7 Ağustos 2017 Pazartesi

20.000 Days on Earth (2014)

Seyrederken düşünmeden edemiyorsun: “tüm gördüklerim sanki kafasının içinde mırıldanıp, sayıklayan bir adamın günlüğü…

Neyi neden yaptığı hakkında kesin bir şey söyleyemeyen (belki de söylemek istemeyen) bir adamın kendisini aşağı yukarı tarif etmesi;

Ya da bunun için çabalıyor görünmesi üzerine…

Uyandırılmaya ihtiyaç duymayan… (saat zırladığında zaten gözleri uzak bir yere bakmakta)

Kendisine olan tavrını geçen yüzyıldan netleştirmiş; takvimin dokuzlu rakamlara gelip dayandığı, o milenyum manyaklığının hemen öncesinde, insan olmaktan vazgeçmiş. Terk etmiş o mizacı. Bir yerde soğukkanlılıkla itiraf ediyor. Demek, yaranın üzerindeki bir kabuk gibi-güneş yanığından kızarmış ve pul pul kalkmış ölü deri gibi (aklına gelen varsa, söyle); soymuş atmış üzerinden o benliği.

“uyanıyorum, yazıyorum, yiyorum, yazıyorum, televizyon izliyorum”

-dan ibaret rutini… aslında bir insana oldukça yakın ama o kendisini daha çok bir yamyamla özdeşleştiriyor. Bu kazanda en çok karım pişiyor demesiyse haliyle fizyolojisinin gereği. İronik bağlamda elbette; benzeşimi, aklının içiyle alâkalı, yoksa karşında bir Hannibal Lecter yok. Yine de karısına karşı olabildiğince âdil. Susie’ye, zalimce bir şefkat barındırıyor içinde ya da ben çok abartıyorum. Ne dersem diyeyim, sonuçta adamın aç bir dimağı var ve doyurulmaya ihtiyaç duyuyor.

Bugün onun yirmi bininci günü.


Bekleme odasında sırasını bekliyor. Elindeki deftere bir şeyler karalıyor. Sayfalar zaten dolu. Kocaman memeler, bacaklar ve kıçların arasındaki boşluklara spiraller çiziyor. Rastgele, itinasız.  Nihayet aklının ve ruhunun didikleneceği koltuğa çağrıldığında, terapist pozu veren adam Nick Cave’e, seni en çok korkutan şey nedir, diye soruyor. Üstünkörü bir cevapla geçiştirmiyor onu; bekliyor, düşünüyor, sol tarafına bakıyor, belki de oyalanıyor. Sonra, belleğimi yitirmek sanırım, diyor. Gerçekten de bundan endişeleniyor gibi. Cave, var olmayı mümkün kılan elementin bellek olduğunu düşünüyor: bir annenin rahminden uzanan göbek bağı gibi sadık ve seni sen yapan ya da bir insana yakın tutan yaşamsal bağ benzeri!

Dedim ya, “20.000 Days on Earth” bir günlüğün sayfalarını karıştırmaya benziyor. Amaç: yaşamındaki yirmi bininci günün öncesindeki hatıraları biraz elden geçirip eğlenmek belki. Kesilmiş bir ağacın yaşını tahmin edebilmek için yıllık halkalara bakmak gibi, geçmişin törpülerini göz önüne serdikten sonra, Cave’in o anıyı anlamlandırıp açıklamasını bekliyorsun. İşte bu yüzden belleğin önemi büyük. İnsan olmaktan vazgeçmeden önceki yıllara dönebilmek için elzem bir anlamda.


Öyleyse bellek, içinde turist dolaştıran bir gezi treninin demir yolu hattına benzetilebilir sanırım. Evet, kötü bir benzetme olmadı bu. Yo, sanırım enteresan bir benzetme oldu. Biraz korkutucu da üstelik… Endişe verici: gezi treni ve içindeki insanlar; senin içini gezip-tozan bir kalabalık!

(kollarımın arasındaki ipliği, beynimin merkezinde bir yerde duran yumağa sarmaya başladım bile!)  
 
Diğer yandan,   

Herkes bilir ki, eğer bir günlüğün varsa ve sayfalar dolusu boku püsürü içine dolduruyorsan mutlaka birkaç sayfayı yırtıp çıkarırsın içinden. Orada bulunmasından hoşlanmadığın için değil; bir gezinti yaptığında o sayfaları dolduran bokun üzerine tekrar basmamak için. Cave dünya üzerindeki yirmi bininci gününü bitirdikten sonra bu sanal günlüğün akıp giden sayfalarından muhtemelen onlarcasını yırtıp çıkarmak istemiştir. Yapmak için çok güçlü bir gerekçesi de var. Ben bundan söz etmeyeceğim.

Onun güçlü bir şarkı sözü yazarı olduğunu biliyorsundur ya da duymuşsundur, belki birkaç şarkısı kulağına da çalınmıştır.

Şair ve ozan.      

Nick Cave, yazdığı şarkılarında kendisine bir dünya yarattığını dürüstçe itiraf ediyor. Her sözcük, her mısra o dünyaya ait ve ona hizmet ediyor. Kendi dünyasının tanrısı ve aynı zamanda o dünyayı yozlaştırmaya, bozmaya hatta sabote etmeye uğraşan şeytanı! Her şeyi sözcüklerin belirlediği böyle bir dünyayı yaratabilmek, onun nazarında, biraz tekrara girecek biliyorum ama yazmak zorundayım, ancak korunabilmiş bir belleğin iştah kabartan tazeliğiyle mümkün olabilirmiş gibi. Net bir ifadeyle böyle söylemiyor ama ima ettiği şey bu sanki.

Onu haklı buluyorum. Galiba.

Neden galiba, onu bilmiyorum. Bilmiyorum çünkü biraz önce sarmaya başladığım o iplikler, beynimde, çoktan bir yumağa dönüştü bile, o yumağın uzun tırnakları da var ve kafatasımın iç duvarlarını gacır-gıcır  tırmalamaya başladı; kelimeleri kusmamı engelleyen bir tıkaç ya da tuvalet giderini tıkayan kıl yumağı gibi zihnime çöreklenmiş, mantığım paranoyayı, “Selamsız Bandosu” gibi gelip geçmekte olan ekspres treni karşılamaya yeltenen safça bir becerisizlikte, kırmızı halı serme koşuşturmasına eşlik eden yapmacık bir coşku içinde, kabul etmeye hazırlanıyor!  

Yahu başka insanlarla bir gezi trenine binip de kendi belleğinde dolaşmayı kim ister ki, Allah aşkına!

Korkunç bir tahayyül!

Yani, anlatabiliyor muyum? Kafanda canlandırmaya çalışsana biraz.

Tren yanaştığı duraklarda bir mola verdiğinde, bir sürü kaçık-manyak bellek turisti, kapıya hücum edip ya uyuşan bacaklarını açmak isteyecek ya da patlamak üzere olan sidik torbalarını boşaltabilmek için birbirlerini çiğneyecek. Çiğnesinler, hiç sorun değil. Ya inerlerse! Haydi, indiler diyelim. Fazla sıkmaktan hararet yapmış, fışkırttıkça üzerinden buhar tüten idrarlarını, senin geçmişinin hangi köşelerine salacaklar. Kafanda var mı bunun için uygun bir yer. Geçmiş zamanlarında, belleğinin duvar bitişiklerine pisuar yaptırmayı, bugünlerin de geleceğini farz ederek, akıl edebilmiş miydin? Muhtemelen hayır. Öyleyse hazırlıklı olmalısın. Yirmili yaşlarının uçarı anılarını kapsayan tüm duraklar ve onun rengârenk peronları keskin ve kesif sidik kokuları ile artık çeşnilendirilmiştir ki bu problemin sadece küçük olan kısmı. Büyüğünü ise geçmişinde hali hazırda sen yapmışsın o peronun ücra köşelerine.    

Pekâlâ, beni endişelendiren – deli gibi ürküten!- kısmı geçelim ve fazla üzerinde durmayalım. Aşağıdan çok üfürüyor. Marilyn Monroe’yu o uçuşan eteğiyle bu yerin tam üstünde hayal ederim ben bir ara; sen şöyle kenara gel. Meraklanma, anlık bir paranoya boşaltımı sadece. İyiyim-iyiyim. Bazen gerekiyor işte. Duygularının arazözü olup ara sıra sulama yapmak yanlış bir şey değil. Demek istediğimi anladın sen.

Filme dönersek (ya da günlüğe), yalnızken çoğunlukla kafasının içine sığınan Cave’i kendisiyle didişirken de görüyorsun. Meselâ arabasında tek başına eve ya da stüdyoya sürerken, yakın olduğu birkaç arkadaşıyla muhabbet ettiğini hayal ediyor. O arkadaşı hemen yan koltukta bitiveriyor. Geçmiş tecrübelerden bahsediyorlar. O insanlarda kendilerini anlatıyor; hissettiklerinden, kendi geçmiş hatıralarından bahsediyorlar. Hepsi Cave’in kafasının içinde. Belki de geçmişte gerçekten yaşanan bir yolculuğun hatıraları canlanıyor Nick’in gözünde. Fakat onların itiraf ettiği bazı anlaşmazlıklar ya da sürüncemede kalmış mevzuların ortaya dökülmesi bunun bir yüzleşme olduğu intibası yaratıyor. Yani karışık ve biraz muallâk ama çok güzel.


Buna benzer bir anlatım, 2014 yapımı “Roger Waters The Wall” filminde de kullanılıyordu. O da uzak bir yere sürerken, geçmişten kalma dostlarının hayaliyle yoldaşlık yapıyor ve eski hatıraları yâd edip yolu bir anlamda çekilebilir kılıyordu.
Hatıraları imgelere dönüştürmek etkili ve hoş. Onları eski dostların bedeninde ve o insanların belleği ile birlikte kendi belleğinde imgelemek hakikaten çok yaratıcı. Müzisyenler!

Sözün özü;
Ruh hallerini kontrol edemeyen ama ruh haliyle hava durumunu kontrol edebildiğini düşünen birinin günü! Doğanın görkeminden çok korkan ve onun kendi anlatımıyla şekillendiğini söyleyen biri. İzlediğin gün Cave’in yirmi bininci günü.

Diyeceğim bu kadar.

Bu arada, demo’nun yazısını okudun mu? Külçe kadar sert yazı. Ha, spoiler yutmak umurumda değil diyorsan okumalısın ki, hiç kafana takma her hâlükârda oku; zaten her şeyin sonu aşağı-yukarı Titanic değil mi?. (tabi ki değil; kuyruklu yalan!)

Şefkatin ve nefretin dozunu, bir Beyaz Rus’un içindeki votka yoğunluğu ölçüsünde ayarlayabilen herkese daima ihtiyaç vardır.

Kompliman değil; becerebildiğim bir şey değildir zaten.

Beni daima cezbeden şey, cümlelere dökülen nefretin promili olmuştur. Kelimelerle ambalâjlayabilirsen, açtığında tadından yenmez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder