşa! Uzaklaşmalı. Kendimle arama mesafe koymalıyım. Kendimden uzaklaşmalıyım. Bir süre. Uzaklaşmalıyım.
Kendinle arana mesafe koyuyor ve senden uzaklaşıyorsun. Yapmıştın bunu. Bazen yapıyorsun, deniyorsun işte. 
Kendinle konuşmanın yalnızlığın iletişimi olduğunu mu okumuştun geçenlerde? Kimler söylemişti bunu? Elbette yüksek ihtisas yapmış birileri olmalı; mutlak gerçeği, muğlâk inanca dönüştürürken referans saydıkları akademik birikimlerini artık bilgiye evrilmiş teorinin şaşmaz kaynağı olarak kabullenen güruh mu bunlar? Eğer kendinle her zaman ve her yerde berabersen, senden asla kurtulamıyorsan bunun neresinde yalnızlık var, anlayamıyorsun. Üstelik bilginin henüz bilgiye dönüşmeden, teorideki hali sana çoğunlukla şüpheli hatta fazla düzmece geliyor. 
Eğer yanımda kendim olsaydım, vay halime! Hiç çekinmeden “seni çokbilmiş DÜZENBAZ!” şeklinde anlaşılabilecek aşağılayıcı ve hakaretvari bakışını yüzümde dolaştırırdı. Yalan söylüyorsun, derdi. Bir sürü şüpheli teoriye inanıyorsun! 
İnandığım o bir sürü şeyden başkaları şüphe duyuyorsa elimden ne gelir? Onlara “doğrusu burada, saf tutacağınız doğru yer hemen benim yanımda” diyecek halim yok ya. Hem yanımda birini istediğimi de nereden çıkardınız. Kendimden bile şöyle adam gibi uzaklaşamazken… 
Sanki o okunmuş sularla yıkanmış, hatası günahı olmayan, evliya türbesinde doğmuş da! Yahu daha geçenlerde, şu eski Hollywood filmlerinde göze batan, dimağ yoran ne kadar çok anlamsız klişe var; uzun ve hikâyeye hiçbir katkısı olmayan diyaloglarla dolu ve bir makineli tüfek seriliğinde birbirlerine mermi gibi kelime sıkan yapmacık karakterler, diye dert yanıp ukalâlık yapan ben miydim?”  
Düşüncelerinde çoğunlukla, kendini suçlayan ve bir sürü şeyle itham eden bir karaktere dönüşüyorsun. Aslında nefret ettiğin bir mızmızlanma hali bu. Ve seni, gerçekte neyi düşündüğünü düşüncelerinde saklayan biri haline sokuyor.  
Aslına bakarsan, evet, bu konuda sen de kendinle aynı şeyi düşünüyorsun. Alışılmadık ama gerçek! En azından bir konuda kendinle hemfikirsin. Ne öyle o birbiri ardına, hiç boşluk bırakmadan, tereddüt etmeden, düşünme sesi çıkarmadan, tekerleme söyler gibi cümleler kurarak konuşmak! Hayatın içinde bu kadar seri konuşabilen bir toplum mu var ya da toplumlar arasında bu dil bilgisini ve üslûbu hayatın fosseptik çukurundan vidanjör gibi çekme kabiliyeti yüksek olarak sadece Amerikalılar mı doğmuş? Yok öyle bir şey. Böyle konuşarak doğmak bir kabiliyetse eğer, konuşulanı anlayabilerek yaşamak: kemerini bağlamış ve koltuğunda bağdaş kurarak oturmuş (alışkanlıklar değişmiyor) ve biraz sonra Nirvana’ya doğru yükselmeye başlayacak olan (∞) sefer sayılı uçağın içindeki Buda’nın, engin bilgelik taşan sabrının kucağına şefkat arayan bir yılan gibi çöreklenmeye benzer! 
Hiç abarttığını düşünmüyorsun. Yanında tersini savunacak birisi de yok; hali hazırda kendinden muafsın! Huzurundan kovulmuşsun, biraz huzura kavuşasın diye!
Hafızanda çok fazla 1960 öncesi Hollywood yapımı film var. Farklı türlerde bir yığın film seyrettin. Savaş filmleri, gangster filmleri, western filmleri, korku-gerilim filmleri, bilim kurgu veya fantastik öykülü filmler! Birçoğunda diyaloglar aynı mekanik düzenin şaşmaz takipçisi gibiydiler. Tavşan kaç, tazı kovala! Bu insanlara 85 dakikalık bir film için, 3 gün mü mühlet veriliyordu acaba? Böyle bir sistemde oyuncu olmakta zor; müzmin ağız kuruluğu ve tükürük torbası iltihabına yakalanma riski çok fazla!  
Biraz düşünürsen, aklına hemen birkaç isim gelebilir.
Alnına sertçe bir tokat yapıştırıveriyorsun. Geldi bile!


Meselâ, üst dudağını diyalog halinde olduğu kişiyle asla muhatap etmeyen Humphrey Bogart, çoğu filminde konuşurken cümlelerini canlandırdığı karakterlerin sert ve biraz sinirli mizacına yakıştırarak, damperli kamyondan toprak döker gibi boşaltıyor. Keza James Cagney’de aynı köyün delilerinden bir tanesi; Carry Grant uzun boyuna nazire yapar gibi bir türlü sonlanmayan cümlelerin ve takip etmesi oldukça zor diyalogların oyuncusu ama bir mola vermek istediğinde, sadece öyküyü ön plânda tutmayı tercih eden Alfred Hitchcock’un projelerine zıplamayı da becerebilmiş.
Her kaidede bir istisna elbette vardır. Orson Welles bunlardan biri. Oyunculuğu ve yönetmenliği içinde bulunduğu döneme göre oldukça ayrıksı. Onun yazdığı ve yönettiği filmlerde replikler genelde birbirinin içine giren, karışan hatta takip edilmesi zorlaşan bir süreklilikte ama hayatın kendi dinamikleri içinde ve onun kadar doğal. Welles’i ayıran bir başka özellik, bazı filmlerinde değişik teknikler deneyecek kadar cesur olabilmesinde saklı. Örneğin 1958 yapımı “Touch of Evil” da, çekeceği sahnenin plânlarını geleneksel çekim teknikleri içerisinde kurgulamadan, bazı sahnelerde repliği olan oyuncuyu kadraja almayıp karşısında onu dinleyen kişiyi göstermesi ve bazen de konuşan karakterin kadrajdan çıkmasına rağmen, kamerayı onu takip ettirmek yerine o esnada orada olan başka birine ya da bir şeye yöneltmesi gibi sinemanın rutin film çekme tekniğine karşı duran bir anlayış geliştirmiş.


Bu tarzı imzası haline getiren Woody Allen filmlerini de hemen hatırlıyorsun. Karakterlerini bir odanın içinde görüntülerken kadrajını çoğunlukla repliği olan kişiye sabitlememesi, konuşan kişinin sesi çekilen plânın dışından gelirken, ona cevap yetiştiren veya onu suskunlukla dinleyen karakteri kadrajına sokmayı seçmesi, sinemanın bilinen kalıplarına çomak sokan Welles’e sanki bir saygı duruşu gibi. Çekim plânlarını bu tarza göre şekillendiren Allen için bu tekniği artık kendi geleneği haline getirmiş bir oyuncu-yönetmen denilebilir.      
Elbette rol yapma modeli sadece hızlı konuşabilme yetisine göre bir rutine bağlanınca, kadın oyuncularda bu değirmene su taşımaktan çekinmemişler. Onların bu mekanik oyunculuk tarzına ilâveten kattığı diğer önemli bir ayrıntı ise, canlandırdıkları karakterlerin genel yapısı düşünüldüğünde, çoğunun erkeksi özellikler taşıyan, bitirim ve bıçkın mizaçlı kadınlar olması. Hiç şaşmıyor! Aynı köyden göç edip gelen bir ailenin uzaktan akrabalık taşıyan bireyleri gibi bu kadınlar!
Humphrey Bogart’ın değişmez ekürisi Lauren Bacall buna bir örnek. Bacall, kırılgan ama erkeksi tavırları olan kadın karakterleri canlandırmada ustaymış. Ona yardımcı olan alto (kadında kalın ses) ses tonunun, canlandırdığı karakterin mizacına birebir uygun olması da önemli bir ayrıntı. 
Bu yolda yürüyen bir başka oyuncu Marlene Dietrich. Hayatın sillesini yemiş ve romantizmin masumane doğasından uzaklaşmış donuk ve sert kadın karakterleri canlandırırken, soğuk yapısı onu insanlara tepeden bakan bir insanmış gibi görünmesini sağlıyor. Bu imajı vermesinde ki baş unsur acaba kaşlarını sürekli kaldırarak konuşma alışkanlığı olabilir mi? Alman aktris 1930 yılında Hollywood’a ayak basmadan önce (oradaki ilk filmi, 1930 yapımı “Morocco”) 1920 Almanya’sında kabare oyunculuğu ve şarkıcılığı yapıyormuş.


Örnekleri çoğaltabilirsin. Bu kadınlar sigaralarını erkekler gibi içiyor, içkilerini onlar gibi ısmarlayıp yine onlar gibi yudumluyorlar. Oynadıkları filmin içinde olur da bir müzikal sahne varsa, o aktris kim olursa olsun, o sahnede şarkı söyleyen kadın karakter bir başka aktrisin kopyası oluveriyor. Yani, farklı filmlerde farklı şarkıları söylerken birbirinden farkı olmayan bir teatrallikte rol kesiyorlar. 
Diğer yandan kadınsı zarafetini ön plânda tutarak rol seçimi yapan bazı istisnaî oyuncular da var tabi; aklına ilk gelenlerden birisi de Ingrid Bergman. Güzelliği dillere destan…
Vivien Leigh (Gone with the Wind, 1939) seçimini aynı yönde kullananlardan; masumane güzelliği onu etkileyici kılan özelliklerinden.
Öyle böylesin, kendine çok bulaşıyorsun, hepsi tamam ama hakkını da teslim ediyorsun, aklına yatan bazı hususlarda paralel fikirleri savunuyorsun. Arkandan konuşuyor gibi hissediyorsun, ama yok, burada yanında olsa da çekinmeden söylersin, saklayacak bir şeyin yok. Doğruya doğru. Kendinle benzer takıntıları paylaşıyorsun; ikiniz, yer sofrasında tek bir tencereden çorba kaşıklayıp höpürdeterek içen, dibinde kalana ekmek banan iki kafadar gibisiniz! 
Meselâ, seninde aynı tarihli filmlerde dikkatini çeken, kaba veya anlamsız bulduğun, sanki oyuncu refleksinden kaynaklı gibi görünen saçmalıklardan birisi de tabanca tetiğine basarken yapılan manasız dürtme hareketi! Nedir o öyle? Bu silâhlar kabzayı sallamadan ateş etmiyor mu? Yoksa bu hoyrat refleks, gangster olmanın raconsal usulü gereği mi? Yağmura yakalanmış bir adamın elindeki inadım inat şemsiyeyi, sallayıp dürterek açılmaya zorlamasına benzer bir durum; yüksek eforlu, aslında manasız ve mantıksız bir dürtüsel geviş getirme hali! Sen o tetiği sıkıştırdığın anda namlu zaten gürleyecektir. Ekstra bir performansa hiç gerek yok! 
Bu göstermelik jestin belki de o dönemin oyuncularına sessiz sinemadan kalan bir alışkanlık olarak yerleştiğini tahmin ediyorsun. Biliyorsun ki sessiz sinema filmleri, her mimiği ve jesti abartılı bir teatrallikte sinema seyircisine yansıtmak durumundaydı. Çünkü koşullar böyle gerektiriyordu. Şimdinin koşulları ise bambaşka gerekliliklere evrilmiş durumda; korkutacaksan arka fona anî ve gümbürtülü bir ses efekti konulmasının şart olduğu düşüncesi gibi…
Her neyse. 
Bu hayli geveze molanın iyi geldiğini, şimdi ta içinde bir yerleri, bir şeyleri tazelediğini düşünüyorsun. Sanki ağız kuruluğunda kalmadı; kendinle birlikteyken dilin damağına yapışıyor. Konuşmak eziyet oluyor. 
Üstelik konuşan sen veya kendin de olsa, kadrajın içinde daima kendinden ziyade senin olduğun şüphesinden kurtulamıyorsun. Bu şüphe performansını bozuyor ve paranoyaklaşıyorsun. Hiçbir kadrajın içinde bulunmak istememene rağmen sanki bu sinematografik çerçevenin içine alınmışsın şüphesiyle endişelerini huzursuzluğunla yelpazeleyince, kaçınılmaz olarak bu şüpheli hissin şizofrenik yanılsamalarına güvenerek bir performans gösterme sorumluluğu taşırcasına mecburiyet duymanı da bir türlü anlayamıyor hatta açıklayamıyorsun. Nitekim hayatın içinde, herkes gibi, tek kullanım hakkıyla donatıldığın ‘gark etme’ fiilini, saçma endişelerini mercekleyip, büyüterek harcıyorsun. Oynuyorsun ama kaliteli mi oynuyorsun? Peki, ne kadar doğaçlama yapma hakkın var, bilmiyorsun. Bilemezsin zaten; seni yönlendirecek biri mi var? Repliklerini doğru mu söylüyorsun, kim bilir! 
Ardından belli belirsiz bir telâş ve gider borusunu tıkayan saç öbeği gibi yerleşik bir sinir hali geliyor. Bu durum kendinin ruhunda bir güvenin tek bir ısırığı yarıçapında boşluk oluşturmasına ancak yeterken, seni sayısız parçalara bölebiliyor. Bu parçalar tüm zemine saçıldığında bütün parçaları bulup toparlamak her zaman imkân dâhilinde olmayabiliyor. Kaybolduklarında yerine yenisini koymak da mümkün olmuyor ve onlardan eksik kalıyorsun. Açılan boşluklardan hatıralar sızıyor ve bu akıntılar üzerinde leke bırakıyor. Kendinden ne zaman uzaklaşsan, bu süreyi üzerindeki lekeleri çitileyip çıkarmaya çalışarak harcıyorsun.       
Bu kaçamak ayrılıklar kafanı rahatlatıyor fakat bedenini tüketiyor. Neyse ki denize girerken bile kıyıdan fazla uzaklaşmazsın.  Çocukluğundan kalma, kulağına fısıldanan böylesi öğütlerle yoğruldun. Artık o kulağın çevresi ve iç kısmı berberlerin kıl tutuşturma poligonuna dönüştü ve sen belirsiz tedirginliklere sürüklenen bir ruh haliyle sarmalandın. Artık kıyıya geri dönmek zorunda hissediyorsun.  
Neredesin ki? 
Son zamanlarda biraz alınganda mı oldun ne?