25 Kasım 2015 Çarşamba

Ink (2009)

Sokak kaldırımlarında satılan o ucuz CD’leri hatırlar mısın? Gösterime yeni çıkan veya çıkmasına daha birkaç ay olan filmler, önce o kaldırımlardaki tezgâhların malı olurdu.
Bazen aralarında, hiçbir yerde rastlayamayacağın, tuhaf filmler de olurdu ve eğer şanslı isen o filmleri yakalayabilirdin.
Bağımsız ve düşük bütçeli filmlere karşı olan tutkum, yıllar öncesinde (yanılmıyorsam 2000’lerin başıydı) başlamış ve sanki kan içmeye çıkmış bir vampir açlığında ya da burnu kilometreler ötesinden leşin kokusunu alan bir çakal duyarlılığında, o sokak senin bu kaldırım benim, bıkmadan arayışlarını sürdüren bir amatör sinefil yaratığına dönüşmüştüm.
Sokak kaldırımlarına serilen tezgâhların üzerinde, küçük poşetlerinin içinde rengârenk görülen ve ufak film afişleriyle albenisi yükseltilen bu CD’ler, bir pazarlama sömürüsüydü belki ama benim için açlığımı giderecek üstelik de alternatifsiz (cepte beş kuruş yoktu) bir açık servis menüsü gibiydiler. Çoğu zaman, aralarında ileride kült statüsüne erişebilecek potansiyeli olan filmleri keşfetmeye çalışırdım. Bir kısmını arşive kaldırır ve CD çantama özenle yerleştirirdim; kafama estiği zaman çıkarır ve keyifle izlerdim.
Tutkunu olduğum birçok yönetmenle bu sayede tanıştım. Entelektüel manada demek istiyorum yani, yoksa kimse ile el sıkışıp öpüşmedik tabi! Ayrıca sevmem el sıkmayı. Öpüşmekten de kaçınırım. Demek istediğim… Ne açıklattırıyorsun ki, anladın sen!
Her neyse…
Büyük yapım şirketlerinin pek yüz vermediği bu yapımlar ile yüksek bütçeli filmlerin arasındaki fark günümüzde görsel ve işitsel teknolojinin de devreye sokulmasıyla daha da açıldı. Sen de farkına varmışsındır gerçi; artık bir öyküyü sinemaya aktarmak, yönetmenin ve senaristin piyasaya meydan okuma cesaretine veya büyük şirketlerin yapımlarına sıçrama yapabilmek adına göstereceği maharete bağlanmış durumda. Bu mahareti seçkin kılan filmlerse çoğunlukla, bir post-apokaliptik bilim kurgu (kıyamet sonrası kurgusu) öyküsüne sahip senaryoları çok kısıtlı bir bütçeyle ve yıldız olmayan, tanınmamış oyuncularla çekilen bir yapımda, kararlılık ve azimle, tatmin edici sonuçlar alma becerisinde kendini gösteriyor ya da yapımcı firmalar tarafından yönetmenin potansiyeli böyle bir yapımla ölçülüyor da denilebilir. 
Ne kadar iddialı lâflar ediyorum değil mi? Farkındayım. Dur bakalım, hayırdır…
Ama haksız da sayılmam. Hemen bir örnek: Güney Afrika’da geçen bir bilim kurgu hikâyesi olan “District 9”u yazan ve yöneten Neil Blomkamp, daha sonra büyük bütçeli bir yapım olan “Elysium” u çekti; şu anda ise üzerinde uğraştığı proje, herkesin bildiği bir klâsik olan “Alien” serisinin beşinci filmi üzerine ve Sigourney Weaver’ı bile tekrar “Ellen Ripley” karakterine döndürmeyi başarmış görünüyor. Gerçi Ridley Scott projeyi biraz daha ertelemesini rica etmiş keza kendisi “Prometheus (2012)” un devamı niteliğinde olacak olan “Alien: Paradise Lost” filminin hazırlıkları içinde fakat kulağıma şimdi fısıldanan bir bilgiye göre de (tabi yersen) Scott yeni projenin ismini bir kez daha güncellemiş ve bu defa adını “Alien: Covenant” şeklinde açıklamış. Teşekkür ediyorum gaipten gelen fısıltıya ve yazıma kaldığım yerden devam ediyorum efendim. Efendim? Ha, yine bir ses sanki mırıl mırıl… geçelim!
Ne diyordum? Kariyer şeceresini, tırnağı ile kazıyarak oluşturmak bu olsa gerek. İster saygı duy ister duyma. Henüz işin başında olanlar da var. Yaa…  
Yakın sayılabilecek tarihli (2009) bir yapım olan “Ink” işte bu tarife yakışır özellikte bir yapım. Dediğim gibi, büyük bütçeli filmlere ve yapımcı firmaların yönetmen listesine bir sıçrama formülü olarak kullanılan, artık klişeleşmiş bir kıyamet sonrası öyküsünü anlatmıyor sana ama 2008 yapımı bir bilim kurgu fantezisi olan “Franklyn”e benzer, yani nedir o, başka bir gerçeklik üzerinden hikâyeyi geliştirerek, yarı düşsel bir bilim kurgu öyküsü vaat ediyor izleyicisine. Bir baba-kız ilişkisi üzerinden ilerleyerek, az buçuk melodram sosu da eklemiş yazan ve yöneten Jamin Winans.
Winans’ın henüz büyük bütçeli bir yapım için seçildiğini söylemek mümkün değil. En son çektiği 2014 tarihli “The Frame” de yine kendisinin yazıp yönettiği ve bilim kurgu öğeleri taşıyan bağımsız bir sinema örneği ve bu filmin de hayli enteresan bir hikâyesinin olduğunu bilmeni isterim okur. Olur ya, karşına çıkarsa geri çevirme diye...


“Ink”e gelince, o içinde bulunduğu düşsel gerçeklik dünyasında, kendisine saygı duyulmasını sağlayabileceği bir statünün peşinde koşan ve bu yüzden küçük bir kızın ruhunu çalmaktan çekinmeyen, küçük histeri nöbetleri geçiren, enteresan bir varlık. Yırtık-pırtık paçavralardan gelişigüzel dikilmiş siyah kıyafeti ve yüzünü büyük oranda saklayan başlığı ile Ink, korkutucu görünümünün ardında kendine has bir merhamet duygusunu da taşıyor denilebilir. Ne yaptığını ve neden yaptığını bilen fakat bu yüzden vicdanî muhasebesini bir türlü içine oturtamayan bir umacı o; maalesef kâbusların efendileri olarak bilinen, “Incubi” adındaki varlıkların arasına katılmak ve onlardan birisi olma arzusu genellikle ağır basıyor. 
Ink ekranda sanki fazlası ile sinema dünyasının çeşitli karakterlerinden esinlenilmiş biri gibi dursa da, aslında bu durum pek rahatsızlık yaratmıyor. Belki de bende öyle bir etkisi olmadı, bilemiyorum. Rahatlıkla söyleyebilirim ki Ink, tanıdık yapısı yüzünden ağızda nostaljik tatlar bırakan bir karakter ama sadece o kadar. Kesinlikle çalıntı veya şu filmdeki bu karakterin ters-yüz edilmiş hali değil. Örnek vermek gerekirse, özellikle kıyafet tarzı Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin Nazgül Efendilerini andıran bir görüntüde; belki de aynı terzinin müdavimleridirler! (resmen yazı can çekişiyor…)  
Tabi bir de filmin görsel efektlerindeki teknik detaylar konusu var. Seni tatmin eder mi, orasını bilemem… Bence o detaya takılmadan seyretmek en iyisi olacaktır. Çünkü film sanki bir ev kamerası eşliğinde çekilmiş intibası uyandırıyor ama Winans kamera arkasında oldukça becerikli işler yaparak bir anlamda filmini kurtarıyor.


Ink’in küçük kızı odasından kaçırma sekansı da bunlardan biri. Kızı korumaya ve onun elinden kurtarmaya çalışan “İyilik Melekleri” ile Ink’in arasında yaşanan kavga, seyredilmesi bir hayli zevkli ve sanki “Matrix” üçlemesinden kopup gelen bir dövüş koreografisi sekansı ansızın yakalayıveriyor seni. Gerçi her nedense, hepsi birer Ninja ustalığında dövüşüyorlar ama dediğim gibi, bazı ayrıntılara takılmamak en iyisi Doc!
Marty McFly üslûbu ve tonlaması ile sana “Doc” diye seslendim az önce, duydun mu?
Ya evet…
………….?
Niye yaptım acaba?   
       

   

6 Kasım 2015 Cuma

Kafka (1991)

Kendine has bir mizaçtan türeyen seçkin benzersizliğini -sık geçirdiğini düşündüğüm- depresyon buhranlarından süzdürmüş bir dehanın, kabiliyet panayırındaki o TEKİNSİZ YARATICILIĞINI beslediği öz kaynak, sadece öz güven yoksunluğu olabilir mi? Ne dersin okur?
Adamına göre değişir, biliyorum. Biraz daha açayım.
Diyelim ki:
Franz Kafka yazıp çizdiklerini değersizleştiren bir son planlaması yaptığında bile, aslında bu edimin onları nadide ve ilginç eserler mertebesine taşıyacağının gayet farkında olarak, kasıtlı bir bilinçle mi böyle bir fikri aklında kurguladı dersin?  Ya onun kendisine olan güvensizliği (özel hayatından ziyade bir yazar olarak) bir şaşırtmaca ya da hedef saptırmadan ibaretse. Söylemek istediğim, korunmaya gereksinim duyduğu şeye karşı bir tür kamuflaj oluşturmak ve bu kamuflaj ile geçmişinden birini ya da aksine tamamen kendisini korumaya yönelik, ne bileyim, belki bir tür psikolojik güvenlik barikatı olarak kullanmayı seçmiş olamaz mı? 
Korumaya çalıştığı kişi geçmişinden biriyse eğer, o kişi kimdi? Bilmiyorum, sen söyle. Belki de hiçbir zaman anlaşamadığı babasıydı…  
Boş sayfanın önüne geçip neden komplo teorileri oluşturmaya başladım, bilemiyorum. Üstelik Kafka hakkında! Öyle sinsi planların peşinde koşacak biri gibi durmasa da, ne bileyim işte, düşünmeden edemiyorum. Neyim var benim…
Belki de sadece korkunç güvensizliğinin mantığına daha ağır bastığı bir ana yenik düşmüştü. Ya da varoluşunu bencilce kuşatan karanlık bir lanet olduğunu ve asla bununla baş edemeyeceğini düşünüyordu. Bu hezeyanlı paranoyayı kafasında iyice harlandırdıktan sonra ise, tüm yazdıklarını işaret edip “yakın ulan hepsini” demiş olabilir. 
Adama karşı bir garezim falan yok. Yeminle yok! Belki kızgınım sadece…
O da niye? Uzun hikâye ama (gerçi biliyorsun) kısaca söyleyeyim, 1991 yapımı “KAFKA” filmi için yazdığım KOSKOCA yazı, habersiz, destursuz çekti gitti! Silindi, müdür! E peki neredeyse 90 yıl önce göçmüş birinin bunda ne suçu, günahı var, diyebilirsin. Haklısın, yok. 
Kuruntumun sebebi, hani Kafka’nın -teorik olarak- üzerine yapışmış o kasvetli bahtsızlık, insanın içini tüketen teslimiyetçi kadercilik, ne bileyim, sen seç birini, işte tüm bu devasa lanet hortlayıp gelip benim yazıma musallat olmuş gibi hissediyorum ve bu duygu içimi kemiriyor; gücenmiş uzak akraba gibi bir köşede somurtarak oturup bir terslik çıkarmanın fırsatını kolluyorum sanki. 
Ya da çok daha kötü bir psikolojik afet; beyaz bir tişört ve beyaz bir pantolon giydirip beni sokağa, insan güruhunun içine bırakmışlar da, kendimi bu facia usulsüzlükten kurtarma yolunu bir türlü bulamıyormuşum gibi hissediyorum. Bakma öyle; kasığında fecaat bir basınç ile işeyecek kubur aradığın o koşturmacılı, telâşlı kâbusları hatırla! Aynı şey!
Yazı da iyiydi ha! (yazıyı okumadığın için havasını basacağım ya mutlaka) 
Bursa’nın siyah üzümü gibi tatlı bir mizahı vardı. Soğuk, soğuk böyle… Gülme iması güden yapmacık parantezlerden hoşlanmadığım için kusura bakma.  
Hafızamı biraz zorlayayım, nasıldı, neler karalamıştım?  
Sanırım önce filmin yönetmeni Soderbergh’i, çok fazla ayrıntıya girmeden hatırlatmış ve birkaç satır sonra da bu filmde yıllardır beni etkisine almış ve hala da almayı sürdüren sahneye geçiş yapmıştım. Hey gidi günler! Zaten Soderbergh’i paragraflar açarak yazmaya çok da lüzum olduğunu düşünmüyorum. Adamın filmografisini, aşağı yukarı bildiğini düşünüyorum. Bilmiyorsan senin ayıbın.
Soderbergh filmi kafasında çekmeye başladığında belli ki onu, bir Kafka biyografisinden çok farklı bir uzama yerleştirmeyi planlamış ve bu plan doğrultusunda, ellili yılların Film Noir (Kara Film) türünde bir bilimkurgu olan, 1998 yapımı “Dark City” nin de senaryosunu yazan Lem Dobbs’ın kapısını çalmış ya da yapımcı firmaya kapısına gitmeleri yolunda baskı yapmış; tam tersi de olabilir, yapımcı firma Soderbergh’e Dobbs ile çalışması için telkinde bulunmuş da olabilir. Her iki olasılıkta gösteriyor ki, bu konuda hiçbir fikrim yok. Bu konudaki bilgisizliğimin çok da bir önemi yok, önemli olan, “Kafka” yarı otobiyografik kesitlerden oluşan ama bir yandan yazarın önemli kitaplarından bazılarını belirsizce alıntılayıp, distopik bir dedektiflik hikâyesi türüne dönüştüren enteresan bir film olması.


Zaten daha filmin başında, çok garip bir cinayete şahit olduğunda, “ne oluyor, bu da ne?” diye telâşlı bir meraka hemen kapılıveriyorsun. 
Bu faili meçhul cinayeti üstünkörü soruştururken kendini bir anda çok büyük bir olay örgüsünde, hasıraltı edilen detaylı bir kumpasın kilit adamı durumuna sokuyor. Motivasyon kaynağı ise, sabah uyandığında kendini dev bir böcek olarak bulan bir adamın hikâyesini yazan birine göre oldukça insancıl…
Kafka’yı canlandıran Jeremy Irons’ın gergin yüzüne tuval oluşturan solgun cildi, çoğunlukla siyah-beyaz çekilmiş filmin tedirgin edici, donuk ve tehditkâr atmosferine birebir uyuyor. Seyreden kişiyi mesafeli bir yaklaşıma sokan bu duyguyu, Soderbergh’in bilerek filmin genel atmosferine oturttuğunu düşünüyorum. Prag’ın, Gotik ve Barok mimarisi ile çevrelenmiş sokaklarında, esrarengiz bir cinayet, bürokrasinin temellerine kadar inen bir kumpas hikâyesi seyrederken, şehir sana olası şüphelilerden birisi gibi görünmeyi başarıyor. İşte bu Soderbergh’in yeteneği!
Kültürel ve tarihi bağlamda köklü bir şehir olan Prag’ı, bir dedektif maharetinde oradan oraya koşturduğu Kafka ile beraber hikâyesinin temeline oturtabilecek kadar zeki bir adam Soderbegh. Burada bahsettiğim söz konusu zekâ: Kafka’nın kişiliğinden kaynaklı o esrarengiz huzursuzluğu körükleyen, kaygılı bir mesafeyle daima ayrıksı duran ve bu tesiri çevresine hissettiren kişilik yapısını, onun doğup büyüdüğü şehrin atmosferine tabiri caizse aşılamasında ve bir anlamda Prag’ın, Kafka’yı sanki bir aile şefkati ile sarmalayan, kuşkulu ama görkemli bir yandaşa çevirmesinde yatıyor. 
Öyle ki, sanki şehir onun üzerini bir Elf pelerini intizamında örtüyor ve kaynağı belirsiz tehditlerden, gerçi Şato gayet de kesin bir tehdit, şöyle düzelteyim öyleyse, kaynağından çok nerede ve ne zaman geleceği kestirilemeyen tehditlerden (ha! şimdi oldu), sembolik manada Kafka’yı himayesine almış da sanki onu sakınıyormuş gibi koskoca Prag!
Sembolik manadan kastım, görüntü yönetmeninin filme olan dokunuşunun konuya olağanüstü bir nitelik kazandırması ve bu sayede mekânın, filmin aktörlerinden birine dönüşüyor olması malum; anladın değil mi? 


Peki, soruşturmasının sonucunda Kafka mecburen Şato’nun içine girdiğinde ne oluyor dersin? Prag ile Kafka arasındaki benzer duygusal örtüşme varlığını sürdürebiliyor mu? Kesinlikle hayır! Yönetmen o andan itibaren, başlangıçtan itibaren gözünün içine serptiği gri kurumu temizleyiveriyor ve Kafka’yı izole edilmiş dünyasından çıkarıp daha yalıtkan ve tehlikenin artık elle tutulabilir olduğu bir dünyaya sokuyor. Şatonun içi, dışarının güvenli izolasyonunun sağladığı renksizliğin aksine, daha sıcak bir tehdidin kıyısında hissettiren, yüzleşmenin ve gerçekliğin canlı rengârenkliğinde ve burada Kafka kendisini bir anda o kadar yabancı, o kadar tehlikeye açık hissediyor ki, bir süre için orada olma amacını bile unutuyor.
Soderbergh’in öyküye kattığı bu sembolizm bence filmin değerini yükselten ve onu kült seviyesine yaklaştıran bir unsur. Siyah-beyaz & renkli ayrımını bu denli güçlü anlamlar ve imalar katarak kullanan bir başka film hatırlamıyorum; en azından benim seyrettiklerim arasında böylesine belirgin bir vurguyla işlenmiş olanı yoktu. 
Tabi filmin müzikleri de bahsettiğim vurguyu yaratmakta oldukça etkili oluyor. Emin olmamakla beraber, filmin kaotik yapısını sağlamasında yardımcı olan o telli çalgı sanıyorum ki bir harp ve farklı bir roman müziği arka fonda akıp gidiyor. Öyle dansöz oynatan tarz değil anlayacağın. Merak ediyorsan sorumlusu Cliff Martinez adlı bir Amerikalı ve çalıştığı yönetmenler arasında Nicolas Winding Refn’de bulunuyor. 
“Kafka”yı seyredersen eğer senin üzerinde de aynı etkiyi bırakır mı bilemiyorum. Belki de sen, bambaşka bir yönüyle, daha farklı bir sekansıyla filmi beğenirsin. Benzer etkiyi yapmasından daha tercih edilebilir bir durum olur elbette. 
Öyleyse…
Ne?
Ha! İlk yazıdan daha mı iyi oldu bu yazı diye düşünüyorsan; hiç lâfı dolandırmadan, hemen sana ne düşündüğümü söyleyeyim:
Tabii ki hayır.