8 Nisan 2016 Cuma

The Last Of The Mohicans (1992)

Kendini bildin bileli, içinde sana eşlik eden biri var. Ya da bir şey…
O şey: Karanlık
İçindeki karanlık (ki hala olduğunu bilmiyorsan, haberin olsun, büyük olasılıkla var) her sabah uyandığında oradadır. Kollarını uzatıp gerinirken, seninle birlikte esner. Tazyikle işediğinde hemen ensendedir, sırasını bekler. Ayna ile işin bittiğinde, köşesinde bir yerde, göz ucuyla görebilirsin onu. Hayatta yükümlü olduğun tüm sorumluluklarında ve onların içindeki detaylarda o da bir tutam söz sahibidir; hatta bazen tüm kontrolü eline geçirir. 
Böyle anlarda düşüncelerindeki kasvetin, seni boğazlayacak raddeye getirene kadar belirgin bir kıvama geldiğini hissedersin. Öfken, bir sinema projektörünün merceğinden perdeye yansıyan ışık halesi kadar geçirgen bir netlikte ama tüm bilincini karartacak kadar yoğundur. Belki mantığın seni daha iyimser bir düşünceyle, öfkenin sebebini tartmanı veya onu besleyen nedeni tümüyle yok saymanı kulağına fısıldayabilir. Fakat o öfkeyi besleyen ana damarın içeriğinde HINÇ birikmişse, hiçbir sesin yumuşatıcı tonu o damarın akışkanlığını sağlayacak çözeltici etkiye ulaşamaz. 
Artık sen sadece içinde barındırdığın o karanlıksındır. Kederin bir dövme gibi alnının tam ortasında kabarır ve aynada göz ucuyla gördüğün o korkutucu bakışa istersen tüm gün boyunca bakabilirsin. Tam karşındadır, köşelere saklanmaz. Gözünün içine baktığın adamın, yıllardır tanıdığın ve bildiğin kişi olduğuna emin olamazsın. Bu adamın yüzündeki her bir çizgi çok daha derin, suratının her bir kıvrımı öncekinden daha köşeli, ifadeyi ortaya çıkaran hatların ise fazlasıyla keskinleşmiş olduğunu görür ve şok olursun! Öfkenin salgıladığı bir cerahattir hınç ve çoğunlukla akıp gittiği yatağa ‘keder’ zemin oluşturur.
Şimdi bana diyeceksin ki: yahu sen ne alengirli adamsın böyle; şu güzelim filme bile gizemli, kasvetli giriş cümleleri, tekinsiz paragraflar düzüyorsun… Derdin ne senin yahu?
Ben de sana hak vermekle beraber, yine de ‘büyük olasılıkla doğru olan’ yargın hakkındaki rahatsızlığımı belli edecek bariz beden hareketlerinde bulunup (misal, sağ elimle sol omzumu tutar ve hafif öne bükülürüm veya kafamı sola yatırır, çenemdeki sakalları tırnağımla çekiştiririm ya da burnumdaki kılları…) ve ardından belki de kendine güvensiz kısık bir sesle “pekâlâ, devam edebilir miyim” diye sorarım. Sonra da biran önce dikkatini alttaki paragrafa yönlendirmek için uğraşırım.   
Açıklamam gerekirse ki öyle galiba; yazının girişini bunalımlı bir dürtüyle, koyu karanlık cümleleri birbiri ardına sıralamış olmamın sebebi acaba… 
Hani vardır ya; sanki insan bilinci, ilerlemesi çok da mümkün olmayan bir ormanın balta değmemiş bir bitki örtüsü yoğunluğu içerisinde, ağaç dalları ve sarmaşıklarla örülmüş o vahşî tabiatın bakir doğasına benzer bir karmaşıklıktadır.
Dersem… 
Sonra bu teşbihi alıp, zihin denilen karanlık piramidin keşfedilmemiş dehlizlerine götürüp, mezar odacıklarına kadar sürünmesini bekleyerek, orada bile dallanıp budaklanmasını umacak hain emellerle amacımı(?) çeşnilendirsem ki daha çok benliğin bilinçaltına hâkim olan alter egosunun yansıttığı tutuma yaraşır bir edim olur bu; üstelik niyet, yalnızca aklın mekanizmasını baştan inşa etmekle yetinmez, kuşkusuz ruhun masumiyetine etki edecek tüm telkinleri (sonuçta ruhun etkin olduğu mahalleye en yakın sokaktır bilinçaltı, değil mi?) esirgemeyecek bir acımasızlıkla oraya da sızacaktır. Galiba orada bile maddeleşerek diline o acı cıvamsı madeni tadı getiren ve zehirli bir organizma gibi büyüyüp maksatlı bir kuvvet haline dönüşebilen hınç duyma arzusunu biraz daha lâyıkıyla ve hiç şüphesiz hararetli bir anlatımla vurgulamak istememden kaynaklı olabilir mi? 
Baştan aşağı bu zehre bulanmış karakterleri sinema perdesinde fazlası ile görebilirsin. Bu karakterlerin çoğu yan rollerde karşına çıkar. Tabi 1956 yapımı “Moby Dick” bu duruma istisna oluşturur. Gregory Peck’in canlandırdığı, büyük bir beyaz balinayı obsesiflik derecesinde avlamayı kafasına takmış bir adam olan Kaptan Ahab, aynı zamanda bu büyük beyaz balinaya sınırsız bir hınç besler. İlk baskısını 1851 yılında yapmış ve Amerikalı yazar Herman Melville tarafından yazılmış bir edebi eserdir öncelikle “Moby Dick”.      
Michael Mann’in 1992 yılında çektiği “The Last Of The Mohicans” filmi de, esasında Amerikalı yazar James Fenimore Cooper tarafından yazılmış ve ilk baskısını Şubat 1826 tarihinde yapmış edebi bir eserdir. Kitabın beyaz perde uyarlamasında, (Gri Saç) olarak adlandırdığı İngiliz Kraliyet Subayı Albay Munro’ya katıksız bir nefretle hınç duyan kişi filmin yan karakterlerinden birisidir; Wes Studi’nin başarı ile canlandırdığı o yan karakter, bir Huron Kızılderilisi olan Magua’dır.
Magua bir Huron olmasına rağmen kendisini esir alan ve karısını bir başkasının karısı yapan Mohawk Kızılderililerine sadakatini sunar. Onlardan biri gibi davranır. Mohawk’lar, köyünü yakıp çocuklarını öldüren İngilizlerin safında savaşmış ve onların müttefiki olmuşlardır. Magua’nın İngilizlere karşı duyduğu nefret dolaylı bir şekilde Albay Munro’ya karşı hınç beslemesine sebep verir. Tüm bu kanlı senaryonun sorumlusu olarak onu görür. İçindeki acının ve nefretin cisimleşmiş halidir Albay Munro. Günün birinde onun kalbini çıkarıp yiyeceği günü sabırsızlıkla beklediğini açıkça ifade eder. Evet, doğru okudun. Gri Saç’ın kalbini söküp onu dişleriyle parçalama isteği duyacak kadar büyük bir garez besler Magua. 
Bu arada seni baştan uyarmak isterim ki seninle aramda nahoş bir garez oluşmasın, aman diyeyim. Söylemek istediğim, eğer filmi hala seyretmediysen yazının içindeki bir takım spoiler (ipuçları) bilgiler karşına çıktığında sinirlenebilir ve olur ya, sen de bana karşı kinlenebilirsin. Canım ne olacak sanki sen işine bak, dememeli! Ne bileyim, belki bu yüzden peşime düşebilir veya falcı kadınlara gidip büyü yaptırabilirsin. 
Tamam, sadece paranoyak hayal gücümün beynime pompaladığı lüzumsuz kuruntular bunlar, biliyorum ama ya değilse! İstersen gel sen, aşağıya koyduğum filmin görüntüsünü de hiç seyretme o zaman. Epeyce bir spoiler içeriyor. Yani ne bileyim; bu sayede belki de iç organlarımı hoyratça bırakılmış diş izlerinden ve iştahla kopartılmış derin ısırıklardan korumuş olurum.
Ne? 
Okuyan da sana “Zombilerin Şafağı” filmini betimliyorum sanacak, öyle mi? Deli miyim neyim? Olsun. Okumuş adamın yargısından niye çekineyim. Aksini yapanlarla benim derdim.             
Filme dönersek, “The Last Of The Mohicans” elbette Michael Mann’in detaylara verdiği önem sebebi ile her türlü etkileyici bir sinema şaheseri. Ama belki de hangi motivasyonla oturup seyrettiğin veya konunun neresine odaklandığın ile de değerlendirilebilecek bir film var karşında. Su katılmaz bir romantiksen eğer Nathaniel Poe “Hawkeye” ile Cora Munro’nun arasında çok kısa bir sürede gelişen aşka odaklanabilir ve hikâyeyi bulutların üstünden takip edebilirsin. Kimse bir şey diyemez. Zaten Michael Mann odak noktası olarak bu iki karakteri seçmiş.

Yok, Amerikan tarihine ilgim ve sempatim var diyorsan; 18. Yüzyılın ortalarında bu topraklarda yaşanan savaşa, iç çekişmelere dikkat kesilebilirsin. Fakat bu konuda fazla bir detay verdiği söylenemez. İngilizlerin bu toprakları kraliyet sömürgesi olarak görüp, üzerinde yaşayan her insanı da kralın hükmündeki sadık tebaası ve ona hizmet etmekle yükümlü kulları düşüncesiyle aşağılayıcı, küstah ve riyakâr bir mantık gütmelerinin vurgulanması dışında.
Filmin ağır topu elbette (Hannibal) karakterini beyazperdede ilk kez gösteren “Manhunter (1986)” ve seyirciyle tanıştıran (o filmde Doktor Hannibal’ı Brian Cox oynamıştı) yönetmen olan Michael Mann diyebilirim fakat neredeyse oynadığı her filmde bir tür dönüşüm geçiren Daniel Day Lewis aynı zamanda o filmlerin akılda kalmasını sağlamış, bir tür kimyasal formül etkisine sahip bir adam! 
Daniel Day-Lewis şimdiye dek oynadığı tüm filmlerinde olduğu gibi bu filmde de karakterin kendisi olmayı çok iyi beceriyor. Yurt dışında eğitim görmüş ve bir Mohican yerlisi tarafından büyütülmüş Hawkeye’yi canlandırırken Michael Mann’in onu çok da yönlendirdiğini sanmıyorum. Kendisi zaten o karakterin kendi olarak sete gelen ender aktörlerden; “The Last of the Mohican”dan sadece üç yıl önce çektiği “My Left Foot” ile en iyi oyuncu Oscar’ını alırken bana kalırsa en büyük başarısı, o filmi seyreden herkeste perdede gördükleri adamın acaba gerçekten de merkezi sinir sistemi arızalı, kas koordinasyonu olmayan birisinin mi canlandırdığı şüphesine düşürmesiydi. Az şey değil, büyük yetenek!


Fakat sana asıl bahsetmek istediğim karakter ise, bir içim su gibi güzelliği ve çekici zarafeti ile kendisine hayran bıraktıran, Albay’ın bir diğer kızı “Alice Munro” yu canlandıran aktris Jodhi May. Cora’nın küçük kız kardeşi Alice’i bana kalırsa beklenmedik bir performansla canlandıran aktris, 1992 tarihli filmde oynadığında sadece 17 yaşındaymış. Yanlış anlama; daha çok gençmiş, nasıl da oynamış yahu, demiyorum. Söylemek istediğim, duygusal yoğunluğu bakımından filmin en kilit anı sayılabilecek o gerilimi yüksek sahnesinde, Mann’in hiç tereddüt bile etmeden bu güzel hatunu kadrajın hedefine koyması ve May’in de bu güveni fazlası ile telâfi edecek gayreti göstermesine dikkatini çekiyorum. O kilit sahne ise elbette Magua ile arasında yaşanan ikilem dolu kısa an! 
Alice’in saf ve pürüzsüz çekiciliği ile Magua’nın vahşî garezi arasında çok sade bir karşıtlık oluştururken, bu tezadı sana o kadar basit bir anlatımla aksettiriyor ki, adam resmen “ben (Heat)in yönetmeni olacağım ilerde, bu ne ki…” diyor yüzüne karşı. E sen de şapka çıkartıyorsun. Henüz seyretmediysen de inan bana çıkartacaksın.    
Alice Munro karakteri çok basit bir anlatımla: hiç vahşi yaşamı deneyimlememiş ve bu sebeple de iyi niyetli merakını gizleyemeyen bir genç kız ve babasına oldukça düşkün biri. Fakat filmin süresi boyunca onun yavaş yavaş bir dönüşüm yaşadığına şahit oluyorsun. Dışarıdaki vahşi hayatın, hiç de öyle okuduğu yazılardaki gibi masalsı bir havası olmadığını gördükçe tedirginliği önce korkuya, daha sonra ise bir içine kapanma haline dönüyor. Belki tek tesellisi kendisini ‘Son Mohikan’ olarak nitelendiren Chingachgook’un (okunuşunu kendin bul, burada şimdi muska duası tercüme eder gibi hecelemelerle uğraşamam) tek oğlu olan Uncus’ın ona olan ilgisi.  
Aralarındaki ilişki biraz plâtonik sevide kalmış da olsa, o son sahnede ki isyankâr hassasiyet, demek ki plâtonik aşkın da dikkate alınmayan tutkulu seviyeleri varmış dedirtiyor. Henüz demediysen de inan bana seyrettikten sonra diyeceksin. (hiç üşenmeden, utanmadan, telkinin kralını yapıyorum sana!)


Filmin müziği 90’lı yılların başından itibaren bir fenomene dönüştü ve bugün bile hala çok dinlenen ve hatta futbol tribünlerini coşturan müzikal bir materyal olarak da kullanılır oldu. E iyi mi oldu dersen, aslında tribünlerde güzel görüntülerin ortaya çıkmasını sağlamıyor da değil derim. Çok da önemli değil açıkçası. 
Bu arada unutmadan, kitabın hikâyesinin filmdekinden daha farklı olduğu söyleniyor. Romandaki romantizmin farklı olarak tersten bir anlatımla sunulmuş olmasıyla alâkalı yani Uncus’ın aslında Albay’ın büyük kızı Cora’ya abayı yaktığı, üvey kardeşi Nathaniel Poe “Hawkeye”nin ise hassas küçük kız kardeş Alice Munro’ya ilgi duymasıyla gelişen bir hikaye söz konusuymuş. Bilemem. Ben okumadım. 
Eğer sen, dur hele ben okurum şimdi diyorsan,  “Son Mohican” 472 sayfa olarak Abis yayınevi tarafından Türkçeye çevrilerek basımı yapılmış. 
Okursan, beni de bir zahmet bilgilendirirsin. Umarım.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder