11 Mayıs 2017 Perşembe

Frank (2014)

Dur bir saniye, dur! Kenara çekil biraz; çekil, kusacağım şuraya!

Şu dünya üzerinde, ancak belirli bir azınlığı oluşturan insan kalabalığı için, muhtemelen iki kafatasını dolduracak kapasiteyle çalışan bir beyni muhafaza ettikleri söylenebilir. Maalesef sadece o kadar.

Kalabalığın önemli bir bölümü, kafatasının içinde sadece büyük bir boşluk taşır ve aslında kendilerinde hiç var olmamış bir şeyin ağırlığından bîhaber olduklarından, taşıdıkları sandıkları şeyin hafifliğiyle övünürler! Suratlarının her bir çizgisi ve dönemecinde kendini belli eden o kibirli böbürlenme aslında: büyük bir yanılgıyla saç ve kemiğin altında bir yerde var olduğunu sandıkları zekâyı, üstelik şu adamda ya da bu kadında olan da değil; daha üstün bir zekânın göz kamaştıran parıltılarını, beyin kıvrımları arasında ki devasa bir alan içinde, karanlığı dağıtan ışıltılı havaî-fişek patlamaları benzerliğinde saçtıklarını düşünerek ve dahası gerçekten şaşırtıcı bir pişkinlikte, hakikaten saçma –yo hayır- düpedüz mide bulandıran salak bir tevazu kimliğinde, ‘böylesine seçkin bir kelleyi bakınız ne kadar kolaylıkla ve zorlanmadan omuzlarımın üzerinde taşıyorum görüyor musunuz’ mealinde bir ifade telâşının şişkinliğinden öte bir şey değildir.

O küçük azınlığın yurttaşlarıysa hemen göze batmak konusunda oldukça yeteneklidirler. Kişilikleri ayrıksı bir bütünlüğe sahiptir. Yollarını suyun akışına göre belirlemekten hoşlanmazlar. Bilirler ki, akıp giden o suyun içinde tek bir damla bile değillerdir. Sadece bir yolunu bulup, mümkün olan en kısa sürede başka bir yöne doğru akışkanlıklarını kaydırmak suretiyle, kendi oluşturdukları su yatağında akıp gitmeyi tercih ederler.

Söz konusu olacak adamın, yani okuyacağını umduğum bu yazının içeriğini oluşturacak adamın, genel olarak ayrıksı bir karakteri var. Yani geneli oluşturan nüfustan ‘genel olarak’ ayrıksı!

Anlatabiliyor muyum bilmem? Gerçekten bilemiyorum; bilmediğim bir şeyi de haliyle sana soruyorum. Beni anlamanı isterim ama sadece anladığını ummaktan başka ne yapabilirim ki. Belki sen sadece kafanı sallamak dışında bir şey yapabilirsin. Anlıyorsun değil mi? Aramızdaki bu iletişim kaygısı ne ara oluştu acaba? Merak etmiyor musun? Evet, ben de…

Adamdan bahsediyordum. Edecektim…
İsmi Frank.


Frank’in iki tane kafası var! Gerçek anlamda; öyle söz gelimi değil; inan bana. Ahşap olanı kan ve kemik olanın üzerinde! Aklı ve hayal gücü ikisini de dolduracak kadar geniş! Müzisyen.

Müzisyenliğini şimdilik şu köşeye emanet bırakalım; güvenilir görünüyor. Ben onun kafalarından bahsetmek istiyorum sana. Çok bir şey söylemeye gerek yok aslında. Onu herkesten farklı kılan bu görüntüsü yalnızca bir ihtiyaçtan kaynaklı. Masumane bir kendini sakınma ihtiyacı diyorum ben. Zaman zaman herkesin duyumsayacağı bir gereksinim bu ve onu doyurmak azmiyle, belki sempatik ama oldukça tuhaf bir kukla kafanın içine gizlenmeyi seçmiş birisi o.

Elbette Frank’in ruh sağlığı konusunda dakikalarca yorum yapabilirsin. Yani psikolojide, onun bu özgür seçimine tanı olarak konulacak bir sürü tarif ve isim var. Orası kesin. Fakat tarifler ve tanılar asla eğlenceli değillerdir. Dolayısıyla yelkeni bu öğretilerin rüzgârıyla şişirmeyelim. Her zamanki gibi senin ve benim üfürüğümüzle yetinsek de idare ederiz. Alışkanlıkları bırakmanın sırası değil.
Bir alıntıyla devam etmenin tam sırası!

Mesela Bukowski, çoğu zaman insanlar için, “birer bok çuvalıdırlar” deyişini kullanır. Düz yazılarında veya şiirlerinde, bu yargısını hiç değiştirmez. Belki de bu ön yargılı gibi gözüken ithamla aslında onlardan çoğunlukla uzak durduğunu anlatmak ister. Haksız sayılmaz. O da, kendi yelkenine güzel üfürürdü.

Frank’in tavrı da bu mantığa yakın görünüyor sanki. Yöntem olarak naif, etkili ve hayli dikkat çekici ki dikkatleri üzerine toplamak gibi bir niyeti olduğunu hiç sanmıyorum. İnsanların arasında olma zorunluluğu doğduğunda bile kendini onlardan sakınmanın veya aslında orada olmamanın çaresini arıyormuş gibi geliyor bana. Anlamsız veya acınası bir şeymiş gibi görünebilir ama bu onun seçimi.

Kendisini izole eden bu abartılı haline (tabi kendince hiç öyle değil) belki de biraz empati duygusuyla yaklaşmak gerekiyor. En azından onlarla kendi arasına fiziki bir bariyer koymasının niyeti yalnızca herkesten uzak durmak istemesinden kaynaklıysa eğer, kendi adıma rahatlıkla bu düşünceyle empati oluşturabilirim diyorum.

Sen aynı fikirde olmayabilirsin. Öyle misin?

Farkında olmayabilirsin ama az önce ikimiz aynı kayıkla açıldık. Unuttun mu? Yahu, yelkene üfürüyoruz ya beraber!

Frank izolâsyonu gereği o kocaman ve olasılıkla tahta alaşımlı kafayı bedeninin doğal bir parçasıymış gibi kabullendiği yetmezmiş gibi, bir de sanki onunla beraber doğmuş gibi yaşıyor hayatı! Evet! Hijyenik koşullar düşünüldüğünde mide bulandıran ayrıntılar gelebilir aklına. Haklı olabilirsin. Dediğim gibi, bu onun tercihi.

Yine de, dışarıdaki dünyayı üzerindeki ahşap kafanın göz oyukları ardına sakladığı çekingen bakışlarının merakıyla izlerken, büyük bir nezaket göstererek, yüzünde oluşan ifadeleri tarif etmekten de çekinmiyor. Hoş bir ayrıntı değil mi? Tiksinti duyuyorsa en küçük detayına kadar yüzünün aldığı şekli anlatmaya başlıyor! Memnuniyetinde, yüzüne yayılan gülümsemesinin hangi yönlere doğru kıvrıldığını betimlerken, gözlerinin içinde tomurcuklanan sevecen bakışı anlatmayı da unutmuyor. Al sana olağanüstü ve takdire şayan bir jest işte! Sıra dışı ama elbette biraz da sinir bozucu. Onun bu iyi niyetli jestinden herkesin hoşlandığını söylemek biraz zor.

Frank’in müzikle olan bağına gelirsek, melodilere olan duyarlılığı ve beğenileri de aynen dış görünüşü kadar sıra dışı. Besteleri ve şarkı sözleri, müzik piyasasında ki genel akımı oluşturan beğeni ölçülerinden hayli uzak! Kendi grup arkadaşları bile bazen onun ne yapmak istediğini anlayamayabiliyorlar ama sonsuz bir güven duydukları da kesin. Sözler, bazen sıradan objelere karşı hissedilen gıpta etme duygusuyla ya da onlara karşı yapılan komplimanlarla ilerleyebiliyor.

Melodiler, karışık ve tekdüze seslerin kombinasyonundan oluşabildiği gibi bazen bir melodiden bile bahsetmek mümkün olmayabiliyor. Bir kapı gıcırtısının, Samanyolu Galâksisinin o huşu veren tiz ve boğuk sesleri ihtiva eden karmaşasından oluşan halüsinatif uğultusu kadar etki yaptığı veya bir yaprak hışırtısının bile tek başına, bir şarkının ana teması olarak düşünebilecek kadar coşkun ve kaygısız biri.

Fakat yaptıkları işten keyif aldıkları kesin. Aralarına sonradan katılan Jon Burroughs’un dışında gruptaki her eleman ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor sanki. Jon dışında kimsenin popüler olma kaygısı yok. Frank’in içe dönük karakterini grup elemanları da içselleştirmiş ve çaldıkları enstrümanlar bir tercüman gibi sadece içgüdülerinin dışavurumuna yardımcı olmaya yarayan aracılar haline gelmiş.

Biraz kısa tutmak istiyorum bu yazıyı. Nedenini henüz bilmediğim ve çok da umursamadığım herhangi bir sebepten ötürü belki de. Sözün özü:

“Frank” herhangi bir sahnesine dikkat kesildiğim ve sana “şu sahneye mutlaka bakmalısın!” diye işaret edeceğim bir film değil, çünkü her sahnesiyle keyif veren, iyi ki yapılmış diyebileceğin, diğer yapımların dışında olan ama korkutucu bir mesafeyle değil de onların hemen biraz ötesinde duran bir yapım. Ne dedim ben? İyi bir tarif olmadı. Yalnız, hatırlarsan tarif ve tanıların sana ve bana pek bir faydasının dokunmayacağında karar kılmıştık. Öyleyse endişelenecek bir şey yok. Son paragrafı göz ardı edebilirsin.

Son diyeceğim,
Filmi unutulmaz yapan ve neredeyse birer kült haline dönüşen o şarkıları, gerçek hayatın içinde ve sıradan görünen bir konserde dinleyebilmek mümkün olsaydı eğer acaba ne olurdu? Çok düşünmene gerek yok çünkü bu gösteri çoktan yapıldı bile. 2014 yılında grubun her bir üyesini canlandıran aktörlerin sahne üzerinde, canlandırdıkları karakterlere yeniden bürünerek, o tuhaf besteleri canlı olarak çaldıkları küçük çaplı bir konserde, Soronprfbs’u canlı olarak seyretme fırsatı yaratılmış.

Frank’i o tuhaf kafası dışında kanlı-canlı, sempatik görüntüsünün altında yatan ince nezaketiyle birlikte seyretmek New York’lulara nasip olmuş. Onlar için gerçekten güzel bir deneyim olmalı.

Peki Frank gerçekten kim; merak ettin mi?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder